KİTAP-LIK TEMMUZ 2005 Nursel Duruel'in Gürsel Korat'la Yaptığı Söyleşi
on 14 Nisan 2007 Cumartesi
Fotoğraf:
Sinan Anadol
GÜRSEL KORAT:“Asla büyük toplumsal figürlere yaklaşmadım”
Kristal Bahçe, biçimi ve biçemiyle alışık olmadığımız türden bir deneme-eleştiri kitabı. Bu kitaptan önce, romanları (Zaman Yeli, Ay Şarkısı, Güvercine Ağıt), öyküleri (Çizgili Sarı Defter, Gölgenin Canı, Kristal Bahçe’den hemen sonra çıktı), bir deneme kitabı (Sokakların Ölümü) ve bir inceleme - araştırma kitabı (Taş Kapıdan Taç Kapıya) yayımlandı. Kristal Bahçe, yazarının edebiyat anlayışını, edebiyatın iç ve dış sorunlarına bakışını, yazar olarak duruşunu açıklaması ve tartışmasının yanı sıra yetişme sürecine, hazırlık evrelerine, birikimine ilişkin ipuçları taşıdığı için geniş bir yelpazede konuşma olanağı sağlıyor.
Manifesto, “poetika”, deneme, eleştiri, not defteri... Kristal Bahçe tür ve içerik olarak nasıl tanımlanabilir sizce?
Bir yazarın kendi konumunu açıklaması olarak düşünüldüğünde, bildirgedir; belli yazarları reddettiği için manifesto boyutu da vardır, eleştiri hamuruyla yoğrulmuştur ama denemedir! Ama ben temelde bu kitabın en çok deneme olduğunu düşünüyorum.
Ekler dışında 88 kısa maddeden oluşan Kristal Bahçe, edebiyat anlayışınızı tek maddede değil, maddelere dağılmış olarak ortaya koyuyor. Şimdi tek madde halinde söyler misiniz?
Ben coşkulardan esinlenmeyen, akıldan hız alan bir romantiğim. Böyle romantik olunur mu, olunur. İyilik için vicdanın çığlığını atmak istiyorum, insanların sınıf farklarından gelen farklılıkları ve ezilmişlikleri için de öyle. Ama edebiyatın bunların tartışma ve çatışma alanı olmadığını da düşünüyorum. Edebiyatçı örnek insan olmak zorunda değildir. Bu bir kişilik savaşı veya politik bir savaş değil, metnin ortaya konulma uğraşıdır. Kimseyi edebiyatın partisine kazanacak değiliz, ama isteyen herkese insani deneyimler, duyarlıklar, edebi güzellikler dağıtabiliriz.
Vicdanın çığlığını atmak istiyorum dediniz. Kristal Bahçe’de de “Sanat ve duygularımız dışında, tüm yaşamda yalnızca vicdan iddiası bulunur, vicdan değil.” diyorsunuz. Biraz daha açar mısınız?
Başkalarına acıyabilmekten değil, kendini başkalarının yerine koyarak acı duymaktan söz ediyorum. Dinlerin bu kadar köklü olabilmesinin nedeninin de bu olduğunu düşünüyorum: Bireysel ve kamusal vicdanı davet etmeyen hiçbir din varlık bulamaz. Ancak din, Tanrı’nın gözetiminde ve onun onayına dayalı, sevap için iyilik yaptırabilme varsayımına dayandığı için zorlayıcı ve kusurludur. Ben hiçbir gözetici olmadan, kendi iç dünyasına hesap veren ve bütün insanlığın acıları için kaygılanan bir vicdana bağlıyım. “Beş parmağın beşi bir olmaz” diyen kişide vicdan olduğuna inanmam. Beş parmağın da parmak olduğunu ve aynı şeyleri hissedeceğini bilmektir vicdan. Yoksullara sadaka verir gibi zekât veren vicdanın değil, yoksulluğu yeryüzünden silmek isteyen vicdanın izleyicisiyim. Edebiyatçı, vicdanı Tanrı’nın, devletin, toplumun veya önderin doğrularında veya toplumsal değer yargılarında aramaz. Edebiyatçının vicdanı kavradığı tek nokta vardır, o da insanın yalnızlığını fark etmektir.
