Gürsel Korat'la Görüşme:


"ŞİMDİ ŞEHİRLEŞEN KÖYLERİ ÖNLEMENİN ZAMANIDIR!"



HALİM ŞAFAK- Sevgili Gürsel Korat size göre şehri şehir yapan özellikleri nelerdir ve sokak bunun neresinde durur? Yanı sıra söz konusu özelliklerin insanın oluşmasındaki katkısı nedir?

Şehir bir su kabı, insan da onun suyudur. Bizim şehirlerimiz vardı, şimdi ise buz kalıplarımız var, insan da onun içindeki buz kütleciği oldu.
Şehri şehir yapan geçmişini yansıtabilme gücüdür. En küçük birimi de sokaktır. Sokaksız şehir soysuzdur. Eşkıya şehirdir, yankesicidir.
Şehir insanın anadilidir. Anadili olmayan şehir yavrusunu reddeden ve hatta yiyen kedilere benzer. Geçmişi olmayan şehir yavrularını yer.
Geçmişi olmayan şehir bütün bireylerini birbirine benzetir. Bireysizdir. Kolektif aklı da yoktur, bildiği tek kolektif iktisada bağlı tüketim kalıplarıdır. Orada insanlar birbirine benzer. Ancak bu benzerlik sahte geçmiş ağıtlarıyla, tarih çarpıtmalarıyla, böbürlenmelerle dolu bayağılıktan ibarettir.

-Evlerine bağlı olarak insanların sokakla kurduğu ilişki günümüzde asıl belirleyici gibi duruyor. Şehrin dönüşümü bu noktada ihtimalen kendisiyle bir ilişki kurmasına izin vermeyebilir. En azından ilişkiyi ekonomizmle sınırlandırabilir. Bugün yaşamakta olduğumuz da galiba büyük ölçüde budur.

Tam da oradayız. Ev insani bir gereksinim değil artık. Tüketim ekonomisinin çekirdeğine yakın olabilmek için insanların üst üste yığıldığı bir döküntü toplamı. Eskiden ev vardı ve şehir buradan algılanırdı. Çevreye ve diğer insanlara aidiyet duygusuyla var olurdu. Şimdi ise yalnızca tüketim merkezlerine aidiyet var. Bu, şehirle değil iktisatla kurulmuş bağdır. Herkes şehre geldiğini sanıyor ama kendisinden başka hiçbir şeyle bağı yok. Kayseri’de oturanla, Keçiören’de oturan aynı şeye ait: Kültürel ayırıcı mekânı yok. Çankaya’da oturanla Kadıköy’de oturan aynı dertle muzdarip: Ulaşım, alışveriş merkezi ve iş arasıda bir hayat dışında bir şeyi yok. Bunun dışında televizyonu bir sinema ve tiyatro merkezine çeviren “sanat” atağıyla daha üst düzeyde bir ortak bellek kuruluyor. İyi de bu hangi şehrin kendi varoluş halidir? Şehir nerede? İnsan nerede? Bütün bunları söyleyenlere garip huysuzlukları olan, hiçbir şeyden hoşnut olmayan hotzotçular olarak bakıyorlar. Ama bu anlayışsızlıklarının bedelini hem kendi çocuklarına hem bizim çocuklarımıza ödetecekler. Bugün şehirleri böyle kangren halinde şehirsiz inşa etmenizin bedelini yirmi yıl sonra ruhsal sorunlar, bitkinleşmiş hayatlar olarak çocuklarımız ödeyecek. Gelin insan olduğunuzu hatırlayıp şehirlerinizi ona göre düzenleyin. Bu kadar da kör gözüm parmağına sınıfsallaşmış bir şehir mantığı olamaz. Yoksullar için apartman, cadde, orta sınıf için site, yüksek sınıf için siteli villalı özel mahalle, “haute couture” için de kapalı adacıklar. Oldu olacak, köleciliği de ilan edelim.


