I
Edebiyatta devrim eski biçimler ve biçemlerden kopmaktır. Edebiyat devrimcisi bu açıdan
bakıldığında, geçmiş siyasal kültürden ve yönetim süreçlerinden kopmayı
hedefleyen siyasal devrimciyi akla
getirir. Ne var ki bu yalnızca zihnimizin bir yakıştırmasıdır, çünkü hangi
döneme bakarsak bakalım edebiyat devrimcisi ile siyasal devrimci paradoksal bir
biçimde ayrıktır. Hatta daha kesin bir ifadeyle, siyasal devrimci (özellikle
iktidara gelen devrimci) edebiyatta gelenekçi saflara yerleşmiş kişidir;
yeniliği sevmez ya da en azından yeniliğe ilgisiz kalır.
Devrimler tarihinden anladığım
kadarıyla, siyasal devrimlerin bütün yenileyici ve dönüştürücü karakterine
karşın, siyasal devrimciden bir edebiyat devrimcisi çıkmıyor. Siyasal devrimci,
toplumu işaret edip bağırıyor: Ajitasyon
ve propaganda isterim! Çünkü siyaset her zaman sanatçının siyasal gücün
yanında durmasından ve sanat yoluyla propaganda yapmasından yanadır. Fransız, Çin,
Rus, Türk, Yunan ve Doğu Avrupa devrimlerinin edebiyata bakışı düşünüldüğünde bu
istek dolaysız ve apaçık görülür.
Fransız Devrimi çağında
melodram öne çıkmıştı; melodram, duyguları anlamsız derecede abartmakta, olayları
iyi ve kötü arasında paylaştırarak öyküyü duygu yüklü bir farsa dönüştürmekteydi.
Kurtarıcıların ve raslantıların fazlasıyla öne çıktığı bu anlatı türü, daha
sonra ulusal edebiyatlara yerleşti: Yunan ulusal edebiyatı üstün kahramanların
övgüsüne ve Türkleri ötekileştirilmesine dayanmaktaydı. 1908 Devrimi’nden sonra
doğan Türk “Milli Edebiyat” akımı da İttihat ve Terakki’nin Turan’ı icat
etmesine bağlı olarak “çevremizi sarmış düşmanlar” söylemi içinde Yunan,
Ermeni, Arap, Sırp, Rus ve Bulgar düşmanlığını körükledi. Bu edebiyat da kaçınılmaz
olarak “eşşiz Türk kahramanlığı” söylemine dayanıyordu.
Fransız Devrimi’nin
etkisiyle yayılsa da klasik edebiyattan alınan bu kahramanlık mitosu ve
kötülükler farsı, sosyalist devrimler çağını da etkiledi. Yirminci yüzyıl, yalnız
büyük edebiyatçıların çağı değildir; o aynı zamanda siyasetçilerin alkışlarıyla
edebiyatçı koltuğuna oturan milliyetçi, dinci veya sosyalist propagandacıların
altın çağıdır. Bu yüzyıl iktidar kavramıyla zehirlenmiştir, siyasal iktidara payanda
olmuş edebi iktidarcıklar bu yüzyılda kurulmuştur. Özgürlükçü yazarlar sanatın
özerkliğine vurgu yaptıkça, şirret bir dille sanatçıyı politik taraf olmaya çağıran
sıradan yazarlar bu çağda yaşamıştır. Oysa böyle bir hal sanatın soysuzluğundan
ve siyasetin ahlaksızlığından başka bir şey değildir. Sanatın ve siyasetin yetersizlik
itirafı anlamına gelen bu patronaj ilişkisi ne yazık ki bir çöküştür ve acınası
bir yüzsüzlükle başkalarını çöküş içinde olmakla (dekadansla) suçlar.
Yığınları yönetmeyi ve bir
arada tutmayı amaçlayan siyasetle insanın kendini estetik olanaklar içinde tanımasını
amaçlayan sanatın ideolojik işbirliği hiç de doğal bir şey sayılamaz. Edebiyatın
siyasal retoriğe göre hizalanması ve bunun olağanlaşması geçen yüzyılın
ortalarına kadar yalnız edebiyatı değil sanatın bütün dallarını zehirlemiştir:
Bu zehirlenme öyle güçlü olmalı ki, etkileri günümüzde bile “tam gaz” devam etmektedir.
En sonuncu zehirleniş hali ülkemizde Muhafazakar
Sanat veya Gelenekçi Sanat gibi
başlıklar altında İslami propagandanın borazanlığı biçiminde vücut bulmuştur.