Kristal Bahçe’nin ve bütün kitaplarınızın arkasındaki birikim, edebiyata ciddi bir hazırlık sürecinden sonra girdiğinizi gösteriyor. Nerelerden, hangi evrelerden geçti hazırlığınız?
Elbette öncelikle politik referanslardan. Kanımca Türkiye’de yalnızca doksanlı yıllarda yazmaya başlayan kuşakla birlikte, politik referans, yazarlığın alameti farikası olmaktan çıktı. Bunu bir şikâyet olarak değil, saptama olarak söylüyorum. Bana kalırsa iyi de oldu.
12 Eylül yaşamımda hesaplaşmayı bitiremediğim, bu toplumun da hâlâ yüzleşmediğini düşündüğüm bir toplumsal felakettir. 12 Eylül’den önce bizim yani solcuların ne olduğumuzun, aslında ne kadar sıkıntılı tezlerle yürüdüğümüzün tartışması ayrıdır. Ancak 12 Eylül’ün 12 Mart’tan alışıldığı üzere bir Amerikan güllesi olarak, balyoz harekâtlarıyla toplumun tepesine indiğini gördük. Aşırı sağcı bir darbeydi, Türkiye’nin başına İslamcılığı, Amerikancılığı ve milliyetçiliği sardığı yetmiyormuş gibi, tüm toplumsal hakları ve kültür araçlarını budadı. 12 Eylül’de yasaklanan Türkçe sözcükler bile durumu açıklamaya yeter: Örgüt, özgürlük ve bilim. Bunun karşısına Teşkilat, Hürriyet ve İlim konuldu. Teşkilat sözcüğünü Susurluk ekibi, Hürriyet sözcüğünü liberal görünümlü tüccar ekibi, İlim sözcüğünü de dini bütün ekâbir benimsedi. Bu dil serüveni bile aslında Türkiye’nin içine ne edildiğini gösterir bir şeydir. Ben 12 Eylül hapishanelerinde yaşanan insani acıların (politik başarısızlıkların değil) öfkesiyle bile yirmi yıl hiç susmasam ve aklımı kaçırsam yeriydi. Ama edebiyatla kendimi kurtarabilirdim. Kurtardığım da ne, belki de söyleyip ruhumu kurtarmaktı bu. Fakat edebiyatı uzun zamandır politikanın aracı olarak kullanan solcu politikacılardan da bıktığım için başka bir yol aradım. Ay Şarkısı adlı romanımı tasarladığımda, bu roman diyordum, solcuların hapishaneye ağlayarak bakmadığı ilk roman olsun. Bir ironi taşısın, kendimizle de devletle de alay edebilmenin bir örneği olsun. Ama içimizi yakmayı da unutmasın. Kitap, söylemem gereken sözleri taşıdığı için vazgeçemedim, ama istediğime bir türlü ulaşamadığım için yayımlamadım da. Biliyorsunuz, benim dördüncü kitabım olarak çıktı ve sorarsanız eğer daha uğraşacağım pek çok yanı vardı. Bir daha yayına hazırlarsam, bir sürü şeyi gözden geçiririm. Sanırım bitmeyen tek kitabım da hep o olur. Çünkü zemini travmadır.
Yayımlanan ilk romanınız Zaman Yeli olduğu için yazdığınız ilk romanın da daha sonra çıkan Ay Şarkısı değil, o olduğunu sanıyordum; belki başka okurlar da öyle sanmıştır. Demek ki farklı bir sürecin, yeni bir yönelişin ürünüymüş Zaman Yeli.