-Şehir insanın oluşturduğu bir yer olmaktan çıktığına göre geçmişle kurmaya çalıştığımız bağlar bugün de hangi anlamları sahiplenebilir? En azından daha yıkılmamış şehirleri ya da şehirlerin ayakta kalan yanlarını korumaya katkısı olabilir mi? Böylelikle şehri şehirsizleşmeden kurtarabilir miyiz?

Hayır. Biz böyle ötüp duracağız, bir takım karanlık adamlar bildiklerini okuyacaklar. Boşa konuşuyoruz. Bize düşen şu olacak, “Bütün bunlar yapılırken vicdan sahibi kimse yok muymuş” derlerse bizi göreceklerdir. Ama bize madalya taksalar bile neye yarar ki, ortalık kel Ali’nin bağına döndükten sonra?


-Bu noktada Kapadokya’ya daha özelde Kayseri’ye dönük ilginizden neyi anlamamız gerekiyor. Bunu insanın geçmişini yani çocukluğu dediğimiz “mutlu zaman”ı kayıt altına alması en azından yazarak koruması olarak kabul edip geçecek miyiz?

Ben Kayseri eski halinde dursa hoşnut olurdum. Ama durmadı, en azından o halini bildiğim için hoşnutum. Ne yazık ki, artık benim yazdıklarım on yıl öncesini anlattığında bile masal oldu. Fotoğrafları kitapta durduğu halde bir masal. Göz göre göre hokus pokus: Yaşadığımız meğer bir varmış bir yokmuş. Öyle bir şehir varmış bir zamanlar. Ne yapalım, edebiyat kurtarıcı değil ki, ben bu şehirden bir dil aldım, bir geçmiş aldım, bir psişik tarih aldım onunla bir yapı kuruyorum. Bunun ille de Kayserililere değmesi gerekmiyor. Değmiyor da zaten.
Kapadokya’ya gelince: Orası, Kayseri’yle ve çok öznel bir yerellikle kendimi sınırlamamı engelleyen bir yerdir. Kapadokya benim tüm tarihimizin düş, tarih, dil ve estetiğiyle boğuştuğum bir alt bilinçtir. Arkaik arka planımdır. Orası sadece bizim için değil dünya için bir nimettir. Kadrini biliyorum bildirmeye çalışıyorum.

-Sokakların yerini büyük ölçüde geniş cadde ve yollara, iş merkezlerine bırakmış olmasının şehre ve insana dönük sonuçları nelerdir? Yanı sıra caddeler mekanları ortadan kaldırıp yerine konutu koymamızı kolaylaştırdığına göre bu bağlamda geniş caddedeki katlı apartmanda yaşayan insanın şehirle kuracağı bir ilişki kalmış mıdır? Başka bir deyişle bugünün şehirleriyle ne tür bir ilişki kurulabilir, ilişki kurmak mümkün müdür?

Mümkün değildir. Mekanik bir dünya bu. Bence öncelikle Kayserililer metal giysiler giymeye başlasa iyi ederler. Arabalarını hava yastıklı yapsınlar, apartmanlarına araba asansörü yaptırmışlardı, tepeye de helikopter pisti yaptırsınlar, yatakları asansörlü olsun, kapıları iki katlı, televizyonları duvar büyüklüğünde, yolları üç katlı yapılsın. Kaleyi de yıksınlar artık, meydan küçüldü, oraya beş katlı bir kale yapsınlar. Bir de Hunat Camii’nin tüm müştemilatı yıkılarak on beş katlı ve asansörlü hale getirilsin.
Kayserilinin Kayseri’yle ilişkisi budur: Para getirmiyorsa, tarihsel yapılar ne işe yarar? Yoğunburç mu, sucuğu iyi olur; zaten Sahabiye’yle, Gevher Nesibe’yi Hiltonla ezerek pastırma yapmamışlar mıydı?
Şehirle ilişki mi demiştik? Sahi şehir neydi?

-Sizin “çok katlı modernizm” dediğin şey Kayseri özelinde neler yol açtı? Modernizmin teknik etkisi dışında şehre dönük başka bir etkisi olmuş mudur? Bu bağlamda geçmişin mekansal anlamda yok edilmesinin ileriye dönük sonuçları ne olacaktır?

