ÖLÜMÜN KARDEŞİ

Clytaimnestra, Murder of Agamemnon. Pierre Guerin, 1817


 

Robert Schneider’in Uykunun Kardeşi adlı bir romanı vardır; ölümü anlatır. Aslında Tanrıça Nyx’in iki çocuğundan birinin adı Ölüm, öbürünün adı Uyku olduğuna göre, kim kimin kardeşi olarak tanımlanırsa tanımlansın durum değişmez: Ölümü ya da uykuyu anan herkes unutmaya vurgu yapmış olur. Çünkü ölümle uykunun ortak noktası unutmadır; Antik Yunan düşüncesinde Lethe Irmağı’nın suları üstünden geçtikten sonra, yahut mezara konulunca başlayan bu süreç ruhun zaman içinde uyanışıyla birlikte anımsamaya dönüşür. 

Demek ki unutma da anımsamanın kardeşidir.

Fakat uyuyan kişiyle ölen kişinin unutuşu eş güçte değildir. Ölümdeki unutma halinin dönüşü yokken uykununki geçicidir. Bu nedenle onları eş güçte kardeşler olarak göremeyiz. Ölüm tam uykudur, uyku ise birazcık ölmek.

Ölümün dönüşsüz bir unutuş olduğu gerçeği, bir ölüp geleyim diyene hiçbir koşulda rastlanmadığı için tartışmasızdır; bu nedenle ölümden sonra insan için hakikatin ne olduğunu bilemeyiz. Fakat uykuya gidenin belli bir süre için unutacağını biliriz ve onun bir uyuyup geleyim demesi bizde endişe yaratmaz.

Ne var ki, insanın bir de varoluşsal unutkanlığı vardır: Bir yaşantının üstünden zaman geçtikten sonra ayrıntılar aklımızdan silinir ve olaylar akılda başka türlü yer etmeye başlar. İnsan en çok yanlış anımsadığı şeyler yüzünden yalancı gibi görünmektedir. Şüphesiz, insanın yalancı olduğu için yanlış anımsadığı da söylenebilir.

İnsanın doğasından gelen bu varoluşsal unutuş beni çok etkilemiştir; ilkgençlik yıllarımdayken, annemle babam bebekliğimde geçen bir olayı bana ne zaman anlatsa bunu sanki başka birinin başından geçen bir olay gibi dinler, anlatılan şeyin belleğimde hiçbir yeri olmadığını görür ve buruk bir mutluluk duyardım: O anda bana bebeklik çağını hem yaşamış hem de yaşamamış olduğumu söyleseler yanlış olmazdı. Ta o zamandan fark ettim ki, insanın ilk yaşları sevinçli, coşkulu ve çağrışımlı bir uykuya benzer. Bebeklikle ilgili anımsanan şeyler kopuk kopuk anımsanan rüyalar gibidir. Bu nedenle gençlik yıllarımdan beri “yaşam bir rüya gibidir” diyen herkes gözüme yaşamın anlamını bulmuş bir filozof gibi görünür.

Zaman içinde baktım ki pek çok tanıdığım kişiyi unutuyorum, “Neydi onun adı?” diyerek düşünüyorum, üniversitedeki sınıf arkadaşlarımla karşılaşınca tanımıyorum, bazı insanlarla çok iyi dostluklar ettiğim halde onlar aklımdan çıkıyor: Bunun üzerine “İnsan geçmişini sürekli ölüyor” sözü çıktı geldi içime. Bunu bir romanımda, Kalenderiye’de, Venedikli tüccar Mazzone’ye söylettim. O gün bugündür geçmiş zamanı algılayışımızın, unutkanlıkla birlikte algılamak olduğu konusundaki görüşüm netleşti.