Aslında şöyle: 1987 yılına gelinceye kadar toplumcu gerçekçiliği benimsemiştim. Bir bakıma hem solcu kalmak hem de toplumcu gerçekçiliğin dışına çıkabilmek bana o yıllarda zor görünüyordu. Bendeki düşünce hareketleri sıçramalarla oluşur. Birden bir zihinsel sıçrama yaşadım, Stalinizmi ve toplumcu gerçekçiliği reddettim, tam o sıralarda Edebiyat Dostları dergisi çıkıyordu, onlara katıldım. Bu dergide ödüllere, imza günlerine, edebiyat iktidarına, iktidara, ideolojinin aygıtlarına yönelik çok çetin mücadeleler yaptık. Kendimi hem politikadan kopmamış hem de politika ile edebiyatı ayırmanın yollarına girmiş biri gibi algılıyordum. O sıralarda edebiyat üstünde vesayet hakkı doğuran her şeye karşı bir ahlaki tutum edindim. Bunu benimsedim, orada benimsedim ve vazgeçmedim. Açıkça söylemek gerekirse, Akif Kurtuluş’un geçenlerde ödül almasıyla birlikte Edebiyat Dostları dergisinden gelen ve verili edebi ortamın “özendiricileriyle” uzlaşmayı reddeden bir ben kaldım. Ödüllere karşı savaşıp ödül alan, edebiyatın araçsallaştırılmasına saldırıp parayla girilen şiir matineleri düzenleyen, imza günlerine saldırıp imza günü düzenleyen çok kişiyi daha önce de gördüğüm için kendime hep şunu sordum: Nedir bu, bir tür hippilik mi? İnanmadığın şeyi söyle, önüne fırsat çıkar çıkmaz eleştirdiğin şeyi yap. O günden sonra, kendi kendime şu sözü verdim: Edebiyatta, inanmadığım hiçbir şeyi yapmayacağım. Eleştiri yaparken de, bir insanın yüzüne karşı söyleyemeyeceğim şeyi yazmayacağım. Çünkü sanırım, insanlar bu nedenle birdenbire çark ediyorlar. Eskiler bu yüzden “büyük konuşma” derlermiş, bunu çok iyi anladım. 1990 yılına gelindiğinde bu ödül, yarışma gibi konularla ilgili net bir tutum kazanmakla birlikte yalnız kaldım. Ay Şarkısı çalışmalarının yanına öyküler de kattım. Fakat bu arada unutmamak gerekir ki, film yapımcılığı işleri yapıyordum. Senaryolar yazıyor, rejide çalışıyor, kurgu yapıyordum. Yaşamımı en çok etkileyen şey, Kapadokya belgeseli yapmak oldu. Belgesel değil de, hazırlık çalışmaları benim için tam bir hazırlık okuluydu. Orada Kapadokya’nın edebiyatının olmadığını gördüm. Yalnızca Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, ikonakırıcılık bağlamında şöyle bir değiniyordu, oraya.Ay Şarkısı, benim yaralarımın romanıdır. Oysa Zaman Yeli ile romana ait başka bir şeyi sezdim ve başka bir sürece girdim. Zaman Yeli toplumun kültür kodlarıyla uğraşmaya başladığımı ilk gösteren örnek olduğu için, ilk romanım sanılması da doğal. Oysa Çizgili Sarı Defter’deki pek çok öykü bile Zaman Yeli’nden eskidir. Orada da yer yer kültürel kodların çözümlenmesine yönelik adımlar atıldığı için, bendeki kültürel olgulara yönelişi sadece Zaman Yeli’ne bakarak açıklamak doğru olmaz.Yıllar içinde, Kapadokya’nın iki romanını yazdım ama tarih romanları furyasında yaptıklarım, “diğerleriyle” ya aynı gibi görüldü, ya da çok karmaşık ve zor olduğu gerekçesiyle üstü çizildi. Bir de üstüne üstlük tarih romanları toplumsal gerçeklerden kaçış olarak damgalanmadı mı, deli oldum.
Kristal Bahçe’de “Ben bir kültürler düşü kuruyordum. Benim için tarih, romana kültürün dildeki izleriyle girebilmeliydi.” diyorsunuz. Romanlarınız için “kültür kazısı” dendiğinde başlangıçta itiraz etmediğiniz halde sonradan “dil kazısı” diye altını çizme gereği duydunuz. Bu da kendi içinde bir süreç, ama çok kısa zamanda aşılmış bir süreç galiba.