Herkes şimdi hummalı bir yapma hastası ya, gelecekte hummalı bir bozma hastalığı yaşanacak. Bana öyle geliyor ki, gelecekte Himmetdede’de örnek bir Eski Kayseri kuracaklar.


-Burada asıl belirleyici olanın ekonomizm olduğunu söyleyebilir miyiz? Özellikle Kayseri’ye bakarak ticaret şehri yıkıma götüren asıl nedendir denebilir mi? Hem şehir ahalisi hem de taşra ahalisi için şehrin yalnızca ticaret anlamına gelmesi her şeyi kapitalizmle açıklamamızı da kolaylaştırır mı?

Motor: Kapitalizm. Ama kafadaki motor biraz da gericilik, tutuculuk. Ben korumacılık anlamında bir muhafazakâr görmediğim için, bu ülkede tarihle bilim olarak uğraşanların muhatabının olmadığı görüşündeyim. Tarih siyasal bir ideoloji bu ülkede. Özellikle kent yönetimi, siyaset ve iktisat düzleminde tarih, geçmişi yok etmek için kullanılan garip bir silah. Oysa tarihin böyle bir şey olması umulmaz, normal akıl düzeninde.


-Muhafazakarlığın şehre dönük bir muhafaza etmeye yol açmayıp tersine kendini bundan nemalanmaya koşullandırmasını bir çelişki olarak anlamaktan çok muhafazakarlığın “vatan” dediğin şeyin hiçbir anlama gelmediğini söyleyip benzer bir yargıya galiba ideolojiler için de varmak zorunda kalabiliriz.

Ben insanı, toplumu ve geçmişi seven bir ahlâk arıyorum. Bence Kayseri’de gündüzleri değişik noktalara mum yakıp koymalı, ve altına da toplumu, insanı ve geçmişi seven, gelecek için sorumluluk duyan kişiler aranıyor yazısını asıp, süresiz olarak yanar halde bırakmalı. Vatan mı? Burası artık bir sığınak. Siren sesleri ve tehlike sinyalleri durmadan öten, herkesin birbirine kızdığı, şoförlerin yayaları tavuk gibi kovaladığı, yayaların yere tükürdüğü, yerdeki tükürüğün ayakkabılarla her eve taşındığı, burnunu karıştıran simitçilerin ülkesi. Bunlarla uğraşacağına Hırant Dink’i vurup vatanı düşmandan temizliyorlar. Plan yapmayın diye de bir şarkı söyleyip gazoz ağacında osuruktan nağmeler dinliyorlar.


-Aristoteles bir yerde “Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler.” diyor. Bu bağlamda teknolojik dünyanın önce şehirleri sonra da insanları tektipleştirdiğini düşünürsek farklılığın her anlamda ortadan kalkması şehri şehir olmaktan kurtarmış olmuyor mu?

Ne yapacağız, insanları yeniden “uniform” olmaktan çıkarıp, herkesi farklılaştıracak halimiz olmadığına göre, bu sağırlara sağır gibi davranacağız. Şehir şehir olmaktan çoktan çıktı; Marx’ın söylediği köy aptallaştırır sözüne artık itiraz ettiğimi biliyorsunuz. Mevlana da meğer aynı şeyi düşünürmüş. Diyeceğim şu: Zaman, yitirilmiş şehirleri bir yana koyup köylerin hızla şehirleşmesininin önüne geçmek zamanıdır. Köye teknoloji gelmesine itiraz gibi anlıyorlar bunu; hay sizin teknolojinize diyesim geliyor. Yahu kardeşim, dokuyu bozma, doğaya dokunma, ağaç kesme, apartman yapma demenin hangi uzantısını açıklayacağım ben sana? Otur dersine çalış. Özellikle ortak yaşamın söz konusu olduğu yerlerde kapitalizmle ilgili şu dürtü ahlakdışı sayılmadıkça bir santim yol alamayız: “Buradan en çok nasıl kazanırım?”
Bu dürtü, doğayı mahveden süreçlerin başında durmuyor mu?
Kahrolsun kapitalizm diye bağıran bazı imanı tam karanlık adamlar ve milliyetçilikten miril miril tirileyenler acaba bu sözü söylerken ne hayal ediyorlar?


