Yaşı kırka dayanan bütün
insanlar televizyonla büyüdü; demek ki televizyon izleyerek büyüyen ve
televizyon bilmeden büyüyenlerden ayrılan yeni bir kuşak var. Bu, yazmayı
öğrenmeden görsel işaret sistemlerini tanıyan bir nesil demektir. Yani insanlık,
1970’lerden itibaren yazıdan önce hareketli resimlerin işaret dilini ve kurgu
masasında üretilen görsel anlam kalıplarını “doğuştan öğrenir” hale geldi. Mama
sandalyesindeyken televizyon izleyerek büyüyen bu yeni kuşak, insanlığın
yazıyla ve öykülemeyle ilişkisini kökten değiştirecek bir gizilgüç taşıyor: Bu,
görselliğin imgesel olana önceliğidir ve kitle iletişiminin bulunduğu yerlerde
yaşayan her insanda simgelere ve görsel
ifadeye eğilim benzeşik niteliktedir.
Görsel ifade kavramıyla, dolaylamaya
gerek bırakmayan, duyu odaklı, farkına varılmadan içeriği hakkında anlaşmaya
varılmış, çağrışım biriktirmiş sözleri ifade ediyorum. Bugün yürüyen merdiven kavramı yalnızca
yürüyen merdiveni anlatmaz, AVM, alt
geçit veya havaalanı gibi sayısız
çağrışımı yanında getirir. Dolayısıyla on dokuzuncu yüzyıldaki yazarın, gidilmemiş yerleri uzun uzun tanımlayan
yazıcılığı çoktan sona ermiştir. Çağımızda zihinde canlandırmayı gerektirecek
bilinmeyenler azdır, böylece okur daha az sözle daha çok şey anlatan bir dilin
kapısına gelmiş, dayanmıştır.
Bu önermelerimin okurun tembel olduğu veya okurun kalmadığı yargılarıyla ilgisi
yoktur. O başka bir tartışmadır, burada ele aldığım şey bildiğimiz okurun
yapısındaki değişimdir. Postmodern çağın eklektik çoğulculuğunu reddederken, bu
dönem sanatında neler yaşandığı konusuna yakından bakılmadığını düşünüyorum.
Postmodernizmi iştahla reddetmenin coşkusu, postmodern çağın kritiğinden daha değerli bir hal almışa
benziyor. Bana kalırsa postmodern çağın ve sanatta ortaya çıkan yeniliklerin reddi
konusu tartışmalıdır: Bu işin, siyasal ve felsefi tartışmaların ötesinde, sanat kavramlarıyla tartışılmadığı
düşüncesindeyim.
Postmodernlik, her türlü
tekniğin yan yana barınabildiği bir deneyler çağı olarak adlandırılabilirse de,
mimariden esinlenerek söylenmiş bu sözü yazınsal söze ilişkin bir reçete gibi
kullanmak zordur. Nelerin olup bittiğini yazının aldığı biçimlere bakarak
anlamak hazır reçetelerden daha iyi olsa gerektir. Farklı bir önerme olarak
ben, postmodern çağın yazı iletişiminin geriye düştüğü geç hiyeroglif çağ olarak biçimlendiğini, bunun bütün olumlu ve
olumsuz nitelikleriyle bir görme çağı olduğunu öne sürüyorum: Çünkü
kanımca yazın, sinema, sahne, reklam, mimari, giyim ve endüstri tasarımı
işlevsellikten görselliğe doğru ilerlemiştir. Yazar böylesine pratik ve
pragmatik bir dünya ile baş etmek zorundadır. Doğrusu bu durumun birçok yazarı
gelgeç heveslerle kalıcı yazınsal kurgu arasındaki farkı göremez hale getirdiğine
de şüphe yoktur: Masalları olduğu gibi yineleyenler, bilinçaltı çağrışımlarıyla
doğasal izlenimleri birbirine yapıştıranlar, öykü bütünlüğünü yoksayanlar,
karikatürle romanın iç içe geçtiği macera anlatılarına bile (resimli roman
sanki hiç olmamış gibi) heyecanla bel bağlayanlar ortadadır. Ne var ki bütün
bunlar heyecansal modalardır; bu moda anlatılarla ve popüler kültür sanatın
dışına çıktıkça yeni yazınsal hakikat belirecektir: Bu, görselleşmiş yazınsal
içeriktir.
