Ankara Kalesi’nde Ankara manzaralı bir mekanda Gürsel Korat ile buluştuk. Sosyodrama’da Gürsel Korat ile Ankara’yı konuşacaksak bu mekan tam bize göreydi. Mekan seçimi elbette bilinçli bir tercihti. Ancakoturduğumuz yerin hemen karşısında bulunan, Selçuklu mimarisinin önemli örneklerinden Arslanhane Camii’nin röportajın can alıcı noktasını oluşturacağı aklıma gelmezdi. Gürsel Hoca, konuşmanın ortasında aniden bu güzel camiyi işaret etti ve Ankara kamuoyunun gündeminde uzun süredir yer tutan İller Bankası ve cami tartışmasına, Arslanhane Camii vesilesiyle farklı bir açıdan temas etmiş olduk. Bir gazeteci için de okuyucu için de önemli olan budur sanırım…
-Öncelikle
bulunduğumuz bölgeden başlayalım. Ankara Kalesi ve çevresini değerlendirebilir
misiniz?
Ankara Kalesi ve çevresi benim için iki anlam
taşır. Birincisi, daha önceki uygarlıklara ışık tutması yönünden… İkincisi de
kale çevresinde gelişen yeni Cumhuriyet algısı yönünden… Ben yazarlığımın
yönelimleri nedeniyle daha çok birincil olanla ilgiliyim.
-Bir
yazınızda Ankara Kalesi’ni Akropolis olarak değerlendirmiştiniz yanlış
hatırlamıyorsam…
Evet. “Kent merkezi” ve “kale kent” anlamında
bunu kullanıyorum. Bizim bütün coğrafyamızda, Yunan anakarasında ve belki biraz
Suriye ve İran içlerinde Akropolis mantığına
göre kurulmuş şehirler vardır ama bu anlayışın asıl ruhunun bu topraklarda
şekillendiğini düşünüyorum. Yüzyıllar sonrasında baktığımızda sanki bir el
bütün tepelere Akropolisleri koymuş, sur içine şehirleri almış ve bir yaşam
tarzı şekillendirerek bunları bize miras
bırakmıştır. Biz de isimleriyle beraber yüzyıllar boyunca bu şehirlerde
yaşamışız. Türkiye’deki şehir adlarının istisnası pek az, bazıları son 100
yılda değiştirildi ama hepsi eski çağlardan kalma adlarıyla (Yunan, Latin,
Ermeni) anılmaktadır. Bu şehir adları bizim tarihsel mirasımızdır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin başkentinin adının da “Ankara” olması, yani tarihsel köklerden
gelen bir isimle kullanılması çok önemlidir.
-Son
dönemde Ankara Kalesi ve çevresinde yapılan düzenlemeler var. Birçok tartışmayı
da beraberinde getirdi.
Yıkılmaması gereken yapıları yıkıp yerine cami
yapan bir anlayışla burun burunayız. Bu başka bir ideolojik yaklaşım…
Dolayısıyla konuyu buradan tartışmaya başlamalıyız. Türkiye’de şöyle bir sokak
boyunca yürüyüp 1920’lere eksiksiz değme olanağı yok. Oysa Venedik’te 1220’lere
bile değersiniz. Ankara Kalesi’nden aşağı inerken bir neo klasik görüyorduk.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarını ve daha öncesini temsil ediyordu. Oysa
giderek bunlara rastlamaz hale geliyoruz.
Ulus’tan
bahsediyoruz değil mi?
Ulus’tan bahsediyoruz. Bir üçgen var burada. Bu
üçgen içinde bulunan yapıları korumanız gerekiyor. Bölgede ille yıkacağınız
yerler olacaksa, Dışkapı’ya doğru giderken o yüksek katlı binaları yıkıp Roma
Hamamı’na kadar olan alanı açmalısınız. Neden gelip İller Bankası’nı
yıkıyorsunuz, cami yapıyorsunuz? Öte yandan, bu kubbeli mimari Ankara’nın
mimarisi değildir. İstanbul’un, payitahtın siluetidir!
Bu
nokta önemli… Yani Hergele Meydanı’na yapılan cami Ankara’nın mimarisini temsil
etmiyor diyorsunuz…
Evet. Bakın, şu an Ankara Kalesi mevkiindeyiz.
Karşımızda Arslanhane Camii ve onun külahlı türbesi var. İşte Ankara’nın gerçek
silueti, camisi budur. Bir siluet oluşturacaksanız bunu hesaba katmalı,
kubbeyle, modernle sentez yapmalısınız. Ağzımızı her açışımızda “Anadolu
ağırlıklı olarak Selçukludur” diyorsak her tarafa Osmanlı’yı konduramayız.
Çünkü Selçuklu’nun torunları Roma’dan mimari geleneği devir aldılar; onların
yapmadığını siz buraya koymamalısınız.
Söylenenlerle
yapılanların farklı olmasından kaynaklı tezat bir tablo görüyorsunuz o zaman…
Kesinlikle. Tam bu noktada biraz da fetih
anlayışına değinmek gerekir. Mesela Ayasofya mimarisi nedir? Bazilikadır, kilisedir.
Yani “Biz Ayasofya ve Aya İrini’yi elinizden aldık” dedik adamlara. “Bu mimari
size yasak, bir daha böyle yapılarda ibadet yapamayacaksınız” dedik. Hal böyle
olunca, Hristiyanlar 500 yıl boyunca kiliselerini başka formlar içinde yaptılar.