-Tektipleştirme Richard Sennett’in şehre,mekana ve insana dönük üstünde ısrarla durduğu “duyusal yoksunluk”un nedenlerin başında geliyor. Yine Richard Sennett’in bugününün şehirlerinin düzenini temassızlık olarak anlaması da burada önemli duruyor. Günümüz insanı böyle bir düzen karşısında kendini de düzenlemek isteyebilir, kendinin düzenlenmesine izin verebilir. Bu bağlamda düzenlenmiş bir dünyada insan nerdedir, var mıdır?

Ne ağır sorular bunlar? İnsan yoktur dersem hiç olmadığım kadar karamsar, vardır dersem de gerekmediği adar iyimser olacağım. Şöyle diyeyim: Çevremize baktığımızda doğada işlenmemiş bir alan bulamıyorsak yabancılaşırız. Her yer apartman örneğin. Dev gibi bir dağın altında yaşadığın halde dağı çoğu kez göremiyorsun. Apartmanda yaşıyorsun, ayağın toprağa değmiyor. Bahçen yok, ağaç görmüyorsun. Her şey markette. Markette de plastik hurma ağaçları var. Dolayısıyla insan doğal olanla temas edemedikçe tüm ilişkilerinde bir alışveriş ruhu, düğmeye bas havucu al ilişkisi belirmeye başlıyor. Böyle bir dünyada düzen, şehirlerin eski dokusunu bozmamakla kurulabilirdi. İlk parti kaybedildi. Ben dediğim gibi şimdi kasabaları bile değil, çok kritik bölgelerdeki bazı orman alanlarını ve köyleri kurtarabilirsek bunu insanlık adına başarı sayacağım. Çünkü yabancılaşmış insanlığın arkaik müzesi olarak kırsal alanlar ve köyler, yakın bir gelecekte şehirli avanakların parayla girip gezebildiği müzeler haline gelecek.

-Bütün bunların doğal olanı ortadan kaldırdığını ya da geçersizleştirdiğini ve her şeyin yerine teknolojinin ürettiği sentetikliği koyduğunu biliyoruz. Bu durumu bugündeki şiddetin ve faşizmlerin kaynaklarından biri olarak kabul edebilir miyiz? Bugün şehir şiddetin asıl kaynağıdır dememe itirazınız olur mu?

Doğrusunu söylemek gerekirse karmaşık bir soru bu. Şiddetin kaynağında yalnızca ne şehir ne de faşizm var. Şehir şiddeti daha yığınsal hale getiren bir yer; faşizm ise şiddete dayalı bir siyasal kültür. Şiddet daha büyük bir şey, daha kadim, ataerkil heriften beri var olan bir şey. Şehir, bu haliyle şiddeti doğuran etmenlerden biri ama şu bence daha önemli bir çıkarım olurdu: Böylesi bir şehir yapısında şiddeti ortadan kaldırmak daha zor.

-Bu bağlamda şehrin tekrardan bir sosyallik ve kültür düzlemi olması ve bunun şehri özgürlük alanı hale getirmesi hala söz konusu edilebilir mi?