Sözün görmeye etkisi ilk öykü anlatıcısından beri kavranmış bir
ilişkidir. Fakat bunlar yalnızca söylen
yaratıklarını “gördürmek” için kullanılmışlardı. Bunu anlamak için Sofokles’in
Aeas adlı oyununa, Athena’nın
sözleriyle yapılan açılışa bakalım:
“Athena- Ey Laertes’in oğlu, ben seni
daima düşmanlarına zarar vermek fırsatını kollarken görürüm; şimdi sahilin
ucunda, Aias’ın gemicilerinin çadırları etrafında dolaşıyorsun; çoktan beri onu
arıyorsun, ayaklarının yere bıraktığı taze izleri ölçüyorsun, içeride olup
olmadığını anlamak istiyorsun. Koklaya koklaya ilerleyen bir Lakonia köpeği
gibi doğru izi takip ediyorsun. Biraz evvel içeri girdi: başından ter,
ellerinden kan damlıyordu. Bu kapıdan içerisini gizlice gözetlemene gerek yok
artık; ben biliyorum, sana söylerim; yalnız niçin bu kadar telaş ettiğini bana
anlatmalısın.
Odyseus- Athena’nın sesi! Tanrıların
arasında en çok sevdiğim Athena’nın sesi! Görünmüyorsun ama, pek iyi tanıdığım
o sesini tunç ağızlı bir Tyrrhenia borusunu işitir gibi işitiyor, ruhumla seziyorum.”
Burada modern dildeki anlatımın atası olan duyusallıkla, arkaik anlatımın ayırıcı özelliği olan mitik,
tanrısal ve gizemli öğeler iç içedir. Modernliğin şafağında, özellikle
Rönesans’tan başlayarak anlatıcı, mitostan ve tanrısal olaylardan kopmaya
başladı. İnsanın merkeze konmasıyla birlikte yalnızca tanrısal evreni
betimleyen anlatıcı sözü, mucizelerin dilinden çıkıp insan eylemine yerleşti. Rönesans her ne kadar antik Yunan’ın yeniden
doğuşu olsa da, gerçekte insan odaklı öykünün ilk kez ortaya çıktığı çağdır.
Bu, öykü anlatmayla ilgili ilk büyük tarihsel kırılmadır.
Shakespeare’in Kral Lear, Hamlet,
Macbeth, Atinalı Timon yahut VIII.
Henry adlı insan öyküsüne odaklanmış yapıtları, antik çağın Medea, Aeas, Kral Oedipus gibi -her ne
kadar ölümlülerin adını alsa da tanrı odaklı olan- tragedyalarına benzemez.
Shakespeare yazgının kaçınılmazlığı fikrine hiç yanaşmamış, olayların neden
sonuç ilişkilerini öne çıkarmış, zamanı insan algısının sınırlarına yaklaştırıp
(üç birlik kuralını bozarak) trajiğin yapısına çelme atmıştır. Elbette, Elizabeth
çağında şiir dili sahnenin söz düzenini belirlediği için görme odaklı anlatım
ve duyusallık ön planda değildir; o parlak belagat toplumsal ilişkileri
heyecanla kucaklar yalnızca:
Adriana- Ne kocam döndü, ne de onu
acele aramasını söylediğim köle! Luciana, saat iki olmuştur herhalde.
Luciana- Belki de bir tüccar davet
etmiştir, pazaryerinden ayrılıp bir başka yere, yemeğe gitmiştir. Hadi canım
kardeşim biz yiyelim, boş yere üzülmeyelim. Erkek özgürlüğün efendisidir,
onların efendisi de zamandır, zamanı hatırladıklarında giderler gelirler.
Öyleyse sabır göstermelisin.
Adriana-Onların özgürlükleri neden
bizimkinden fazla olsun?
Luciana-İşleri hep dışarda da ondan.
Adriana- Ben aynı şeyi yapsam hiç
hoşlanmaz ama.
Luciana- O senin isteklerinin
dizginidir, kabul et.
Adriana- Kendisine dizgin taktıran
eşekten başkası olamaz.”
