12
Eylül sabahında Mamak Cezaevi’nin Zemin 4’üncü koğuşundaki tutukluları duvar
dibine dizdiler. Aynı anda tüm koğuşlarda böyle yaptıkları anlaşılıyordu. Dışarıda
korkunç bağrışmalar, telaşlı koşuşmalar vardı. 25 Temmuz’dan beri dayaktan
tükenmiş haldeydik, cezaevine darbe erken gelmişti.
Duvar
dibinde içtima denen o rezilliği yaptırdılar, sonra hoparlörden anons başladı:
Kenan Evren’in sesi koridorlarda çınlıyordu:
Ordu
yönetime el koymuştur.
O
gün çocukça taşkınlıklardan bir türlü kurtulamayan aklımın, yirmi yaşındaki
bedenimi sarsalayarak beni olgun bir insana dönüştürdüğü gündür.
O
sabah vaktinde ben belki de en az on yaş büyüdüm.
Şöyle
düşündüm: Artık bizi dövmekten vazgeçerler, duvar diplerinde sırayla kurşuna
dizeceklerdir.
Nereden
bilirdim ki, yenilginin acısıyla şoka giren aklımız, yavaş yavaş direniş
umutlarını yeşertecek, o korkunç ve zalim koşullarda neşeyle doğrulduğumuz nice
sabahlar yaratacaktır.
Korkunçluğun
ve zalimliğin ne olduğunu hayal edemeyenlere söyleyeyim: Daracık, nefes alınması
güç hücrelere atılanlarımız vardı. Hücrelerde üç saatten fazla uyunamazdı,
sürekli olarak “eğitim” adı verilen askeri temrinler, alçakça ve sapıkça bir
hazla işkence olarak tutuklulara yaptırılırdı. Sular akmazdı, Auschwitz’in
ranzaları gibi iki katlı sıra halindeki uyuma bölmelerinde bir yatağa üç kişi
düşecek şekilde ayaklı başlı yatılırdı.
Mahkemeye
giderken bile sopa yenerek gidilirdi. Yemek alırken, sayım yapılırken, görüşe
gidilirken, havalandırmadayken…
Konuşmak
yasaktı, askerlerin gözüne bakmak yasaktı, Atatürkçülük ezberletilirdi,
kitap yasaktı.
Düşünmek
yasaktı.
Bugün
Kenan Evren geldikten sonra asayişin sağlandığını yazan Ertuğrul Özkökgillere
bakıyorum da meğer bu tatlıcan bildimcikleri o yıllarda nasıl da can
derdine düşmüşler ve kurtulmuşlar.
Ülkeyi
yıllardır sıkıyönetimle askeri bir laboratuvara döndüren 12 Eylül darbesi paşalarını
savunmak inanılır gibi değil. Demokrasiye inanmanın, halkın başarma azmine
güvenmenin zerresi olmayan bu bildimciklere bakınca hangi ülkede yaşadığımı anlıyorum.
O
generalleri işte böyleleri, en kritik anda çıkıp savunduğu için bu ülkede 12
Eylül rejimi değiştirilemiyor. Bu nasıl bir bilgi pınarı ve nasıl bir
kanaat yelkeniymiş! Nasıl bitmez bir rüzgarı varmış! Hrant öldürülür vuran
temize çıkarılır, Ahmet Kaya hedef tahtasına konulur, sosyalizm yerden yere
vurulur...
Ama
hangi siyasi konum olursa olsun onlar adına tam yetkiyle konuşulur... Sosyalizm
de Atatürkçülük de milliyetçilik de bu yelkeni yellilerden sorulur.
Avluda
havalandırmaya çıktığımızda Erdal Eren’i görürdüm. Koyu renk ceket, gömlek, alnındaki
saçlarının bir bölümünü keçi yalamış gibi dik duran bir çocuk.. Benden üç yaş
küçük ama gerçekten çok küçük görünüyor gözüme.
Koca
köşe yazarı 12 Eylül’ü savunuyor, utanmadan. Ama bilmiyor ki, milyonlarca insan
saçları kısa kesilmiş o çocuğun 17 yaşında idam edilişini içine sindirememiştir.
Necdet
Adalı’yı tanımazdım hiç. Öyle denk geldi, avukat görüşüne birlikte çıktık.
Ertesi gün bu delikanlının idam edildiği haberi geldi.
Koca
köşe yazarı asayiş geldi diyor.
Halbuki
cezaevlerinde katledilenlerin toplumun üzerine serptiği acının şoku otuz beş yıldır
üstümüzdedir.
Diyarbakır
bütün acılarıyla orada duruyor. Yüzbinlerce insan içeride işkence altında
inleyecek, sen canım kurtuldu diye sevineceksin. Buna da asayiş diyeceksin.
Asayiş
gelmiş. Kürtlere konuşmayı yasak ettiler 1984’te. Adamlar otuz yıldır dağda.
Altmış bin kişi öldü.
Asayiş
gelmiş.
Bugün
Kenan Evren’e hakkını helal etmeyenlere akıl öğretme günü değildir.
Susun.
Cezaevi
avlularında ölümüne dayak yiyenlerden değilsiniz, acımızı anlamıyorsunuz bari
cav cav ederek, darbenin ne kadar iyi olduğunu söylemeyin.
Habis bir kendine güven irini görüyorum yüzünüzde. Her gün patlıyor.