Romandan Sahneye Uyarlama Örneği Olarak “1984”


Paris Modern Sanatlar Müzesi 2014


George Orwell’ın 1984 adlı romanını sahneye uyarlamam istendiğinde önümde örnek olarak Pavel Kohout’un 1984: Ein Alptraum adlı oyunu vardı. Bu oyunu gözden geçirirken çok kalabalık bir karakter şemasına dayandığını görerek, benim böyle yapmak istemeyeceğime dair bir seziyle işe başladım. Bunu neye göre söylediğimi bilmiyorum, belki de bu tavrımın nedeni, kalabalık kadrosu olan oyunların sahnelenme şansının düşük olduğunu düşünmemdi. 
Kohout’un yazdığı oyunun açılışı bir hayli politiktir: Büyük Birader’in resmi önünde bir gösteri yapılır ve Emmanuel Goldstein lanetlenir. Kalabalık insan topluluğu bir marş söyler, yalnızca romanın asıl karakteri (protagonisti) olan Winston Smith marşa eşlik etmez. Onu uyarırlar: “6079 W. Smith neden marş söylemiyorsunuz?” Smith kulaklarının ağrıdığını söyleyerek gerekçesini açıklar ve böylece oyunun başında çatışma gösterilir. Üstelik bu, romanın ileri bölümlerindeki spor antremanıyla birleştirilmiş, toplumun nasıl yönetildiği konusunda bu yoldan bir fikir verilmiştir. Ayrıca savaş durumu da bildirilir, gereken önlemler konusunda halk uyarılır, böylece de atmosfer gösterilmiş olur.
Oyunun antagonisti O’Brien, Winston Smith’in bilmeden sevgi beslediği kişidir, yazılan günlüğün ona adandığı açıklanır; bu, romanda yoktur ama yorum ve dramatik bütünlük için Kohout durumu iyi kotarmıştır: Çünkü gerçeğinden biraz farklı olarak Winston uyurken kapı çalınır ve adam yatağından fırlayarak açtığında “Sen bir hainsin!” uyarısıyla karşılaşır. Kapının önündeki Bayan Parsons’un çocuğudur. Çocuklar çocukluktan çıkmış bu türden oyunlar oynamaktadır. Bayan Parsons, ondan tornavida ister (Kitapta ingiliz anahtarıdır) Winston “hayır” der ve yazdıklarını kimse görmesin diye “bellek deliği”ne atar.
Kitaptan söz etmeden uyarlamasından söz etmemi yadırgayanlara hemen belirtmeliyim ki Kohout uyarlaması kitabın asıl akış düzenine uygun görünmektedir. Yalnızca girişte Winston’un iç düşünceleri yerine toplumsal durumu ele alınarak çatışma gösterilmiş, bunun dışında olay 1984’te ne yazılmışsa o şekilde anlatılmaya çalışılarak kurgulanmıştır.
Kohout’un uyarlaması bu haliyle sahnelenebilirdi; fakat yönetmenin kafasında bu oyunun bir güncellenmiş, hatta Türkiyelileştirilmiş bir versiyonu vardı. Bunu denemem bekleniyordu ve doğrusu “Türkiyeli 1984” uyarlaması konusunda isteksizdim. Çünkü 1984 evrensel bir temaydı, bunun yerelleştirilmesi bana doğru gelmiyordu.
Uyarlamayı yapmaya hazırlandığım sırada düşündüğüm en başlıca konu, bir büyük ve umutsuz distopya olarak 1984’ü ele alırken çatışmanın nasıl kurulacağıydı. Kitabı bilenler uyarlamaya neredeyse tam ortadan başlamama şaşıracaklardır: Çünkü Julia ve Winston Smith bir yığın zorluk, şüphe, korku ve seremoniden sonra parkta buluşmaya karar vermiş ve izlenmediklerini düşünerek bir kulübeye girmişlerdi. Burası onların ilk insani ilişkisinin başladığı yerdi. Aslına bakılırsa bu insani ilişki burada ve kısmen de oyuncakçı dükkanının üst katı dışında başka bir yerde görülmüyordu.
Dramatik etkiyi oluşturmak ve izleyiciyi gerçekten sarsmak için oyunu küçük kulübeye giren gün ışığı, kuş sesleri ve günlük seslerle başlattım. 1984 gibi ürkütücü bir atmosferin, benim düzenlememde güzellikler ve uyum içinde gibi açılması sonra ortaya çıkacak olanların acımasız keskinliği nedeniyle, kanımca daha derin etki uyandıracak bir seçim oldu.
Julia ve Winston kulübeden içeri girdikten sonra kısa sürede her şeyin normaldışı olduğu anlaşılacaktır: İzlenmektedirler. Bu oyunda çatışma, izlenmediğini sanan bu iki insanla onları izleyenler arasında kulübeye giriş anından itibaren kurulmuştur.
Böylece romanda ve Kohout'un oyununda olduğu gibi Julia ve Winston izleniyor mu izlenmiyor mu sorusunun yanıtını belirsiz bırakmadım. Onların izlendiklerini bilmek  daha gerilimli olacaktı. 
Öte yandan, yoldaş (comrad) sözcüğünün yarattığı soğuk savaş dilini bıraktım, “vatandaş” (citizen) sözcüğünde karar kıldım: Böylece oyunu politik önyargılardan uzağa çektim. Oyundaki bütün politik konuşmaları geri plana, insani diyalogları öne aldım. Bir izleme odası oluşturdum ve romancının anlattığı dünyayı o izleme odasındakiler arasında konuşma haline getirdim. 
Ayrıca 1984’ün umutsuzluğuna ufak bir itiraz yerleştirdim: Benim metnimde Orwell’dan farklı olarak Julia hiçbir şey itiraf etmeden ölür ve Bayan Parsons romanda olmadığı şekliyle birden, her şeyiyle teslim olmuş olan Winston Smith’in karşısına çıkarak onu ayıplar. "Çocuklarımı terk edip kaçıyorum" der, bu iktidarın herkesi öldüreceğini, gerçek özgürlüğün onlar gibi düşünmediğini söyleyip ölmek olduğunu söyler. 
Böyle yaparak, bu distopyaya küçük bir umut çengeli taktığımı düşünüyorum.
Kanımca edebi uyarlama yapan yazarın tutumu, dramaturgu veya yönetmeni akla getirmektedir. Yönetmen nasıl kendi anlatım düzenini kuruyorsa, yazar da kendi öykü düzenini oluşturur. Burada uyulması gereken kural, asıl metni, ruhuna zarar vermeden yeniden yazmaktır. Öbür türlüsü “esinlenme” olur.