(Shakespeare,
Yanlışlıklar Komedyası)
Aristokrasinin sarsıldığı devrimler çağında yazarın dikkati toplumsal
ilişkilere çevrildi: Rönesans’ta tanrısallıktan kopan yazarın, bütün
yalınlığıyla, toplumsal olanı olduğu gibi anlatması ikinci büyük devrimdir:
Sözün odağında artık toplumsal ilişkiler
ağı içindeki insan vardır. Dickens’ın başedilmez karmaşıklıktaki romanları
ve Balzac’ın İnsanlık Komedyası bu
çağda doğmuştur. Şüphesiz insanı merkeze koyarak anlatmak, bu büyük tarihsel
adım hiç eskimeyecektir fakat insan merkezli bakışın tek başına anlamı temsil
etme gücü sanayileşme çağıyla birlikte yok olmuştur.
Çehov, Gogol, Poe ve Balzac incelenirse, bu yazarların insanı toplumsal konumuyla ve başkalarının
gözündeki durumuyla betimledikleri görülür. Onların sözünde duyular azdır,
daha çok mekan içindeki insan, toplumsal ilişkiler içindeki insan öndedir.
Gogol Palto’nun unutulmaz kahramanını şöyle tanımlar:
Akaki
Akakiyeviç’in daireye ne zaman, kimin yardımıyla girdiğini kimse
hatırlamıyordu. Kimbilir kaç müdür, kaç çeşit amir değiştiği halde o hep aynı
yerde, aynı görevde, kalemdeki işideydi. Oradakiler sırtında resmi redingotu,
daz kafasiyle dünyaya geldiğini söyleyerek takılıp dururlardı ona.
Akaki
Akakiyeviç’i dairede kimse saymazdı. koridordan geçerken odacılar bile ayağa
kalkmaz, havada uçan sinek kadar önem vermezlerdi.
Çehov’un İvanov adlı
oyunundaki şu diyalog da eylem, toplumsal konum ve davranış odaklıdır,
duyuların kavranışı eksiktir:
Livov- Anna Petrovna,
saat altıyı çalar çalmaz hemen odanıza çıkmak, sabaha kadar da orada kalmak
zorundasınız. Bunu bir kural sayın kendiniz için. Akşam havasındaki nem
sağlığınıza çok zararlı.
Anna
Petrovna- Başüstüne.
Livov- Bu da nesi? Ben
ciddi konuşuyorum.
Anna
Petrovna- Bense ciddi olmak istemiyorum. (Öksürür)
Livov- İşte
öksürüyorsunuz.
Şehir ortaya çıkınca insanı anlatmak yetersiz kalacaktı: Şehir,
toplumsal sorunlar içindeki insanın mekânıydı ve anlatım dili bunun
çerçevesinde biçimlenmekteydi. Şehir herkesin gezebildiği ve anladığı bir yer
olmadığından bu çağda bütün şehirler, sokaklar, limanlar, evler ayrıntılı
betimleniyor, yazar da bu yeni toplumsal örgütlenmeyi gerçekçi gözle
anlatmaktan zevk alıyordu. Toplumsal mekanlar zaman algısıyla kavranmaya
başlanmıştı. Nabokov’un dahiyane saptamasıyla, Tolstoy duvardaki saatle aynı
hızla ilerleyen metinler yazmıştı.
Emile Zola gibi iç gözlemi kabul etmeyen, yalnızca karakterin
görünen eylemini ve sözlerini göstererek yazanlar da dahil, yaşamın
gözlenebilir genişliği gerçekçi yazarın etkinlik alanıdır. Bu çağda öznel
anlatıcının sarsılmaz bilmişliği yadsınmıştır: Sanatçı, bilgin gibi toplumsal
laboratuvarda çalışan ve bunu toplumsal açıdan kavranabilir sınırlarda gösteren
bir yansıtmacıydı.
Anlaşılacağı gibi gerçekçiliğin çevre algısı “bir birim zaman”ı “bir
birim mekan”la yan yana görmeye dayanıyordu.
Bu dönemin sonu Freud’un görüşlerini yazınsal düzlemde sınayanların
çağında geldi. Bu çağda öznenin algılayışı odağa yerleşse de onu bilmişlikten
uzaklaştıran şey algının ön plana çıkarılışı
idi. İnsan eylemi ve toplumsal çevre anlatımın tek ölçüsü olmaktan çıkmış, buna
bilinçdışının kavranışı eklenmişti. Yazıda ölümsüz bir zihinsel sıçrama olan bu
tutum, yazı(n)ın düşünselleşme tarihine keskin bir katkıdır.
