Roger Fry, Virginia Woolf
Gürsel Korat
Virginia Woolf Kendine Ait bir Oda’da, “kadınlar neden yoksuldur” diye sorar. Kitabı okudukça bu yoksulluğun ne “hak edildiğini” ne de “kazanıldığını” düşünürüz; yoksulluk, kadınlara zorla verilmiştir. Woolf’un yaklaşımı yoksulluğun yalnızca iktisadi bir kavram olmadığını esinler: Yoksulluk, özellikle kadınlar için entelektüel araçlardan kısıtlanmak ve “günlük yaşama özgürce katılma hakkı”ndan yoksun bırakılmaktır. Pratik bir söyleyişle, kadınlar için yoksulluk hem iktisadi, hem toplumsal hem de ruhsal bir kavramdır! Bu nedenle Woolf, kadınların kütüphaneye yanlarında erkek olmadan girecek olsalar, kapıdan geri çevrilmesine öfkelenir, çoğunlukla kadın aşkını anlatan kitapların konduğu bu yerlere kadınların giremeyişinin garipliğine işaret eder. Woolf, keskin zekâsıyla, “Kadınları anlatan kaç kitabın erkekler tarafından yazıldığı” sorusunu da sorar: Pek azı kadınlar tarafından yazılmıştır. Bunun nedeni de, erkeğin dev aynasında duran benliğidir; çünkü bu benliğin yücelmesi için, önünde bir cücenin durması gerekir.
Anaların yüceltilmesi veya âşık olunan kadına adeta tapınılması gibi durumlar nedeniyle, sıradan insanların ve hatta kadınların çoğu, kadın köleliğini fark edemez. Erkek egemenliği kadının köleliğini örter; bunun nedeni aşk sözü söylemede serbest bırakılanların erkek oluşudur. Söz, aklın düzenini kurar. Erkek aklın düzeni, kadını bedenine hapsetmiştir. Bu ister onu alıp satarak, ister sadece erkeği için örterek yapılsın, kadın erkeğin düşünsel ve bedensel mülkü haline gelmiştir. Nasıl ki mülk sahibi mülkü hakkında konuşur ama eşyalar “sahip hakkında” konuşamazsa, kadının aşkını konuşması da ayıptır. Herhangi bir mülkiyet nesnesi yalnızca gösterilir; onun konuşması değil, kime ait olduğunun gösterilmesi beklenir. Kadının aşkı konuşması bu nedenle bugün de hafiflik sayılır; çünkü mülkiyet düzeniyle erkekliğin zihin kalıpları aynıdır. Kadınları anlatan kitapların çoğunlukla erkekler tarafından yazılması, gerçekte âşık olunanın değil, aşk için çile çekenin övülmesi anlamına gelir ve çelişkilerle doludur. Böyle bir yüceltme aslında hor görmeyi içinde taşır. Bu, Türkiye roman tarihinden bir örnek vermek gerekirse, “erkeğe ait alanların” ayrılmasıyla mümkün olmuştur: Elinin hamuruyla işe karışanları Aslıhan bile olsalar Kemal Tahir affetmez; Peyami Safa ise “kolayca etkilenebilir olduğu” düşüncesiyle kadınları açıkça aşağılar.
Kadını öven erkek, şüphesiz çok güzel aşk sözleri de söylemiştir. Fakat erkeğin önünde yalnızca kendi tarihinin söz düzeni içindeki kavrayış olduğundan, sözlerini erkekliğin ideolojik algısındaki “kadına söylenebilecekler” listesinden seçer. Virginia Woolf’un ifadesiyle “yükselen her bir sesin ardında aslında kitlelerin deneyimi durur.”
Erkekler kadınları iyice tanımasalar bile ne söz söyleyeceklerini tanırlar; hiç aşk yaşamamış olanlar bile kadına hangi aşk sözleri edileceğini öğrenmişlerdir. Şüphesiz erkeklerin böyle davranacağı kadına da öğretilmiştir; dolayısıyla bütün cinsellik tarihi erkekliğin fantazyalarıyla süslenmiş aşk sözleri tarihidir: Kadın, aklından önce bedeniyle (“güzellik, çekicilik”) anlatılır ve öyle değerlendirilir. Erkeğin dili, kadın bedenine açık, kadın bilincine ise kapalıdır. İyi kadın erkeğin değerlerini yüceltendir; Tanrı’nın erkek suretinde tasavvur edildiği bir dine bağlıdır, erkek değerlerini savunur, oğlunu ve kızını erkeklik dünyasının yapısına uygun olarak yetiştirir. Bedeninde kadın cinsiyeti dursa da ruhunun kalıbı erkeğinkine göre çıkarılmıştır.
Bu sebepten her türlü cinsiyet fikrinin ötekini de içermesi gerektiğini öneren Woolf haklı görünmektedir. Bu yargıyı biraz derinleştirirsek şöyle bir önermeye varabiliriz: Herkes öteki cinsiyetlerle bir şekilde empati kurmalı ve başkalarını yargılamaktan çok kendi kişisel alanının haklarıyla ilgilenmelidir.
Yıllar önce yazarın cinsiyeti bağlamında davranmasının yanlış olduğunu, kendini bütün cinsleri aşan bir dördüncü cins olarak düşünmesi gerektiğini yazmıştım. Şimdi ise kendi cinsine göre “eyleyen” her insanın, öteki cinslerle ilgili yargısında nötr bir dil tutturması gerektiği önermesini bu düşünceye ekliyorum. İnsanın ahlaki ödevi yalnız yazar olarak değil, günlük yaşamın bütün alanlarında, cinsiyetle ilgili kavramlaştırmaları nötr ve cinsiyetsiz bir lügattan seçmektir. Bu duruş, kamusal alanda dinsel kanaatlerle davranmayı reddeden seküler bilincin tamamlayıcısıdır.