SİBEL ORAL
Ödüllü yazar Gürsel Korat yeni romanı Uyku Ülkesi’nde gerçek ile düşü harmanlayarak 21’inci yüzyılın distopyasını ortaya koyuyor.
Sekiz romanın yanı sıra öykü, deneme, inceleme, oyun ve çocuk kitaplarıyla da geniş bir külliyata sahip Gürsel Korat. Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü, Ankara Üniversitesi Roman Ödülü ile Orhan Kemal Roman Ödülü’nün de sahiplerinden biri olan Korat’ın, 2016’da yayımladığı ödüllü Unutkan Ayna romanından sonra girdiği sessizlik süreci nihayetinde Uyku Ülkesi’nin (Everest Yayınları) yayımlanmasıyla son buldu.
Uyku Ülkesi’ne nasıl başladınız, hangi süreçlerden geçtiniz, nelerden nasıl etkilendiniz yani romanı yazarken sizin eşlikçileriniz nelerdi?
Temel eşlikçilerim: Zeytinlikleri söküp maden ocağına çevirenler, orman yangınları, insafsız ağaç kesimleri, nükleer santraller, maden faciaları oldu. Tarımdan uzaklaşıp yavaş yavaş apartman ülkesi haline gelmemiz de önemli bir etken sayılmalı. İstanbul Sözleşmesi bu romana ayrı bir güç verdi: Kadınlar için daha da zor bir evrede olduğumuzu bilerek kalemimi yonttuğumu söylemeliyim. Üstüne üstlük bu pandemi döneminde hastalanmam da başka bir etkendi, rüyalarımla gerçeklerim karıştı. Kısacası apartmanların ve şehirlerin yarattığı yıkımı yaşayan ve rüyalarla gerçeği karıştıran bir kadını bu koşullarda ortaya çıkardım ve anlattım.
Anlatıcınız Doktor Sevda Kül, bir anestezi uzmanı. Anestezi rüyayla gerçek arasında değişik bir boyut. Anlatıcınızın bir tıp uzmanı olmasının anestezi uzmanı olmasının rüya haliyle size göre nasıl bir ilişkisi var?
Anestezi uyutmayla ilgili olduğundan doktorun mesleğini bilinçli olarak seçtim. Üstelik doktor meğerki rüyasında Hipnosia (Uyku Ülkesi) adlı bir ödül almış. Uyku Ülkesinde rüyaların uykudan önce başladığı, rüyaların çağrışımlardan öteye geçip inşaatlar yüzünden tek tipleştiği gibi tartışmalar bile var.
Sizin rüyalarınızla ilişkiniz nasıl, anlatıcıda olduğu gibi sizin de bir rüya defteriniz oldu mu romanı yazarken?
Benim her zaman rüyalara özel bir ilgim oldu. Rüyalarımı yazdım, bunların dinamiği üzerinde düşündüm: Fakat hiçbir zaman rüyalara hayran olmadım. Benim için rüya bilinçsiz (istemsiz) düşünmedir. Çağrışımsaldır, bunlara bir keramet atfetmenin gereği yoktur. Rüya bilimsel olduğu kadar (hatta daha çok) edebi açıdan düşünmenin konusudur. Sanat yapıtlarını gündüz rüyası kabul ettiğim gibi, rüyaları da istemsiz sanat yapıtları olarak ele alabilirim. Benim rüyalarla ilişkim böyledir.
Romanda “Yazmak anlamaya iyi geliyor” cümlesinden yola çıkarak sormak istiyorum, size iyi geldi mi?
Anlamanın iyi yoludur yazmak. Başka bir dili öğrenirken, hitabeti geliştirirken, düşünceleri düzene koyarken yazmak çok önemlidir. Bütün bunları düşünceyi sıraya koymak için yapmalı, yazmayı fetişleştirmek için değil.
Herkesin “yazar” olduğu bu çağda “yazmak anlamaya” sahiden iyi geliyor mu ya da o noktaya geliniyor mu, oradan bakılıyor mu ya da niyet gerçekten bu mu sizce?