Proust, yazara bağlı çağrışım dünyasının işaret fişeğidir. Yirminci
yüzyılın pek çok yazarı, Proust’a özgü, gözlenebilir
nesnelerin anlatıldığı dil dolayımında incelenmelidir: Tolstoy sonrası ve Nabokov öncesi çağ dediğim bu evrede Proust,
Virginia Woolf, W. Faulkner, Kafka ve James Joyce tarafından kurulan dil,
yazınsal evreni temsil eder. Bu dil düşünseldir ve çağrışım yüklüdür: Yazar, görselliği
araç edinerek insanın iç dünyasının
betimlenmeye yönelmiştir. Proust’un ve Woolf’un tavrı bu yüzden bir birim
mekana iki birim zaman yerleştirmektir. Bu geniş zamanlı bakış, nesnelere yönelirken
iç dünyayı aydınlatır. Bunu Albertine
Kayıp’tan örnekleyelim:
O uzun mu uzun
yaz akşamlarında, ortalık nasıl da yavaş kararır! Karşıdaki evin solgun hayali,
gökyüzünü inatçı beyazlığıyla boyamaya devam ediyordu. Evin içi nihayet
kararmıştı, sofada eşyalara çarpıyordum ama merdivene açılan kapının camlı bölmesi,
benim zifirî zannettiğim karanlığın ortasında, yarısaydam ve maviydi; bir çiçek
maviliğinde, bir böcek kanadı maviliğinde, günün, bütün insafsızlığıyla
indirdiği, çelik kadar keskin, son bir darbe olduğunu hissetmesem, bana güzel
görünecek bir mavilikteydi.
Freudiyen yazı yolu birinci dünya savaşı yıllarındaki karamsarlıktan
esinler alsa da, karanlık dürtülerin yarattığı korku ikinci dünya savaşından
sonra olgusal bir keskinlik kazandı. Ionesco, Beckett, Brecht, Sartre ve Camus
gibi varoluş, irade ve özgürlük sorunlarına dikkatini yoğunlaştırmış yazarlar,
absürde, epiğe ve hiçliğe gözlerini diktiler ve fazlasıyla eylemci bir düşünce
edebiyatı ortaya koydular.
Sanat olayları kronolojik bir sırayla gelişmez. Nesnel varlıkları
işaret ederek düşünsel yoldan ilerleyen Freudiyen yazınsal çığıra koşut olarak Birleşik
Devletler toprağında yazı(n) görselleşmeye başlamıştı: 1940’lara doğru beliren
bu çığır, S. Fitzgerald, J. Steinbeck, E. Hemingway, V. Nabokov, Tennessee
Williams, Arthur Miller, D.J. Salinger ve gibi yazarların toplandığı bir
evrenle betimlenmelidir. Latin “büyülü gerçekçilik” dünyası, ağırlıklı olarak şehirden,
şehir ilişkilerinden doğduğu söylenebilecek olan bu sınıflamadan ayrıdır: Kronolojiyle
değil, yöntemle ilgilendiğim için Latin Amerika yazınsal aurasının Proust
sonrası Freudiyen çığıra ait olduğunu düşünüyorum. Fitzgerald veya Salinger
yaşça Marquez’den büyük oldukları halde ikinci dönenceye ait değildir. Sanatsal
çığırlar zaten ileri-geri, iyi-kötü ikliminde değil, anlam bütünlükleri içinde
değerlendirileceği için Borges gibi bir özel tipte yazarı söylen diliyle
bilinçdışını birleştirdiği için ikinci dönenceye ait saymam, çok anlaşılır bir
şeydir.
Birleşik Devletler’de doğan yazarların bulunduğu dönencenin özelliği,
görme duyusunun diğer duyulara üstünlüğüne inanır gibi yazmak ve somutun keskinliğini
göstermektir.
Elli yaşlarında bir herif vardı, onu bir
görmeliydin. Ne yaptı biliyor musun? Bizim odaya geldi ve banyoyu kullanmak
için bizden izin istedi. Banyo koridorun sonundaydı; bunu bize ne demeye sordu,
bilmiyorum. Ne dedi biliyor musun? Adının baş harfleri kenef kapılarından
birinde duruyor muymuş hâlâ? Doksan yıl öncekapıya adının baş harflerini
kazımış, hâlâ duruyor muymuş, ona bakacakmış. Ne yapalım, oda arkadaşımla ben
kalktık, banyoya gittik onunla, kenef kapılarında adının baş harflerini bulsun
diye bekledik. Durmadan konuştu, bize Pencey’deyken ömrünün en mutlu günlerini
nasıl geçirdiğini anlattı, gelecek için bir sürü öğüt verdi. Vay canına, herif
nasıl da moralimi bozdu! Kötü bir herif olduğunu söylemek istemiyorum, değildi.