Bellek ve uyku birbirine zıttır; bellek silindikçe unutma ve uyku öne çıkar. George Orwell bu nedenle 1984’te, romanın baş kişisi Winston’a kayıp Londra’yı aratır, geçmiş sürekli olarak yok edilmekte, yaşam sürekli olarak başka katmanlar üzerinden akıp gitmektedir. Sokakların Ölümü’nü de benzer bir düşünceyle Kayseri’deki eski kültürün inşaat tanrısı tarafından ortadan kaldırılmasına ağıt olarak yazmıştım. Yalnız Kayseri değil, bütün şehirlerimiz son otuz kırk yılda inşaat ve yol fetişinin kurbanı oldu. Geçmiş dünyanın izleri silindi. Bu yeni kent anlayışına bakarak şu sonuca vardım: Şehirler de geçmişini unutur. Şüphesiz Roma ve Venedik bunu daha az unutmuştur; fakat kültürle ilişkisi basit bir hezeyandan ibaret olan her yer geçmişini tarihin karanlıklarına gömmüş görünmektedir. Bugünün İstanbul’u ile geçmişin İstanbul’u arasında uyku gerçeği ile gündüz rüyası kadar büyük bir fark vardır. 

Şüphesiz zaman içinde şehirlerdeki değişim kaçınılmazdır. Hem yapıların dayanıklılık süresi, hem yangınlar ve hem de savaşlar kentlerin geçmişini siler. Fakat en azından kültür katmanları arasında bir ilişki bulunur ve günümüz insanının da yeni katmanları bu eski bağlara göre kurması gerekir; çağımızda geçmişe ve bugüne yabancılık çekmeden yaşamanın yolu budur. Oysa etrafımız elli yıl öncesine kadar kimsenin bilmediği yüksek apartmanlarla, çok sayıda araçla ve teknik yeniliklerle kuşatılmış haldedir ve biz henüz bu kadar çok uyarıcının neleri ortadan kaldırdığına ilişkin sonuçları anlamış değiliz. 

Kültür katmanları arasında bir bağ olmalı, derken Troya’daki sekiz katmanı düşünelim. Bu katmanların birincisi ile ikincisi birbirine pek uzak olmayabilir ama sanırım altıncısı, yedincisi ve sekizincisi ilk katmana yabancıdır. Bu doğal bir ilerleyiş yoludur. Oysa günümüzde, değişim insanın gerçekle hayali birbirine karıştıracağı kadar hızlıdır ve geçmiş duygusunu yok etmektedir. Ben, geçmişi çok sevdiğimden değil, geçmişle bugün arasındaki değişim hızının sonuçlarının tehlikeli olabileceğinden korktuğum için böyle düşünüyorum. Muhafazakâr bir kişiliğim olmadığı halde bunlar için kaygılanmamın nedeni belki de bu ülkede gerçekten muhafazakâr denilen insanın olmayışıdır. Kendine muhafazakâr diyen kişilerin geçmişi yok etmedeki iştahı ve bütün insan, doğa, hayvan ve toplum odaklı düşüncelere karşı geliştirdiği taassubun korkutuculuğu bir başka hakikattir. Bu ülkede muhafazakâr yoktur, mutaassıp vardır sözünü yıllar önce söylediğimde tam da bunu kast etmiştim. Üstelik o gün bugündür düşünüyorum ve anlıyorum ki muhafazakâr denen kişilerin geçmişi unutmama ve koruma duygusunun yokluğu şaşkınlık bile uyandırmaz oldu. Şehirlerin ve dünyanın hızlı değişimi, muhafazakâr insanın ekonomik davranışını nesne fetişizmine kaydırdı, siyasal davranışı ise geçmiş için yaratılmış hayali bir söylemin inşası oldu. 

Böylece muhafazakar olmayanların tüketim ekonomisini reddetmek ve geleceği doğa yararına inşa etmekten başka bir hayali kalmadı. Bunu eskiyi anlayarak yapmak zorunludur, çünkü eski insanların yaşam bilgisi bize gereklidir; onları yinelemeye kuşkusuz gerek yok, ama onlarla aramızdaki bağı unutturmayan bir yol bulmak zorundayız. 