II
Devrim eski yönetimi
tasfiye ettikten sonra kaosu sona erdirmek için istikrar arar. Bu sırada ona en
çok gereken iki kavram restorasyon ve
iktidardır. Şeytanlaştırma ve düşmanın
kötülükleri söylemin yapısını belirler. Bu durum devrim önderlerini sanat
karşısında ciddi bir körlüğe sürükler: Lenin’in, Rusya’daki hiçbir avangard sanat
hareketiyle alışverişinin olmayışı bunun göstergesidir. Çernişevski’nin
yazdıklarına göre Lenin Tolstoy’u Rus
Devrimi’nin aynası sayıyor, yenilikçi ressamların ve Rus fütüristlerinin
yapıtlarını kavrayamıyordu. Yine de dönemin yenilikçileri sabırla yol aldılar:
Çünkü bu siyasal devrimin vaat ettiği özgürlüklerin sanatsal özgürlükler için
de geçerli olduğunu sanıyorlardı. Sovyet Devrimi’ne gönül veren sanatçılar da, devrimci
ve yeni bir sanat yaratmak için bu yeni ülkeyi dolduran dünyalı sanatçılar da çok
geçmeden büyük bir düşkırıklığı yaşadılar. Bunun nedeni edebi devrimin “programı”yla
siyasal devrimin programının aynı yöne ilerlemeyişiydi. Edebi devrim, tarihin
bıraktığı yazınsal mirasın üzerinde, eskilerden farklı bir zihinsel dönüşümü
amaçlıyorken, siyasal devrim geçmişin yönetim alışkanlıklarını yinelemekte ve yalnızca
ekonomik dönüşümü amaç edinmekteydi. Durum böyle olunca edebi devrim siyasal
devrimin amaçlarına bağlı kalmamaya başladı. Oysa siyasal devrim, kendine
benzemeyen herkesi ve her şeyi düşman olarak algıladığından, eleştirel
düşüncenin bütün unsurlarını, -dost bile olsalar- susturmayı gerekli görecekti.
Bu yüzden o büyük edebiyat örgütü, yani Sovyet
Yazarlar Birliği, sanatçıların bürokratlaştığı korkunç bir politik
mekanizmaya dönüştü. Başında da Rus edebiyatının çöküş simgesi olan, dargörüşlü
Maksim Gorki vardı.
Sovyet ve Çin devrimleri,
salt sanat tarihi açısından değerlendirilirse gerçek bir “karşı devrim”dir.
Zaten bu devrimlerin kişiyi putlaştıran siyasal tarihleri üzerinde birazcık
düşünmek, onların zamanla politik açıdan da karşı devrime dönüştüklerini
anlamaya yeter. Şimdiye kadarki bütün sosyalist devrimler kısa zamanda
yığınları devrimin öznesi olmaktan çıkarmış, partiyi yüceltmiş ve liderlere
odaklanmıştır. Lidere veya onun programına itiraz edenler muhalif oldukları
için –her nedense özgürlükler adına- pasifize edilmişlerdir. Doğrusu, bir yığın
sudan gerekçeyle sosyalist devrimlerin pek çoğu özgürlükçülüğü yok etmiş ve
öncelikle sanatı sisteme bağlamakla işe başlamışlardır.
Reel sosyalizmlerde
gözümüze çarpan sosyalist devrimci, kuramın ve Marx’ın öngörüleriyle alay eder
gibi, özgürlükçülüğü temsil eden, alnı ışıklı, bilgi dolu bir “yeni insan” olamadı.
O, bağnaz dindarlar gibi farklı söz söyleyeni sapkınlıkla, yoldan çıkmakla,
kutsal kitap haline getirilmiş olan parti metinlerine ihanetle suçladı.
Sanatsal olarak içsel olgunluğa erişemeyenlere özgü olan bu tavırda, gerçek bir
özgürlük ve empati düşmanlığı vardı.
Oysa sanat, yapısı gereği
empati ve özgürlük istiyordu.