Ama birinin moralini bozmak için ille de kötü bir herif olmak gerekmez ki; iyi
bir herif olup yine de moral bozucu olabilirsin. Tek yapacağın şey kenefte
adının baş harflerini ararken bir sürü sahtekârca öğüt vermek, bunu yap yeter.
Ne bileyim? Belki öyle soluksuz kalmasaydı, o kadar bozulmazdı moralim.
Mendivenleri çıkarken soluk alamaz olmuştu, sonra o baş harfleri ararken
zorlukla soluk alıyordu, burun delikleri tuhaf ve üzüntü verici biçimde açıla
açıla..
Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar
Yeri gelmişken belirtmeliyim ki görsel dilin inşası yalnızca edebi
alandan değil sahneden ve sinemadan da beslenmiştir: Amerikan sinema dilinin
beş duyuyu harekete geçirici tarzda biçimlendiği altmışlar sonrası çağ, görsel
dilin kurulmasında büyük önem taşımaktadır. Nabokov, sözünü kategorik olarak
görmeye odaklayarak yazdığının bilincindedir.
Arabadan çıktım, kapıyı çarparak kapadım. O
güneşsiz günün çukurluğunda nasıl da hesaplı, nasıl da işbilir bir gümlemeydi
bu! Köpek de aşağı kalmamak için hav! dedi. Kapının zilini çaldım, zilin
titreşimleri bütün sinir sistemimi dolaştı. Hiç kimse yok. Dedim kendi kendime.
Hiç –hiçkimse yok. Bu ‘hiç-hiçkimse’ saçmalığını da nereden çıkardım? Hav dedi
köpek. Bir koşuşturma, bir ayak sürümesi duyuldu, bir hışırtı bir havlama,
derken açıldı kapı.
Nabokov,
Lolita
Açıkça görüleceği gibi
görselleşmiş yazıda betimleme minimalize olmuştur, çünkü çağımızda pek çok
sözcük (yürüyen merdiven örneğinde
olduğu gibi) hem ruhsal hem görsel bir işlev taşır. Her sözcük anlam bakımından
“genleşmiş”tir. Bu nedenle mekan betimlemeleri, yüz, giysi veya şehir
anlatımları azalmış, bir çırpıda ifade edilen duygular ve davranışlar
yeğlenmeye başlanmıştır. Öte yandan
çarpıcı ve kısa doğa betimlemeleri de kabul görmektedir, yalın doğada
yaşamaktan yoksun olan insan için doğa bir arzu nesnesidir.
Görme Çağı
Yazı(n)ın “görmeye başlama
tarihi” ilk başta da belirttiğim gibi Antik Yunan’a kadar gider; hatta yazmak
bir yana, söylemenin (sözlü
edebiyatın) bile görmeyi, zihinde canlandırmayı hedeflediğine şüphe yoktur. Bu
açıdan yazıdaki görselliğin tarihi sözün tarihiyle yaşıttır.
Fakat tekniğin yaşı yeni görünmektedir: Sözcüklerin
tanrıları göstermeyi değil, doğrudan görmeyi seçtiği bu teknik 1940’larda
sinemaya koşut olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış görünüyor.
Sinema endüstrisi bu işin tek koşullayıcısı olmayabilir, çünkü benzer bir tutum
Avrupa’da yoktur: 1940’larda Avrupa düşünsel odaklı, içrek, çağrışımsal,
bilinçdışı etmenlerle yoğrulmuş bir yazı(n)ın peşindeydi. Oysa Birleşik
Devletler’de bu yoldan gidene pek rastlanmayışı dikkat çekicidir. Bunun bir karşı tavır olduğunu düşünmüyorum,
toplumların siyasal tarihleri gibi bir yazınsal tarihleri vardır ve yazınsal dönüşümler
de oradan esinlenirler.
John Steinbeck ve E. Hemingway’den Paul
Auster’a gelinceye kadar Birleşik Devletler’deki yazında duyuları açık bir tekniğin kullanıldığı anlaşılıyor. Bunun iyi ya
da kötü olduğunu söylemiyorum, olgusal eğilim budur; hatta “çağrışımcı” William
Faulkner’da bile bu böyledir.
