G.Korat, 2010, Paris
Baudelaire'in modernist bir tepki ile tutkuları ve karar verebilme gücünü yüceltmesine karşılık romantizmin özveri ve kendini adayışı yücelttiğini yazan Benjamin, benim neden flâneur'ün yolundan gidemeyeceğimi de açıklamış oluyor: Çağımızda tutkular ve karar verebilme gücü artık yalnızca bilgiyi ve sermayeyi elinde tutanların yapabileceği şey. Oysa küreselleşme ile sürekli bir azınlık lehine yükselen refah, çoğunluk için acı ve mutsuzluktan başka ne getirdi? "Kırlarda" yüz binlerle ifade edilen ölümler başlamadı mı? Afrika tükenmedi mi? Güney Asya bir lânetliler diyarı haline gelmedi mi? Bu dünyada tutku ve karar verme gücü taşımak yerine, insanlık değerlerine ve özveriye kendini adayıştan başka yüceltilebilecek daha değerli bir şey kaldı mı?
Çokluk denizinde yunmak herkese
vergi değildir: Bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak; beşiğinde bir periden
kılık değiştirme, maske zevkini, ev kinini, yolculuk tutkusunu almış kişi,
yalnız o kişi, canlılıkta kana kana sarhoş olur, hem de insan türünün sırtından
sağlar içkisini. Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telaşlı bir
kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.
Charles
Pierre Baudelaire[1]
Gürsel Korat
Walter Benjamin, pasajlar üzerine denemelerinde özellikle
"flâneur" kavramı üzerinde durur ve Baudelaire incelemesini bunun
üzerine kurar. Kent ile edebi hakikat arasında nasıl bir ilişki vardır?
Duygular ve algıları biçimleyen toplumsal varlığın caddeler ve sokaklarla
ilişkisi nedir? Kent romantiği nedir?
"Pasajlar"ı Türkçeleştiren Ahmet Cemal, flâneur
sözcüğünün Fransızca'da "avare gezgin" anlamına geldiğini ve
"avare dolaşırken aynı zamanda çevrenin izlenimleriyle düşünce üreten
kişi" demek olduğunu yazıyor.[2]
Paris Jouffroy Pasajı
Öte yandan flâneur'ün anlamı pasajlarla da ilgili görünüyor.
Geniş kaldırımlar ve pasajlar yapıldıktan sonra flâneur'ün ortaya çıktığı
anlaşılıyor. "Flâneur, geniş kalabalıklar arasında sıkılmayan, kendini
bina cephelerinin arasında evindeymiş gibi duyumsayan kişidir. Flâneur
görünüşte tembel, özünde bir gözlemcinin uyanıklığı ile donanmış kişidir."
Çünkü pasajlar modernizmin simgesidir, bilimin keskinliğini
ve geleceğe güvenini simgeler. Baudelaire de, bilimle felsefenin birlikte
ilerlediğini düşünen bir edebiyatçı. Ona izlenimlerini kent kalabalığı içinde
"damıtan" dışa dönük bir yalnızlık düşmüştür. "Kalabalık"
diyor Benjamin, "lânetlinin yalnızca en yeni sığınağı değildir; aynı
zamanda toplumdışı kılınmış insanın kullandığı en yeni uyuşturucudur. Flâneur,
kalabalık içerisinde yaşayan, terk edilmiş kişidir."
Demek ki flâneur, tüm sınıf ve katmanların aynı kent
merkezinde toplanabildiği, tek merkezli, on dokuzuncu yüzyıl kentine ait bir
kavramdır. Oysa çağımız “çok merkezli” şehirler çağıdır ve kent avaresinin,
yalnızlığını sınayacağı pek çok pasaj, kredi kartı olmayanlarla yüzleşmeyecek
kadar sterilize olmuştur. Günümüzde flâneur kavramını bilecek avare
kalmamıştır. Artık flâneur kavramı, bunu yakasına bir fiyaka olarak tutuşturan
şımarık burjuva çocuklarının entelektüel sakızıdır.
Çünkü bu hız çağında entelektüelin kent kalabalıklarından
bir düşünce damıtması olanaksızdır. Olsa olsa duygu damıtır ki bu da ancak hız
duygusudur. Hız arttıkça algılama yavaşlar; modern kent algısız duyguların,
coşkuların ve düşünce boşluğunun mekânı haline gelir.
Düşünce üreten kişi kent kalabalığını sevemez artık; çünkü
kent kalabalığından bilime ve sanata ilişkin sonuçlar çıkarması güçleşmiştir.
Kent ve birey ilişkisinin nevrotik doğası onu ürkütür, ancak köye
yerleşemeyecek kadar kentli olduğu için iki bunalım arasında sıkışmıştır; henüz
köy yalnızlığı ile kent kalabalığı arasında yeğlenecek bir ara nokta yoktur.