Çarlık döneminde ağır
sansür ve baskı çağında bile büyük bir edebiyat yaratan Rusya’nın Sovyet
çağında her nasılsa Şolohov’dan başka bir yazar çıkaramayışı, Pasternak’ı yasaklayacak
kadar alçalışı ve özgürlük düşmanı rezil tavırlar takınarak Soljenitsin gibi
sıradan bir yazarın dünya çapında ün kazanmasına neden oluşu, düşünülesi bir
durumdur. Kendi diniyle övünen Müslümanların, İslam karşıtı söz söyleyen pek
çok kimseyi ölümle tehdit etmesinin gülünç çelişkisi gibi; özgürlükçülük
kavgasıyla doğan devrimciliğin özgürlüğü yasaklaması, devrimin bu paradoksu
basit bir politik yanlış değil, insanlığa ve akla karşı işlenmiş büyük bir
suçtur. Çünkü bu tavır, eşitlik ve özgürlük fikrinin olamayacağını, devrimlerin
ağır bir esaret rejimi yarattığı düşüncesini kendi kendine kabul etmek anlamına
gelir. Hal böyle olunca herhangi bir karşı propagandaya gerek kalmaz: “Evet biz
diktatörlük istiyoruz” sözü günü kurtarsa da kuramı halk düşmanlarının
bulunduğu safa yerleştirir; bu da herhalde övünülecek ve arkasında durulacak
bir şey değildir.
III
Sanatı araçsallaştıran,
onun özgürlüğüne darbe vuran ilk sosyalist önerme Lenin’in “Parti Edebiyatı”
yazısındadır: Edebiyatçıların partili olacağını açık ve seçik bir biçimde ilk
dile getiren kişi Lenin’dir. Şüphesiz ‘literature’ kavramı tek başına edebiyatı
değil, yanına aldığı sözcüğü de işaret eder ve yeni bir ad olur: “Parti
Literatürü” sonraki yıllarda küçük bir çarpıtmayla, “partiyle ilişkili
külliyat” olarak yorumlansa bile, herkes bilir ki, sosyalist gelenekte “partinin
edebiyata egemen olması” de facto
kabul görmüştür.
Bu yol, sanatı küçümseyen,
ideolojik tapınma söylemi yaratan iktidarların yoludur; böylece sanat
araçsallaştırılmış ve sosyalizmin kendine güveni adım adım yok olmuştur. Bir
yönetim, açıklık yerine zorbalığı seçerse kendine güvenmiyor demektir. Çağımız
kendine güvenmeyen zorba yönetimlerin kabadayılık çağıdır. Bu yüzden ne yazık
ki, dünyada yalnızca kapitalist zorbalar göremiyoruz, oligarşik despotluklar,
monarşik tiranlıklar kadar halk iktidarı olduğunu söyleyip halka zulmeden
sosyalist diktatörlükler de göze çarpıyor.
Halka karşı halk iktidarı
kurmak çağımızın gülünesi çelişkisidir.
İnsanlığın gözleri önünde,
eğlenceli, mutlu ve akıl dolu bir toplum yaratmak varken, onları imrendiren bir
mutluluk dünyası inşa etmeye çalışmak dururken sosyalist iktidarlar insanları
ödevler ve mutsuzluklar içinde serseme çeviren bir düzen yaratabildi. Bu, hiç
de Troçki’nin tasarımladığı gibi “sıradan insanları Aristo, Marx veya Hegel
yüksekliğine çıkaracak bir sistemi yaratacak” bir düzen değildi. Kalkınma,
yatırım, üretim ve refah gibi kapitalist kavramlarla toplum ekonomisini reel
olarak büyüten parti diktatörlükleri, insani koşullardaki gelişmeyi insafsızca
küçülttüler. Berlin’i duvarların gerisine hapseden ve kendi ülkesinin
başkentini hapishaneye çeviren akıl, bu yüzden, kot pantolon, kola veya
hamburgeri özgürlük simgesine çeviren sıradanlığa yenildi.
Özgürlüğün kitlelere
ulaşmasını önlemek için Berlin Duvarı örmekle, sanatın kitlelere ulaşmasının
önüne dikilmek aynı şeydir. Gorki’nin 1934’te başına geçtiği Sovyet Yazarlar
Birliği, parti edebiyatını bir baskı motifi olarak insanlığın başına bela
etmiş, Jdanov ve Mao Zedung da bu düşünsel engeli, bir itaat kültürü olarak
zorbalıkla inşa etmiştir.
Plehanov’u siyasal bakımdan
tasfiye eden Lenin, onun sanat felsefesine cephe almış değildi.[1] Stalin ise Troçki’yi siyaseten yok etmesi bir
yana, onun edebi görüşlerini de tasfiye etmiş[2] ve sosyalist
gerçekçilik fikrini öne sürmüştür. Sosyalizmin iktidar kavramıyla
eşleştirildiği bu çağ, iktidarın her türlüsünün kötü olduğu gerçeğini
gölgeleyen despotik önermelerle doludur. Ne mutlu ki bu önermelerle savaşmak –solu
dinleştiren birtakım müritlerin dışında- yine Marksist yazarlara düşmüş,
Frankfurt Okulu’ndan başlayarak günümüze doğru pek çok solcu yazar, sanatın
özerkliği konusunda önemli görüşler ortaya koymuşlardır.