Türkiye’deki yazı geleneği
şiirle halk hikayelerinin gölgesinde serpilmiştir. Bu nedenle biri çağrışımı,
öbürü toplum içindeki bireyi odağa alan iki eğilim belirdi. Gogol, Poe ve
Tolstoy çizgisindeki toplum odaklı karakter anlatıcılığı Halit Ziya’dan başlayıp
İkinci Yeni zamanında yenileştirici bir kırılmaya uğradı ve bireyi kavradı:
Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Yusuf
Atılgan’ın Aylak Adam’ı ve Erdal
Öz’ün Odalarda’sı bütün unsurlarıyla
bu kavrayışın çocuklarıdır.
Öteki eğilim olan bilinçdışı,
çağrışımsallık ve parçalanmış benlikler odaklı yazarlık da İkinci Yeni’yle görünür
oldu, Bilge Karasu’nun ve Oğuz Atay’ın izinden giden bir damar tarafından halen
izleniyor.
Yazı’nın görmeye
başlamasının nedenlerini kurcalamadan
önce, resmin “görmekten vazgeçtiği” tarihe kısa bir değini durumu daha da
anlaşılır kılacaktır: 1870’lerde fotoğrafın yaygınlaşması resimde benzetme ve
perspektifi gereksiz hale getirmiş ve soyuta yöneliş başlamıştı. Psikanalizle
de birleşen bu çığır, hem resme ve hem de yazıya çağrışımsallığın girmesiyle
sonuçlandı. Oysa 1930’lara doğru yükselişe geçen sinema da bir tür fotoğraf
olduğu halde, bunun yazıya etkisi görmenin reddi biçiminde olmadığı gibi, üç
boyutlu, derinlikli, mekanı ve zamanı birlikte kavrayan, göreceli, bakışı tek
perspektife dayanmayan, -yalnızca oyuncunun değil kameranın da hareketli olması
gibi- çok odaklı anlatımı seçen bir yazarlıkla, göreceli yazının somutluğunu, “yazıdaki
kuantumu” getirdi.
Görme Çağı: Neden?
Yazının görselleşmesiyle ilgili olarak sıralayabileceğim yedi önerme
var. Kanımca bunlar görme çağını
tanımlamada işe yarayacaktır:
1) Çağımızda nesnelerle insan ruhu arasındaki ilişkiyi kurcalama
merakı kalmamıştır. Bu, Proustgil yazının sonudur. Günümüzde nesneler oldukları
gibidir, onlar yaşamın sırlarından arınmıştır, nasıl çalıştıkları merak
edilmez. Çağrışımları yazardan değil okurdan gelir.
2) Ne var ki bu çağda da olaylar Proust gibi nesneler üzerinden
kavranmaktadır ama çağrışımsallık ve genleşmiş zaman olmadan. Çünkü nesneler
standart varlıklar haline geldiği ve çok tanınır olduğu için ruhsal dünyanın
betiminde işe yaramaz olmuşlardır. Nesne üzerindeki zaman hızlanmıştır.
3) Çağımızda toplumsal
ilişkilerin betimi ve doğa betimleri gereksiz sayılır. Şehirler tanıdık
yerlerdir, otoyol, otomobil kapısı veya teleferik nedir, okuyucu bunun
farkındadır.
4) Popüler dilde, Freudiyen yaklaşımdan çok Jungçu bir arketip dili,
masalcılık ve çağrışımcılık öne çıkmıştır; macera dili erkeksidir, çizgi
romanlara uygundur. Dolayısıyla bütün macera ve aksiyon anlatıları pitoresk bir
karakter taşımaktadır.
5) Televizyonun görselleşmeye etkisi olumlu veya olumsuz sonuçlara
yol açabilir. Biz yine de Neil Postman’ın televizyonun alışkanlıkları veya
söyleme biçimlerini biçimlendirdiği tezini unutmayalım: Popüler algı televizyon
çağında tekdüze olmuş ve sıradanlaşmıştır.
6) Öte yandan yazılı kültürün
bilinci biçimlendirdiğini söyleyen Walter Ong’a ek olarak, görsel kültürün yazıyı etkilediği bir çağa
girdiğimizi söylemek de yanlış sayılmaz.