Evet, tarihin içinde farklı kültürel kodları çözümleme düşüncesiyle işe giriştiğimi saklayacak değilim. Bu filmciliğin bende devam eden sarsıntısı olabilirdi. Ama zaman içinde edebiyata ilişkin ölçütlerim kesinleşti: Bir edebiyatçının edebi önermesi olmalıdır; edebiyat dışı önermeler yapıtı da edebiyat dışına sürükler. Edebiyat yapıtının kültürel kodlarla uğraşmasına bir diyeceğim yok, ama bunu bir önerme olarak başa koyması ve onun peşinden yürümesi bana daraltıcı görünüyor. Artım ben kültürel bir arkeolojiden değil, dil arkeolojisinden söz ediyorum. Kültürel kodları da epeyce aradım, ama baktım ki edebiyatıma sarkıntılık ediyorlar, onları ayrı bir kitabın, bilgi kitabının konusu yaptım ve yolumu ayırdım. Ondan önce de Sokakların Ölümü’nde böyle bir şeyi denemiştim.
Dil kültürün taşıyıcısı olduğuna göre, dili kazmak, kazımak aynı zamanda kültür arkeolojisi değil midir? Romancının ilk amacı her şeyden önce romanın kendisidir elbette. Ama estetik dengelerini koruyarak bunun üstesinden gelebiliyorsa hangi gerekçelerle itiraz edilir? Gölgenin Canı’nda da kültürel kodlar yok mu?
Var tabii. Ben yok, olmasın demiyorum. “Edebiyatçı peşinden yürüdüğü şeyin edebi içeriğini öne çıkarmalı” diyorum. Benim hiçbir yapıtım zaten toplumsal kültür ve tarihsel zemin olmadan hakikat duygusu vermez. Ben öyle bir şeyi zaten seviyorum. Ama aradığım şey tarihsel bir hakikat, bomba gibi patlayacak bir ifşaat, falancanın bilinmeyen yaşamı değildir. Bunlar gazetecilik numaralarıdır. Attilâ İlhan’la ve Kemal Tahir’le ile arama bir mesafe koymam gerekiyor. Bunlardan farklı bir edebiyat yaratacaksam, dil yönünden ayrılarak yaratırım, o olay öyle değildir iddiasıyla değil.
Gölgenin Canı’ndaki gölge imgesi nasıl bütün öykülerin içinden geçen, onları bütünlüğe kavuşturan görünmez bir eksense, ben, Kristal Bahçe’yi de sizin bugüne kadar yazdığınız bütün kitapları yatay ve dikey olarak kesip geçen bir eksen olarak görüyorum. Ne dersiniz?
Kristal Bahçe, neredeyse son yayımladığım kitaptır, ama sanırım aynı zamanda bütün kitaplarımın mantıksal ve bilgisel referansıdır. Böyle bir şeyi tasarladığım ve yazdığım için mutluyum, çünkü yazar yazdıklarıyla neye yöneldiğinin sezgisine sahiptir, bilgisine değil. Ben, “yazdıklarımın bilgisine de sahibim, bilerek yapıyorum” demeye mi getiriyorum, hayır. Kendime değil de, edebiyata bilgiyle bakmanın gereğini anımsatıyorum, o kadar.Kitabın alışık olmadığımız yanı, minimalist üslubu. Lafı uzatanlara “Yahu edebiyat yapma”, deriz ya, ben “tıraşı uzatmadım” ama edebiyat yaptım.
Eksenin başlangıçtaki görünür ucu Zaman Yeli olduğuna göre, söz kendiliğinden romancı olarak konu, tema ve coğrafya seçiminize geliyor. Tarih-roman ilişkisi, edebiyat-coğrafya ilişkisi üzerine düşüncelerinizi daha önceki söyleşilerinizde ve “tarihi roman” tartışmalarında açıklamıştınız, Kristal Bahçe’de de değiniyorsunuz. Benim asıl öğrenmek istediğim Zaman Yeli’nin ilk adımı, o kitabı size yazdıran ilk kıvılcım. İnsan durup dururken roman yazmadığı gibi tarihi roman da yazmaz. İlk cümlede “seçim” sözcüğünü biraz dikkatsiz kullandığımın farkındayım. En başta seçim yapıp yapmadığınızı bilmiyorum ki; sonuca bakıp söylüyorum bunu. Baştaki durumu ancak yazarın kendisi söyleyebilir, siz söyleyebilirsiniz.