Günümüz için tek teselli
kaynağı da zaten budur.
Şüphesiz Latin Amerika
devrimcilerinin sosyalist gerçekçiliğe itiraz ettiğini ve oralarda toplumcu
gerçekçi yapıtlar üretilmediğini unutuyor değilim. Che Guevara sosyalist
gerçekçi edebiyatı derinlemesine olmasa da adını vererek eleştiren ilk siyasal devrimci
sayılabilir: Ekonomi ve Sosyalist Ahlak[3]
adıyla basılmış olan kitabında “20. Yüzyıl dekadansı” saydığı (anlaşılan o ki
Kafka’dan Camus’ye kadar) herkesi paylar ve belli belirsiz bir dille sosyalist
gerçekçiliği de bu çöküş edebiyatı içine yerleştirir. Bu eleştiriye bütünüyle
katılmam zor ama yine de burada sanatçılara yön vermeye çalışmayan bir devrimci
siyasetçi tavrı görüyorum.
Katolik dinini yerlilerin diniyle
kaynaştıran sinkretizm ve Marksizmi köylü ayaklanmalarıyla birleştiren gerilla
geleneği Latin Amerika’da bir bakış zenginliği yaratmış olmalıdır. Oradaki
entelektüel geleneğin farklı olduğunu sezdiren bu geniş görüşlülük, sanata
müdahele içermeyen Fidel ve Marquez dostluğunda açıkça görülür. Latinlerin siyasetçi
ve sanatçı olarak aynı kişi oldukları zaman bile iki ayrı dili konuşabildiğini
Mario Vargas Llosa örneğine bakan herkes fark edecektir.
IV
Siyasal devrimlerin edebi
devrimle ilgisi yoktur: Onlar “devrimdeki edebiyatı” istemiş ve büyük
olasılıkla kendi söyleminin propagandasını arzulamışlardır. Ne yazık ki bu da siyasal
devrimlerden neden iyi edebiyat doğmadığını açıklar.
Devrim, edebiyatın
kendisinden bağımsız bir yönsemesi olduğunu görürse ve özgürlükleri kışkırtırsa
devrim olur. Edebiyat baskıyla yok edilemez; tersine siyaset baskıyla yok olur.
Bu nedenle özgürlükçülük edebiyattan çok siyasetin işine yarar.
Siyasal gelişmelerin
tarihiyle edebiyatın tarihini paralel görmek yanlıştır. Bu, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın
önsözünde yazdığı aceleci çözümlemelerin indirgemeciliğine takılıp kalmak olur.
Sanat bir üstyapı kurumu değildir ve yine Marx’tan esinlenerek söylemem
gerekirse sanat tarih aşırıdır.
Roma’da perspektifli resim bilindiği halde neden yaygın değildir, Antik
Yunan’daki tragedyaların yapısı neden günümüzdeki dramatik yapı tartışmalarına
ışık tutar, Tanrı kavramı neden Rönesans’ta sanatsal temanın odağı olmaktan
çıkmıştır, neden Diderot’ya kadar sahne, dördüncü duvarın olmadığı hayali bir
oda gibi tasarlanamamıştır, Brecht neden klasik çağdaki oyuncular gibi
seyircileri fark eden, onları “gören” bir oyunculuğa geçmiştir, Proust’un
nesnelere odaklanmış çağrışımcılığı neden daha erken siyasal koşullarda
belirmemiştir gibi sanatsal devrimleri gösteren sorulara yanıtlar verecek
siyasal devrimler yoktur. Bu soruların karşılığı, sanat tarihinde ve tarih
aşırı bir zeminden gelen düşünce tarihinde bulunabilir. Sanata basit bir
yansıtma işlevi yüklemek, sanatın kusuru değil, bunu böyle düşünenlerin
kusurudur.
Sanatın verili politik ortamdaki
olayları içermesi mümkündür ama onun güncel politik olaylara duyarsız kalmakla
suçlanması saçmadır. Çünkü günceli göstermek, çağına tanıklık etmek
edebiyatçıya düşmez; sanatçı, olayları nakleden, geleceğe belge bırakan bir
tarihçi değildir.