“Hititlerin sokaklarında neler varmış” diyerek dolaştığım Kaniş şehrinde yahut neolitik çağ insanını düşlemek için gittiğim Çatalhöyük’te izleri duran yaşam kültürü günümüzden o kadar uzak ki, bunu korkutucu buluyorum. Oysa çocukluğumda gördüğüm düz damlı kerpiç evler ve kağnılar neolitik çağa da Hititlere de bir yerinden dokunuyor. Dünyanın kırk yılda yaşadığı dönüşüm, insanın, doğanın ve hayvanların, sermayenin hedeflerinden daha önemsiz hale geldiği acımasız bir ruh halini inşa etmiş görünmektedir. Postmodern çağ, geçmişten o kadar hızlı koptu ki, geçmişi akılla kavrıyoruz artık, duyularla değil. Bu yüzden aramızda ortaçağın barbarları dolaşıyor. Bu kişiler, uykularda bir beliren zebanilere benziyor. Bu çağa alışamamış, apartmanda yaşayan neanderthal insanları gibiler. Televizyon kumandası kullanan maymun ve bisiklete binen ayı ile insan arasındaki fark azalıyor. Ortaçağdaki akılla bu çağda dolaşanların sorunlara ve çözümlere bakış açıları dünyamız için bir karabasandan ibaret. Çağımız gerçeğe bir türlü uyanamamış çoğunluğun dünyamıza yaşattığı ağır bir kabus içindedir. 

Çağımızda iyi ve kötü yetişmiş insanlar olarak bölündüğümüz, bunun toplumlar ölçeğinde de böyle olduğu akla getirilirse geleceğimizin çok parlak olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bugünkü şehirlere ve yaşam biçimlerine baktığımızda geçmiş yüzyılların devamı olan bir ülkede olduğumuzu söyleyemeyiz. Bizden önce başka biçimde yaşanmış kültürlerin coğrafyası üzerinde durduğumuzu aklımız almaz. Dinozorlar çağı ve hatta bir zamanlar bütünüyle sularla kaplanmış olan dünyamız basit bir fantastik hikayenin konusunu akla getirir. Bu nedenle dağın başında deniz kabuğu görünce ürperirim. Çünkü bu şimdiki zamanın uykusunda beliren bir yanılsamaya benzer. Geçmiş zaman, uykuda geçen zamanlar gibidir. Ha milyon yıl önce ha dün fark etmez, geçmişin yakın olanıyla uzak olanı arasında niteliksel olarak bir fark yoktur.

Demek ki insan ve kültürler gibi, doğa da unutur. Bu noktada Spinoza’ya uyarak “tüm varlığın hem ruh ve hem madde olarak aynı şeyden yapılı olduğunu” öne sürersek, unutma ve anımsamanın aynı hamurdan yapıldığını söylememiz de kaçınılmaz olur. Bu durumda en azından unutkanlığımızın doğamızdan geldiği tartışılmaz hale gelir ve uyku dalıp dalıp geçmişi unutan ömrümüzle barışmayı seçeriz.

Rüya Körü’nde insanın doğasındaki unutkanlığı, doğanın unutkanlığına benzetmesem de oradaki bazı bölümleri bu niyetle okuyabileceğimizi görmüyor değilim:

 

“İnsan daima unutur. Çünkü süreğen olarak geçmişte veya gelecekte duramaz. Yapabildiği tek Tanrısal eylem, hatırlamaktır.

Zamanın dayanılmaz ve üstün gücü, çığlıkları taşıyıp götürür uzaklara; doğmuş her şey karanlıklara dalar. Değerini ve gücünü kutsadığımız, kahraman saydığımız yahut saymadığımız ne varsa kaybolur. Yalnızca apaçık ortada olanlar görünmez ve gizlidir, hatırlayışın ışığına tutulana kadar.”

 

Uyku ve rüya ile uğraşan her insan aslında bir şekilde unutma ve anımsama konusuna gelip takılacaktır. Roman yazarının dolaştığı en temel kıtalardan biri uyku ve rüya olduğuna göre buradan kaçış olamaz. 

Unutkan Ayna’yı yazarken, doğamızdaki unutkanlığa itiraz etmek ve akılda tutmanın aklını çizmek için fotoğrafı bir bellek çengeli gibi kullandığım söylenebilir. Fakat bilindiği üzere, görüntüler çoğaldıkça onların da bellekte tutulamadığı, unutkanlığın yine öne çıktığı tartışmasızdır.