Seçim olduğunun farkında değildim, diyebilirim. Tema ve coğrafya seçimine dair gelişmeler bir tür filmcilik alışkanlığının devamıydı ve aslında edebi bir kaygıdan kaynaklanmıyordu. Çünkü henüz çalışmaya başlamadığınız ve yazmadığınız şeyin niteliği hakkında konuşamazsınız. Ben bir tür bilgi arayışıyla ve bilgisizlikle işe başladım. Bilginin edebiyatı oluşturacağına dair boş bir önyargı taşıdığımızı o sıralarda fark etmiş değildim. İlkin bir öykü yazdığımı sandım. Birinci bölüm öyküydü, Dimitri’nin öyküsü, Leon’la yolculuk, şu, bu. Ama bu yetmedi. Bilinen macera o noktada başladı işte: Kapadokya’yı ne zaman Hıristiyan merkezli bir algıyla görmedim, ne zaman tüm dinleri, kültürü, tarihi ve dili bir sepete koyup, bunların yüzünü tek tek silerek baktım, o zaman edebiyat yapıtı doğmaya başladı. İşte o zaman keşişi de, dervişi de, emiri de, savaşçıyı da yazabilirdim. Bu bir dil işçiliği olmalıydı, her şeyiyle gerçeklik duygusu uyandırmalı, ama tamamen benim yazdığım tekerlemelere, şiirlere, atasözlerine dayanmalıydı.
Kristal Bahçe’de şöyle bir saptamanız var: “Şair imgeleri kurcalar, yazar ise düşünceleri. Analiz ve ayrıştırma sanatın doğasında ortaktır ve insan bunu şiirden öğrenir.” Güvercine Ağıt’takileri dışta bırakarak soruyorum: Şiir yazdınız mı?
Elbette yazdım. Ama günün birinde yazdıklarımı okurken baktım ki, benim yazdıklarım tamamen sentetik ifadelerdir; “şiiri bırakıyorum” dedim. Kanımca şiir analitik bir düşünme biçimi gerektiriyordu. Yazıda ve romanda analiz sözkonusu olsa da bu, imgelemin değil, kavramların analiziydi. İmgeyi analitik düşünmek, şeytanın azapta olması halidir. Ben, kavram ve yapı bütünü anlamında analitik düşünsem de, sonuçta senteze ulaştığımdan şiirden koptuğumu anladım, bir daha da şiir yazmadım.
Şiir parantezi konuyu böldü, kaldığımız yerden devam edersek, sormak istediğim bir başka nokta da şu: Kendinize, insana, hayata bakışınızdan, deneyimlerinizden yola çıkarak geçmişe dönük ütopya kurma eğiliminde olmasaydınız yine aynı zaman diliminde ve aynı coğrafyada mı geçerdi roman? Yoksa tersi mi oldu, zaman ve mekân mı geçmişe dönük ütopya kurmanıza yol açtı?