Zaten siyasal eylemleri
sıcağı sıcağına yazmak, “çağına tanıklık etmek” çoğu kez iyi sonuç vermez: Devrimlerden
veya savaşlardan kalan doğru dürüst bir romanın
olmayışı bunu gösterir. Sanat yapıtı zaman aşırıdır, o bir dönemin veya olayın
aynası değildir, işte bu yüzdendir ki Victor Hugo’nun 1793’ü devrimden seksen yıl sonra yazılabilmiştir. Politik olaylara
politik gözlemci olarak katılan yazarlık olsa olsa gazeteciliktir. Oysa
yazarlık, 1812 Borodino savaşlarının insanı kavrayarak yazılmasında saklıdır:
Borodino’da neler olduğu Savaş ve Barış’ın
hiçbir zaman ödevi olamamıştır, Tolstoy bize asıl olarak Nataşa’nın, Pierre’in
ve Andrey’in hikayesini anlatır. Oysa 1905 Devrimi’ni imleyen Ana, Kemalist Devrimi imleyen Ankara, 1917 Devrimi’ni imleyen Ve Çeliğe Su Verildi, Bulgar partizan
direnişini anlatan Seni Halk Adına Ölüme
Mahkum Ediyorum gibi roman örnekleri edebiyatın siyasaya teslim olma
belgeleridir ve romanın insanı anlama ödeviyle hiçbir ilişkileri yoktur.
Biraz düşünen herkes anlar:
“Devrim için edebiyat” yanlıştır. Hangi devrim için olursa olsun yanlıştır.
Çünkü edebiyatın yapısı propagandanın değil, insanı anlamanın söylemiyle
kurulur. Şu çok açıktır: Edebiyatlar, savaşı büyük bir başarıyla anlatmış
(Savaş ve Barış, Mahşerin Dört Atlısı, Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok), toplumsal
haksızlıklara ve çelişkilere dayalı kurmacaları (Suç ve Ceza, Bitmeyen Kavga,
Gazap Üzümleri, Goriot Baba, Bulantı, Dönüşüm) eşsiz bir sağlamlık içinde
kurmuştur. Fakat “devrim için edebiyat”ın yahut “devrim edebiyatı”nın iyi olduğu
önermesi açık ve tartışmasız değildir. Çünkü “burjuva patronajı” ile “parti
patronajı” arasındaki tek fark, efendinin farklı oluşundan gelmektedir. Sanatçı
kendisine ne yapacağını söyleyen efendiye karşıdır; bilir ki konformizm yazarı söndürür.
Yazar politik düşüncesini iktidara gelmiş görse bile, edebi tutumunu asla
iktidarda görmez, onu iktidarın algısıyla birleştirmez. Yazar politik olanın
edebi olanla bir şekilde kavgaya gireceğini bilir ve tetikte durur: Yazara
daimi, sürekli ve tartışmasız edebi özerklik savunusu yapmak yaraşır.
Yenilikçi ve özgürlükçü siyasetin
de edebiyatın yakasından düşmesi, çağımıza yakışan devrimci bir tavır olur. Sanatın
özerkliği konusunda alınan mesafe küçümsenemez. Sanatın araçsallaşmasını
engellemek en devrimci politik tutumlardan biridir. Çünkü sanat özerkliğini
korursa, siyaset dahil pek çok yaşam alanı içindeki çelişkileri görünür hale
getirir.
Sanatı politik araca
dönüştüren yaklaşımlardan kurtulmadan (eski biçim ve biçemlerden kopma arayışı
olan) edebiyat devrimciliği de yapılamaz. Hem edebiyatçı ve hem de siyasetçi edebiyat
devrimciliğini savunmalıdır, aksi takdirde “özgürlükler adına özgürlüğü yok
edenler tarihi”nin sonu gelmeyecektir.
Bu, yazarın siyasal
bakımdan devrimci olmasına engel değildir; fakat edebi ölçü, siyaseten ne
olunduğunu değil edebi açıdan ne olunduğunu gözetmeyi gerektirir. Kimsenin
politik devrimciliğini kanıt göstererek sanat devrimcisi olduğunu iddia etmeye
hakkı yoktur.
Dipnot (3 Aylık Sosyal Bilim Dergisi) 15-16. sayıda yayımlanmıştır.
[1] İncelenmesi için Plehanov’un Sanat ve Toplumsal Hayat’ını öneririm: Çev. Selim Mimoğlu, Sosyal
Yayınlar İstanbul 1987. Bu arada Payel’den çıktığını bildiğim ama kitaplığımda
bulamadığım için kaynakçada gösteremediğim Lenin’in Sanat ve Edebiyat Üzerine adlı kitabını da anımsatmalıyım.
[2] Leon Troçki’nin Edebiyat
ve Devrim adlı kitabı incelenebilir. Çev. Hüsen Portakal Kabalcı Yayınları İstanbul 1989