Yazılı şeylerin ölüme meydan okuduğu doğrudur, sözlü kültür ölüp gitmemek için yazıya geçirildiği kadarıyla korunmuştur; fakat yazıları okuyan olmadığı sürece onları anımsayan da olmayacaktır. Aslında bilim, sanat, din ve felsefe, sürekli belirip yok olan rüyalar gibi bir görünüp bir yok olan hiçlik malzemeleridir. Sonuçta katı olan her şey buharlaşacak ve geriye uyku bile denemeyen bir boşluk kalacaktır.

Doğmadan önce bilincimizin olmayışı nedeniyle, dünyaya uykudan uyanmış gibi geldiğimizi düşünmek bana hep çok dokunaklı gelmiştir. Doğumdan öncesinin hiçlik oluşu, ölümden sonrasını da hiçlik olarak yorumlamamızı koşullar. Fakat insan ölünce hiçliğe değil de uykuya gider gibi uğurlanır yine de. Uyuyan kişinin yanında konuşurcasına ölünün başında da konuşuruz, ölülerin arkasından, yaşadığı zamanlardaki halini anımsayarak sözler ederiz. Ölü, uykudaki insanla eş hizaya konulur. Onun doğumdan başlayarak ölüme kadar sayısız düş gördüğünü, bir yığın düşünce kurduğunu ve bir yığın yaratıcı fikri de yok ettiğini sezer ve o an yaşıyor olmamıza şaşarız. Ölünün yanındaki canlılığımız, kabus görenin başında bekleyen uykusuz kişinin erincini andırır. İnsan gözleri kapalı doğmuş ve en sonunda, gözleri kapalı gitmiştir. Rüyalarla geçen bir ömür rüya olmak üzeredir.

Belki de bu nedenle uyumak bizi korkutur: Çünkü bazı uykular ölüm provasına benzer.

İnsanlar şu ya da bu yüzden uyumaktan endişe edebilir. Kötü rüyalar görenler, hep aynı rüyayı görenler, nöbet tutanlar, araba kullananlar ve donmak üzere olanlar henüz ölmedikleri halde uyudukları zaman olacakları bilseler de uykuya karşı koyamazlar.

Şüphesiz uyanmaktan kaygı duymak da mümkün: Eskiden “Su, su!” diye inleyerek narkozdan uyanılırdı, şimdilerde o kadar zor değilmiş, öyle diyorlar. Bir de öldüğü sanılıp mezara konmak var; böyle bir uyanma halini düşünüp de korkmamak mümkün mü? Beni bunları söylerken bile ateş basıyor. 

İnsanın uykuya dalıp uyanamayacağından korkması yeni bir korku olmasa gerek; belki de çok derin kökleri vardır. Fakat ölümden uyanmak korkusu daha sarsıcı bir şeydir. Çocukluğumda İsrafil’in düdüğünü çalınca insanların uyanacağını, herkesin önce cehennemde toplanacağını ve boynuzlarının çıkacağını anlatmışlardı. Boynuzları çıkanlar meğer cehennem kapısından geçemeyecekmiş, boynuzları çıkmayanlar ise geçip gideceklermiş cennete. Böyle bir uyanış herhalde çekilecek dert değil.

Uyku, insanın bilinçdışı derinliğine baktığı bir anımsama yoludur.  İnsan uyurken dış dünyaya kapılarını kapatır ve iç dünyadakileri düşünmeye başlar.  Ne var ki bu düşünme çağrışımsal, simgesel ve örtüktür. Bu nedenle rüyaların çoğu daha uyanır uyanmaz unutulur.

Rüyalarda kendimizi de görürüz. Rüyalardaki eylemlerimiz kendi hakkımızdaki düşüncemizdir ama bunu başkalarının gözündenmiş gibi yansıtırız.

Roman tam da budur işte. İnsanlık ve kendi hakkımızdaki düşüncelerimizi biz söylememişiz gibi söylemek. Yapmamışız gibi yapmak. Yapmışız  gibi yapmamak.

İnsanın somut mekanla ilişkisi, geçmişi olmayan bir ilişkidir. Geçmişi adeta bağıran Kapadokya’da dolaşırken bile insanların salt şimdiki zamanla sınırlı olduğunu şaşırarak fark ederim. Bazıları kayaçlardaki doğa tarihinden habersizdir, bazıları kiliselerdeki donmuş zamandan; bazıları yalnızca balonla Kapadokya arasında bir çağrışım ilişkisine sahiptir, bazıları ise inşaat ve turizm rantından başka bir şey görmez.