Tabii parkta otururken bir bombayla havaya uçacağını düşünmek, solladığın psikopatın vay beni nasıl geçer diye kurşun yağdıracağını hesaba katmak, çoluğu çocuğu sokak sapıklarından, örgütlü suç şebekelerinden sakınacağım diye ödü kopmak, alt komşunun müziğinden, üst komşunun nalın seslerinden kafayı oynatmak gibi güzel şeyleri kültür hanemize katıp, daha iyi nasıl sosyalleşebileceğimizi düşünelim. Köy hop diye şehre geliyor. Davuluyla, tabanca patalarıyla köyü burada yaşıyor ama burada tuhaf bir sosyalleşme var: Adam birden şehirde yaşadığını anlıyor fakat şehirli de köyde yaşadığını anlıyor. Bu ikisinin ortasından şu çıkıyor: Başkalarının yaşam özgürlüğüne zerre itaat etmeyen cemaat duygusuyla, başkalarının çıkarlarına zerre itaat etmeyen bireyciliğin koalisyonu. Bu bizim vatandaşımızın sosyallik karşılığıdır. Bunun özgürlük olabilmesi için şehirdeki kadının başı açık olduğu takdirde ona ıslık çalıp ırzına tasallut etmeyen, insanlaşmış bireylerin kültürünü inşa etmek, öte yandan başı kapalı kadını da zorla açmaya çalışmayan bir yeni anlayışı da bunun yanına koymak. Yani dini, yaşamımızın referansı olmaktan çıkaracak bir hayat. Yoksa sosyallik falan olmaz. Bu, kocaman bir cemaatin şehir olmasıdır. Öyle gemeinschaft gesselschaft ayrımına biz pabuç bırakmayız. Tönnies gelsin de Kayseri’ye bir baksın: Burada cemaat dev bir sosyalitedir; cemiyet ise basit bir komün ve hatta kabile.


-Devletin ve tabii insanın taşla kurduğu ilişki “denetim imkanı” olarak anlanabilir mi? Bu noktada heykellerden asıl anlamamız gereken ne olmalıdır? Heykellerin asıl gösterdiği iktidar mıdır? Bir bakıma heykeller devletin şehir üstündeki egemenliğini mi göstermektedir?

Heykeli estetikten başka, siyasetbiliminden başka, ideolojiden başka formlar üzerinden okuyabiliriz. Heykelin bizim kentsel ideolojik formumuzda bir egemenlik retoriğine yaslandığına şüphe yok. Bir ideoloji olarak bir şeyin bir yerdeki egemenlik iddiasını dile getiriyor heykel. Şehir üstündeki egemenliği mi, devlet mi yoksa daha büyük bir kapsama alanından bakarsak günlük yaşam anlayışı üzerinde mi?
Heykele karşı olmak değil bu; sanatla ideolojik formu ayıralım.
Şimdi asıl heykel (heyula!) kentsel büyük yapılar olmuyor mu? Kentlere adım başı on beşer katlı heykelleri dikip içine insanları hapseden ideolojiyle bir hesabımız olmalı.
Egemenlik kurma biçimi, bu devasa formların insan bilinci üzerindeki etkisi sorgulandıkça anlaşılacaktır. Ben artık heykelden apartmana değil, apartmandan heykele doğru giden bir düşünce analizi yapmanın sırasıdır diyorum.

-Son olarak; şehri korumaya yönelik arzuyu arzu olmaktan çıkarıp nerden başlamamız gerekir? Sokakların Ölümü bu bağlamada sizin için nerde durmaktadır?

Nereden başlarsak başlayalım, öncelikle şehri sevmemiz, duyguyla ona bağlı olmamız gerekiyor. Hadi bu pşisik bir boyut diyelim. Ama ayakta duran eski dokuyu kurtarmaktan işe başlayabiliriz.
Kültür varlıklarına bir doğabilimcisi gibi bakarak önyargısız düşünmek gerekir. Topluma sinmiş bu yabancı düşmanlığı, İslamcılık, milliyetçilik hamaseti bir kenara bırakılmalı, belleğimiz bellek olarak korunmalıdır.
Sokakların Ölümü adlı kitap bunu istiyordu, en azından yazıldığından beri işlerin daha kötüye gittiğini gördük ve o kitabın neden gerekli olduğu zaman içinde daha iyi anlaşıldı.

-Eklemek istedikleriniz?

Kayseri’yi çok seviyorum. Orayı düşünmekten çok mutlu oluyorum. Ama orada bulunmak beni delirtiyor. Sabırlar dilerim Kayseri’de yaşayanlara.

-Teşekkür ederim.


OCAK-ŞUBAT 2008'de Bireylikler dergisinde ve 21 Eylül 2009'da "Eskiden Sokak Vardı" başlığıyla Evrensel Gazetesi'nde yayımlandı.