Bundan Osmanlı çağında gelişen bir Hıristiyan sanatı doğdu. Biz ne yaptık? O
kilise formunu aldık, yeni katkılar ve
düzenlemelerle Türkiye’nin en ücra köşesine kadar yaydık. Bunu eleştirmiyorum ben,
tam tersine, ne olmuşsa olanı söylüyorum. Cami mimarisi bizim bu topraklarda
karşılaştığımız Roma’nın formudur.
Yani
hocam Türkiye’nin dört bir yanına kilise mimarisi mi yayıldı?
Osmanlı sentezinden geçmiş haliyle evet.
Bunlar kilise değildir ama mimari belleğinde kilisenin geçmişi durur. Bakın
biraz önce de söyledim. Karşımızda Arslanhane Camii var. Bu caminin mimarisi Selçuklu
mimarisi olduğu için ve Osmanlı fetih anlayışını yansıtmadığı için beğenilmiyor,
köhne gösteriliyor. Kubbeli minare daha emperyal gözüktüğü için bugün tercih
ediliyor. Oysa kubbeli mimari İstanbul’un, Balkanlı geçmişimizin siluetidir. Bu
mimariyi Üsküp’de, Balkanlarda ve Edirne’de görebilirsiniz. Bursa’da bile olaya
dikkatli bakmak gerekir. Bursa’da Ulu Cami’nin eski mimari hatıralarını yok
etmeden korumuşlar ve kubbeler yapıp üstünü kapatmışlardır. Kayseri’deki
camilerde de aynı durum söz konusudur. Eski mimariyi yok etmeden kubbeler
yapılmıştır. Osmanlı’nın bozmadığını bizler ne hakla bozabiliriz?
Şuna
açıklık getirmek gerek sanırım. Hergelen Meydanı’nda İller Bankası’nı yıkarak
yerine inşa edilen kubbeli cami, Selçuklu ve Osmanlı mimarisini yansıtmıyor.
Doğru mu anlaşılıyor?
Doğru. Yansıtmıyor… Bence Ayasofya’dan sonra
oluşmuş sentezi gösteriyor. Herkes Ayasofya’ya baksın sonra da diğer camilere
baksın. Camilerin hepsi Ayasofya’nın izdüşümüdür. Bu gerçekleri neden
konuşmuyoruz? Jüstinyen çağından kalma bir kilise modeliyle neden her yere cami
yapılıyor? Bu yapılar zamanında İstanbul’a
yapılmış ve beş yüz yıllık süreç içinde çeşitlenerek farklılaşmıştır. Dolmabahçe’ye bakın, Tophane Nusretiye’ye
bakın, Cihangir’e bakın. Osmanlılar da hep aynı cami biçiminde ısrar etmemiş. Şimdi
şu çağda, erken Osmanlı çağı camisinin modellenmesi anlaşılır gibi değil.
Osmanlı’yı
yeniden anlamak gerek o halde?
Osmanlı’yı anlayacaksak tarihe bilerek bakmak
gerekir. Osmanlı’da yaratılmış birçok mikro kültür vardır. Osmanlı’yı modern
devlet gibi tasavvur edemezsiniz. Modern devlette nasıl millet duygusu, tek
kültürlülük varsa Osmanlı’da da öyle olduğunu zannedemezsiniz… Osmanlı
İmparatorluğu’nu özleyenler, nüfusunun yüzde 40’ı Hıristiyan olan o toplumu
değil hayali bir şeyi özlüyordur. O
toplum Türkçenin Yunan, İbrani, Ermeni ve Arap harfleriyle yazıldığı, başka
kültürlerin kendi dillerinde ve dinlerinde yaşadığı bir başka bir ülkeydi. Onu geri
getirmek Ankara Kalesi’ndeki sinagogu, Ermeni mahallesini ve kiliseleri yeniden
getirmek anlamına gelmez mi? Rumlar,
Mevlevihane, Halveti Dergahı, Bektaşi dergahı... Bütün diğer tarikatlar...
Bunlar geri mi gelecek? Geçmiş başka bir
ülkedir, gelmez . Üstelik oraya gidilmez de. Sadece sahtesi yapılır. Benzeyeni
değil.
Anlaşılan
muhafazakarların ciddi bir sorgulama yapması gerekiyor.
Türkiye’de muhafazakar yok… Ben bunu eskiden
beri söylüyorum. Türkiye’de muhafazakar olmadığını geçmişi muhafaza eden bir
anlayışın olmayışından çıkarıyorum. Eğer muhafaza edilmiş olunsaydı
Türkiye’deki şehirler bir şekilde korunmuş olurdu. Ama öyle değil. Nereden
bakarsanız bakın, özellikle 1950’den itibaren yani Demokrat Parti’nin
belediyecilik anlayışıyla olan oldu. O
tarihten beri şehirlerin ortasından dozerlerle geçiyorlar. Yıktıkları yerlerin
adlarını da Vatan Caddesi, Millet Caddesi koyuyorlar. Buralardan rant ortaya
çıkıyor. Dolayısıyla yıllar içerisinde muhafazakar kavramı, siyasal olarak
sağcı ama kavramsal olarak mutaassıp olan bir noktaya geldi. Türkiye’de
muhafazakar yoktur, mutaassıp vardır.
Gazete Ankara Keçisi Sayı 5 Ağustos 2017