Kırk yıl önce Cumhuriyet’te Abdülcanbaz maceralarının tefrika edildiği zamanları düşünüyorum. Kırk yıl aradan sonra bunları yeniden okuduğumda, hem geçmiş zamanın çağrışımları, hem de şimdiki zamanın izlenimleri yan yana geldi ve Turhan Selçuk’u geleceği tahmin etmek bakımından bir kez daha çok derinlikli buldum. Fakat kadın ve erkek rolleri konusundaki yargılarının –ne kadar eleştirirse eleştirsin- erkek bakış açısına uygun olduğu da aklımdan geçmedi değil.
Turhan Selçuk, okurundan felsefi sonuçlar üretmesini bekler. Bu yapıtları okuyup da zaman, mekan, cinsiyet, oluş, değişim, yaşamın anlamı gibi varoluşsal sorunları tartışma konusu yapmamak mümkün değildir.
Kırk yıl önce aklıma gelmeyen bir şeyin, insan teninin felsefesini yapmanın, kırk yıl sonra aklıma gelmesi sanırım bundandı. Çünkü kendimi çıplak çizilen karakterleri yadırgarken yakalamıştım. Onların tefrika edildiği koşullarda, karakterlerin çıplak olmasının günümüze göre avangardlığı aklımdan geçti. O yıllarda yadırgamadığımı bu yaşımda yadırgamam, dönemin ruhuyla ilgili olabilirdi kuşkusuz. Fakat benimle de ilgili olabilirdi. Zamanın ruhuna bağlı olarak iç dünyamızdaki algılayış, hep kaçındığımız yönde değişir miydi acaba?
Kesin olarak emin olduğum bir şey var, bugün bu yapıtlar çizilmiş olsa editör “şu kadınları giydir” derdi Selçuk’a, “bu insanlar niye çıplak geziyor, giysileri yok mu?”
Oysa Turhan Selçuk’un bu tutumu çok önemli bir tavır olarak bir kenara not edilmeli. İnsanı çıplak olarak irdelemek onu bütünüyle kavramanın yollarından biridir. Çünkü sanat insanın bedensel ve ruhsal olarak başkalarının gözü önünde hem gerçek hem de mecazi anlamda çıplak olmasını gerektirir. Bu “olduğu gibi görünme” hali sanatçının aradığı insan hakikatidir. Dolayısıyla Turhan Selçuk’un karakterlerinin giyinikliğinde ve çıplaklığında onların sosyolojik görünümü değil ontolojik bütünlüğü öne çıkar.
Altmışlı yıllardan itibaren zenginlikleriyle ve görgüsüzlükleriyle yabancı sermayeye kapılanmış, acımasız, halkı tümüyle hakir gören, bütün değerleri para ve zenginlik üzerine kurulu bir zengin sınıf vardı. Bu sınıf iktidarda olanların o kadar desteğini almıştı ki, sinemada yahut herhangi bir kitapta eleştirildiği zaman bu ya “servet düşmanlığı” sayılır, ya da komünizm propagandası yapmak olarak görülürdü. Sermaye sınıfı değerlerinin hayasızca, ikiyüzlüce göklere çıkarıldığı o dönem aslında eski toplumdaki beylerin ve paşaların zengin olarak tecelli etmiş hali olsa gerekti. Bu nedenle toplumun bu yarı burjuva seçkinleri aydınlar katında nefret uyandırmış, halktan ise korku ile
karışık bir saygı görmüştür. “Aman kimse kapitalizm ve sınıflar hakkında bir şey söylemesin” diye en ufak eleştiri şiddetle bastırılıyor, aydınlar büyük baskı altında tutuluyordu. Aziz Nesin’in evinde arama yapan polislerin bir mektuptaki y harfine takılarak “Bu y’nin kuyruğu niye böyle kıvrık?” diye sorabildiği, Sait Faik’in “Medarı Maişet Motoru” adlı romanının salt adı nedeniyle sınıf düşmanlığını akla getireceği nedeniyle adının değiştirildiği bir ülkede, 1960 sonrasında, gücünü Anayasa değişikliğinden alan kısmi özgürlükler yüzünden durum değişti. O yıllarda ilk kez açıktan açığa “Alın size sınıf düşmanlığı” dercesine, çatır çatır sınıfsal eleştiri yapan bir sanat patladı. Köyler, yoksullar, işçiler edebiyatta öne çıktı. Mizah zaten yapısı gereği siyasal eleştiriye yaslanır; 1960’lar solun 1940-60 arasındaki korkunç baskıya karşı, en azından edebi yollardan ve özellikle mizah üzerinden öç alışının doruğu sayılmalıdır. Şüphesiz buradan fazlasıyla politikleşmiş bir edebiyat da doğdu fakat bu konudaki tavır zaman içinde hızla sanat lehine değişti.
Zenginlerin ve üst sınıfın nobranlığını keskin hatlarıyla gösteren Abdülcanbaz dizisi bütün Turhan Selçuk romanları gibi politikaya doğrudan dalmıştır. Politika ile gülmecenin iç içe geçmesi her zaman kabul edilebilir ama kanımca Abdülcanbaz serisini gülmece alanı içinde değerlendiremeyiz. Turhan Selçuk romanlarında gülmek, güldürmek amaç değildir. Bu romanlardaki Dionizyak etki eğlenceden değil yaşamın kavranışındaki hakikat duyusundan gelir. Özellikle kadın bedenini zayıfıyla şişmanıyla estetize eden Turhan Selçuk, erkek bedenini iyilikleriyle orantılı olarak idealize eder. Onun çizgilerindeki komprador adamlar yahut üst sınıftan bütün erkekler çirkin, göbekli ve ahlaksızdır. Oysa ideal erkekler, örneğin Abdülcanbaz ve Karanfil Hoca, diğerleri gibi hem ahlaki zayıflık içinde değildir, hem de bilime olan sevgileri onları üstün hale getirir.
Ne var ki çalışan sınıflardan yana tavır alan bir kişi olduğu halde, Turhan Selçuk’un zengin ailelerin yanında çalışan kadınlara bakışındaki kayıtsızlık şaşkınlık vericidir. Onları bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendilerine reva görülen şeye karşı koyan, bunların farkına varan kişiler olarak göstermez. Örneğin Bir Köpeğin Anıları’nda Cavidan, Kumru ve Bürümcük adlı kadınlar cinsellik bakımından erkek dünyasının belirlediği sınırlarda yaşayan, bedenlerini o dünyaya sunmayı öğrenen kişilerdir. Burada Turhan Selçuk’un kadınların bu hale düşürülmesini eleştiren bir yaklaşımı olduğu da akla gelebilir ama kadınlardan karakter tavrı olarak yükselen bir itirazın olmayışı düşündürücüdür. Öyle anlaşılıyor ki Turhan Selçuk burada “kendinde” olan, yani sınıf bilincine ulaşarak “kendisi için” düşünmeyi başaramayan insanları göstermekte ve tepki göstermeyi bir bilinçlenme edimi gibi ele almaktadır. Fakat bazen insani tepkinin herhangi bir bilinçli insanın gösteremeyeceği kadar keskin olduğunu da unutmamak gerekir.
Sempozyum Bildirisi
Milas Belediyesi/ Ağustos 2020
(Kısaltılmıştır)