Oysa benim Kapadokya ile ilişkim taşların uykusunu inceleme ve sakladığı rüyayı arama çabasıyla başlamıştır. İlk çekicin indiği kaya ve oradan püsküren tozlar, benim belleğimde canlanıp başkalarına gider. Kilise ressamları, keşişler ve dervişler; Kapadokya’nın şimdi bilmediği o bambaşka metaforlarla dolu heterodoksa benim hayalimle birlikte genişler. 

Bunları böbürlenerek değil, bir başka gerçeği işaret ederek yazıyorum: İnsanın doğası ne kadar unutkanlıkla içerili olsa da, sanatın doğası yeniden yaratmayla ve anımsamayla ilişkilidir. İnsan sanat yapıtında uykudan uyanır ama başka bir rüyayı kurar. Ben sanatı insanlığın rüyası olarak görürüm.

Oysa siyaset uykudan yanadır. 

Sanatın rüyası anımsatıcı ve ayartıcıdır; oysa siyaset uyuyanları sever, yapısı gereği sürekli olarak bir şeylerin yok olmasından yanadır.

Sanatsal eylem geçmişi, uykularımızı ve bilinçaltımızı bugüne serer. Bu nedenle ben geçmiş yüzyılları sevdiğim için değil, onların bugüne ve yarına düşen izini çok sevdiğim için tarihsel romanlar yazarım. Geçmiş olayların hangisinin iyi ya da kötü olduğunu belirlemek de bir sav ortaya koymak da romancının işi değildir. Romancı insan hakikatini tarihsel, güncel yahut fantastik bir atmosfer içinde arayan kişidir. 

Yazdığım bütün tarihsel romanlarda insanın uykuyla ve rüyayla kurduğu ilişkiyi hem dönemin ruhuna uygun olarak ele aldım hem de yirminci yüzyılla birlikte başlamış olan bilimsel bakışı elden bırakmadım. Çünkü bir yazar geçmişi anlattığında tam olarak geçmişin içinde duramaz. Bana kalırsa durmamalıdır da. Yapılması gereken şey geçmişi bugünden anlamaktır. Roman bugünün sanatıdır ve dolayısıyla ekseninde geçmişten çok bugünü anlamak vardır.

Günlük yaşamda uyuşuklar, çevikler, akıllılar, akılsızlar gibi bir de uykucularla uykusuzlar vardır. Uykucuları genelde tembellikle suçlarız ama hepimiz de uykuyu severiz. Uyuyanlardan uykusu azalan yaşlılar, kaygıyla uyananlar ve işi çok olanlar hoşlanmaz. Gereğinden fazla uyumak bir hastalıktan çok miskinliği, az uyumak ise sorunlu bir iç dünyayı işaret eder. Gene de hepimiz az uyuduğumuz ve çakı gibi sağlıklı olduğumuz bir yaşamımız olmasını dileriz. Çünkü çok işi olanlar, ders çalışanlar ve bir işi yetiştirmek zorunda kalanlar için uyku, boşa geçen bir zaman gibi görünür. Gençlik yıllarımda “keşke uyumasak da, ömrümüzü daha yoğun yaşamış olsak” dediğim aklıma geliyor. Oysa zaman geçtikçe uyku ile sanatsal yaratıcılık arasında derin bir bağ olduğunu anladım. Bu bağ, “uyku sevmekle” değil, “uykuyla”dır; çünkü uyku, insan düşüncesi için sorunların kavşağıdır. Oradan da bakarız hayata. Oradan da düşünürüz. Yataktan fırlayıp yazmak çok şaşırtıcı bir eylem değildir. 

İnsan uykuyla ilişkisini en çok rüyalar yüzünden sever; ulaşamadığı hayallere orada ulaşır, sevemediklerini orada sever ve bu yüzden öyle görünüyor ki, uykuda geçen zaman, yaşanmış ömre dahildir ve uyumakla yitirilip giden bir şey yoktur.

 

"Müstakil Eylem"

Uyku Üzerine 28 Kalem Darbesi adlı kitapta yayımlanmıştır.

Kara Karga Yayınları

Editör Tarhan Gürhan