Başka düşünceleri yazıp onlarla çarpışmaktan, üretici bir yazmadan bahsediyorum ben; hep kendini yazmak ve “ne olursa olsun yazmak” bir bencilliğe işaret olabilir.
Satır aralarında günümüz Türkiyesinin gündem olan- olmayan, toplumsal ve siyasi sorunlarıyla da karşılaşıyoruz, bir bakıma ince ince işlenen eleştiri de var.
Tüm distopyalar gibi. Bu çağda kim bir kâbus görmediğimizi düşünebilir? Yine de romanda tam bir distopyadan yana olmadım, umudu ekledim karanlık düşüncelerin arasına. Erilliği ve kabalığı eleştirdim, kadınları ve nezaketi öne çıkardım.
Evet erkek karakterler var elbette ama kadınlar daha fazla romanda. Kadınların yüksekten atılma süsü verilen cinayetlere kurban gitmesi, suçüstü yakalanan ama kadını suçlu çıkaranlar, kadın olarak yaşamanın getirdiği güçlükler aklında kalıyor Sevda Kül’ün ve rüyaları gerçeklikle bağını hiç koparmıyor. Bir erkek yazar olarak tüm bunları yazmanın sizin için anlamı nedir?
Beuavoir’ı on yedi, Engels’i on sekiz yaşımda okudum. Ailede, sokakta, gelenekte cinsiyet kalıplarıyla hep savaştım ve erkeklerin kadınlar karşısında oynadığı rolün, efendinin köle karşısında oynadığı rolle aynı olduğu görüşüne içtenlikle onay verdim. Kadın erkek ilişkilerinde şiddetin egemenliği çok bilinen bir şey. Eril saldırganlık bir eylem olarak değil, kavram olarak da erkeğin fikrinden silinmedikçe, cinsiyetler arası eşitlik bir hayal olur. Bu nedenle yüksekten atılan, öldürülen, tecavüz edilen kadınlar hepimizin sorunudur.
“Yaşadığım şeyler toplumca yaşadıklarımıza benziyor: Çevremizde öylesine işler döndürülüyor ki, parça parça bazı şeyleri anlıyoruz ama bütünü kavramamıza engel olan temel bir mantık yasası var: O da anlamak yasaktır sözüyle açıklanıyor (…) Bir toplumda rüyada görülenlerle yaşananlar arasında bir fark yoksa oranın adı Uyku Ülkesi’dir” diyor anlatıcımız. Bu alıntıya dair söyleyecekleriniz de bu röportajın finali olsun.
Hangimiz bugünlerde “Böyle bir şey olabilir mi?” diye sormadık? Kim “Bu yaşananlar ancak rüyada olur” demedi? Uyku Ülkesi’ni yazarken zeytinlikleri yok edip maden ocağı yapanları, ağaçları söküp baraj inşa edenleri, tarlalara apartman dikenleri, olmadık yerlerde havaalanı açanları çok düşündüm. Anladığım şu ki, apartman, inşaat, köprü ve yol için çok elverişli bir iktisat düzenimiz var. Bu gibi işler için hemen kredi bulunuyor ve dünya kısa sürede büyük kârlar için mahvediliyor. Adım başı cami yapmak bile inşaat ihalesiyle, para kazanmayla ilgili; din sömürüsü bu işi kolaylaştırıyor. Çünkü inşaatın yapılması kolay, uzay teknolojisi istemiyor ve çok kârlı. Ben buna “New York’un dünyaya ihracı” diyorum. Yıllardır Osmanlı mimarisi ile övünenler, “şehir” sözünü dilinden düşürmeyenler işte böyle batağa saplandı: Para için o görkemli tarihimizi mahvettiler. 1996’da Sokakların Ölümü’nü yazarken bu tehlikeyi işaret etmiştim. Kısa sürede haklı çıkmanın acısı içindeyim. O yüzden söylemem gerek: Yetsin bu betonun, paranın ve hastalığın egemenliği.
Oksijen, 11 Mart 2022