Ancak yine de, Marx'ın Manifesto'da öne sürdüğü "kırsal
yaşam aptallaştırır" tezinin çok yakın bir gelecekte geçersiz hale
geleceğini düşünüyorum. Bunu Başkalaşım adlı öyküme konu edecek kadar
benimsediğim için[3]
rahatça “kuramını” da yazabilirim: Çok yakın bir gelecekte teknolojinin, kırsal
alanı "zenginlerin yeri" haline getireceğinden eminim. Yüksek
apartmanlar ve kalabalık şehirler, geniş bahçeli yüksek duvarlı kır evlerinin
karşısında "proletaryanın mekânı" rolünü oynayacak. Kırlar burjuvazi,
kentler proletarya ve orta sınıf arasında bölüşülecek. Kent, postmodern dünyada
aptallığın ve nevrozun mekânı rolünü oynayacak. Kentliler kırda doğup
büyüyenlerin bebeklerine gıpta ile bakacaklar, çünkü onların beton saksıda
büyüttükleri çiçek her halükârda solgun olacak.
İşte ben, bu, kentleri aşan yaşam biçimlerinin
gözlemcisiyim; tıpkı flâneur gibi gezip gördüklerimden içsel bir sonuç
çıkartırım, ancak ne geniş bulvarlar mekânımdır ne de metro kalabalıkları. Ben
birbirini ezercesine kent dışındaki özel sitelere yığılan insan kalabalıklarını
izleyip bundan acı kehânetlere varırım. Yeni kentleşme mantığı, şehir
merkezindeki pasajın veya çarşının sonunun geldiğini gösteriyor; kentler, uydu
kentler arasında paylaşılarak sınıflar arasına kesin çizgiler çekiliyor. Yeni
uydu kentlerde, oyuncakçıdan parfümeriye, lokantadan bara kadar her şeyi içeren
"pasajlar" merkez nokta olarak düzenleniyor. Ortaçağda dinsel yapı
merkezde olurdu. Burjuvazi kamusal alanın merkezini devlet değil, sermaye
haline getirerek çok köklü bir kopuş gerçekleştirdi ama en azından, ilk burjuva
kent düzeninde sınıf farklarının altı bu kadar çizilmemiş, insanlar ayrı
mekanlarda alışveriş etmeye yönlendirilmemişti. Parası olmayanlar vitrinlere
bakıp kalıyor, "kelle fiyatına hürriyet" diyerek bağırabiliyordu. Burjuva kent
merkezinde, avare ile burjuva, serseri ile iş güç sahibi kişi, birbirinin
ayağına basabilirken, postmodern dönem burjuva kentinde, insanlar beğenileri
bile birbirine benzeyen gruplara dönüştürüldü; şehir siteleri, sınıfları,
kültür gruplarını ve hatta cemaatleri birbirinden ayırdı. Charlie Chaplin'in
"Şarlo"suna, onun filmlerindeki polise ve yumurcağa, açların tokların
suratına pasta geçirdiği, tokların haliyle eğlendiği sahnelere gerek kalmadı;
bunlar tokların toklar arasında gerçekleştirdiği eğlencelere dönüşürken,
yoksullar arasında hayal bile edilemez hale geldi.
Böylece kent, farklılıklardan güç alarak dinamizm kazanan
insanların ortak mekânı olma özelliğini yitiriyor; hep benzer şeylere ilgi
duyan insanların, aptallaştırıcı tekdüzeliğinin mekânı oluyor.
Baudelaire çağında kent, gelişmenin ve modernist ilerlemenin
simgesiydi. O çağda kent övgüsü anlaşılır bir şeydi. Ama günümüzde, bu
koşullarda kent övgüsü yapmak için azıcık sersem olmak gerek. Çünkü kentler,
artık insanlığın geleceği olmaktan çıktı.
Atina Kolonaki'de Bir Pasaj
Baudelaire'in modernist bir tepki ile tutkuları ve karar verebilme gücünü yüceltmesine karşılık romantizmin özveri ve kendini adayışı yücelttiğini yazan Benjamin, benim neden flâneur'ün yolundan gidemeyeceğimi de açıklamış oluyor: Çağımızda tutkular ve karar verebilme gücü artık yalnızca bilgiyi ve sermayeyi elinde tutanların yapabileceği şey. Oysa küreselleşme ile sürekli bir azınlık lehine yükselen refah, çoğunluk için acı ve mutsuzluktan başka ne getirdi? "Kırlarda" yüz binlerle ifade edilen ölümler başlamadı mı? Afrika tükenmedi mi? Güney Asya bir lânetliler diyarı haline gelmedi mi? Bu dünyada tutku ve karar verme gücü taşımak yerine, insanlık değerlerine ve özveriye kendini adayıştan başka yüceltilebilecek daha değerli bir şey kaldı mı?
Flâneur değilim ben, kentlerden umudunu kesmiş bir
kentliyim; estetiği daha çok geçmişte, aklı gelecekte arayan bir romantiğim.
[1]Baudelaire,
Paris Sıkıntısı, Çev. Tahsin Yücel, s.27 Adam Yayınları İstanbul 1982
[2]Walter
Benjamin, Pasajlar, Çev. Ahmet Cemal, s. 81, Yapı Kredi Yayınları İstanbul,
1995
[3]Bkz.
Gürsel Korat, Gölgenin Canı, Can Yayınları, İstanbul 2004 ve Ayrıca iki kitap bir arada basılan Dalgın Dağlar YKY 2017
YKY Kitaplık Sayı 113