7) Bütün bu çıkarımlara bağlı olarak hem popüler kültürün hem de
edebi dilin eş zamanlı olarak görselleştiği çıkarımına varmak gerekir. Popüler
kültürde insan eylemi görsel dille anlatılmakta, eylem ve olay hakkında
konuşulmaktadır. Oysa edebi dilde eylem, duygu, söz ve görsel dil birbirine
kaynamış olarak tasarlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında yazın eski çağlara
göre daha karmaşıktır ve bilgi doludur.
Görselleşmenin yalnızca görme duyusunun değil, bütün duyu organlarının belleğine yerleşen
algılardan doğduğu söylenebilir. Görselleşme
bütün duyu organlarının işin içine karıştığı ama bir yandan da onların görselliğe
göre hizalandığı bir algı konumudur. Yazı, öncelikle televizyon ve sahne
sanatlarında görmeye göre biçimlenmiştir ve yaşadığımız dünya, engellilerin
geri plana düştüğü bir algı düzenine göre işlemektedir. Kitaplarda anılan bir
müzik yapıtı hemen youtube’dan bakılarak incelenmekte, bir kitabın içeriği
derhal internetten öğrenilebilmektedir.
Yalnızca yazı değil bilim de görselleşmiştir: Çağlar öncesine ait
bulgulardan, kalıntılardan ve röntgen teknolojisinden hareketle onbinlerce yıl
öncesinin insanını üç boyutlu olarak tasarlayabilmekte, dinozorlar çağını
canlandırabilmekteyiz. Bu durum hem bilimkurgu yapıtlarının hem de çağdaş
masalların üç boyutlu tasarlanmasında en önemli etkendir.
Çağımızda “görme odaklı” bir yazının ağırlık kazandığı
tartışmasızdır. Ayrıntılar azalmakta, kitap boyutları incelmektedir; söyleneni
hızla anlatma arzusu sezilmekte, kısa öykü sevilmektedir. Yazardan, masal bile
anlatsa açık ve anlaşılır ilişkiler içinde olayları anlatması beklenmektedir.
Sahne oyunlarında sözden çok beden öne çıkmıştır. Sinema ise artık eylem içinde konuşma sanatıdır.
Görüntünün işin içine karıştığı her türlü alanda (facebook ve twitter da dahil)
yoğun, artırılmış içerikle hareket eden, genleşmiş
sözler bulmaya yönelen bir anlam
piyasası oluşmuştur.
Bu durumun nedenleri de yedi maddeyle ifade edilebilir:
1)
Televizyonla doğup büyüyen kuşak artık yetişkin haline gelmiştir.
2)
Sinema prestijli bir anlatım yolu olarak dönüşüm geçirmiştir.
3)
Dünya küçülmüş, başka ülkeleri ve kültürleri tanımak kolaylaşmıştır.
4)
Günlük yaşamdaki eşyalar çoğalmış ve standartlaşmıştır.
5)
Günlük yaşamı belirleyen bazı araçlar (taşıt, televizyon, telefon,
bilgisayar) toplumun her kesimine ulaşabilmiştir.
6)
“Okuma”nın yaygınlığına karşın, yazınsal değeri olan yapıtların okunma
oranı düşmüştür.
7) Entelektüel algıdan çok
popüler algı yaşamı belirler hale gelmiştir.
Bütün bu gelişmeler, popüler
okur bir yana, derinlikli okuru da görsel,
duyu organlarına yönelik, eylemsel bir söz düzenini arzulayan kişilere
dönüştürmüştür, çünkü çağımız yazıdan gözünü ayıramayan okurgillerin değil, televizyondan ayrı büyüyemeyen görürgillerin söz düzeniyle biçimlenmektedir.
Bütün zihinlerin görsel düşünmeye açık bir konuma evrildiği, arkaik
olanla fütürist olanın yan yana geçebildiği, fantazya ile gerçeğin birbiri
yerine konabildiği, görselliğin her türlü bilgiyle yan yana gelebildiği,
bilginin her türlü görselliği başkalaştırdığı bir dünyada, bütün anlatıların
hedeflediği şeyin gerçeklik, hiper
gerçeklik, gerçek gibilik kavramlarında düğümlenmesi anlamlı değil midir?
Çünkü görme çağında yazı yoğunlaşmış ve bir birim zamana iki birim
anlam yerleşmiştir: Söz ve göz artık yan yanadır.
YKY Kitap-lık
Mart-Nisan 2015
0 yorum:
Yorum Gönder