Geçmişe dönük ütopya kurma fikri, bana Hıristiyan komünlerinin esinlediği bir şeydir. Geçmişte yaşayan insanların gelecek dediği bir yerde yaşadığımı sarsılarak hissettiğim bir gün vardır. Birden o insanların ütopya saydığı şeylerin bazılarını çoktan aştığımızı, bazılarını ise hiç düşünmediğimizi fark ettim. Ütopya fikri acımasızdı. Ama zaman da acımasızdı, bir zamanlar bu topraklarda yaşamış insanlara bakıp neler yaptığını hayal etmeye çalıştığımızda da aslında en az ütopyayı düşlemek kadar zor bir iş yaptığımızı anladım. Ben edebiyatta geleceği kurma fikrini artık yadsıdığım için, gelecekte olmasını düşlediğimiz şeyi geçmişe götürmek düşüncesinde bir an duraksamadım. Ancak ütopya kurma fikri olmasaydı, Zaman Yeli yine aynı coğrafyada mı geçerdi? Bundan emin değilim. Ben mutlaka Kapadokya ile ilgili bir şeyler yazardım, bundan eminim, ama bu kadar ısrarla bir kültür zemininde yürür ve bir dili sorun eder miydim, bilmiyorum. Ancak mekânın dokusu ütopyayı esinlediği için ben sanırım benzer şeyler oluştururdum. Benim esin kaynağım zaman değildir, zaman benim problemimdir. Tarih ve coğrafyanın ortaya koyduğu malzeme karşısında ilkesel olarak hepimiz aynı konumdayız. Kim ne kadar, nasıl almak istiyorsa o kadarını verir ikisi de. Alınanı sanatsal bir yapı içinde dönüştürmeye gelince yazma sürecinin müthiş bir çarpışma alanına, zorlu bir alışverişe dönüşmesi kaçınılmaz sanırım. Hele Kapadokya gibi eşsiz bir doğa parçası ve çok derinlere uzanan bir geçmiş söz konusu ise edebiyatın fire verme olasılığı epeyce yüksektir.
Zaman Yeli ve Güvercine Ağıt’ı yazarken siz nasıl çözümlediniz bu meseleyi?
Eğer edebi olandan fire vermediysem, bunda hep yaşanan an’a yoğunlaşarak yazma isteğimin payı olmuştur umudundayım. Yani beni insani gerçek ilgilendirdi. Tarihsel zeminde o sırada neler oluyordu, kim kimdi, toprak nasıl paylaşılmıştı, vergi nasıl alınıyordu, toplumsal düzen nasıl kurulmuştu, bunları belli belirsiz bir fon düzeyine indirgedim. Bir de asla büyük toplumsal figürlere yaklaşmadım. Sanırım edebiyatımın en can alıcı noktalarından biri budur: Romanlarımda sultanlar, vezirler, bilinen büyük figürler yoktur. Bu yönden geleneksel tarihsel romanın dışında kaldığım belirgindir. Bu yönden bakıldığında günümüzde yazılan tarihsel romanların çoğunun, geleneksel roman kültüründen koptuğu söylenemez.
Zaman Yeli, “Çiftaslan Dörtlemesi”nin ilk kitabı olduğu için merkeze onu alarak soruyorum. Cevabınız Güvercine Ağıt’ı, dörtlemenin henüz görmediğimiz iki kitabını ve öykülerinizden bazılarını da kapsayacaktır elbette. Taş Kapıdan Taç Kapıya’yı çözümünüzün bir parçası olarak görebilir miyiz? Bilgiyi bilgi olarak ortaya koyup, edebiyatın dışına atma girişimi.
Tam da o. Bilgi ve edebiyat ikilisi çok tehlikeli bir buluşma. Edebiyat bilgi olmadan kurulmuyor, ama bilgi edebiyatın içinden geliyorsa orada kötü kokulardan durulmuyor. Bu dengeyi sağlamak edebiyatçının işi. Dengeyi bile dememek gerek, edebiyat ve bilgi ilişkisinde kantarın topunu daima edebiyattan yana bastırarak yazmak edebiyatçının görevi. Bu nedenle, ben edebiyatıma saldıran, kapıdan kovulursa pencereden girmek isteyen tüm bilgileri bir araya getirip bir kitap yaptım, ağızlarını sırladım, kapattım. Bilgi edebiyata sızarsa en basitinden didaktizm tehlikesi var; en ağırı ise tezli roman.
Tezli roman olamaz mı?
Olamaz demem, oldurulmuştur derim. Ama buna roman denir mi, denmez.Tez mantıksal ve kavramsal bir fikrin billurlaşmış halidir. Roman ise insanla ilgili hakikatlerin öznel ve kurgusal zeminde, denenmiş hal olarak başka insanlara aktarılması, bunun estetik bağlamda kalıcılaştırılmasıdır. Tezli roman bir adaletsizliktir: Çünkü tamamen kavramsal ve mantıksal bir yapıyı, bütünüyle imgesel araçlarla aktarmaya dayanıyor. Bu bir araç-amaç ilişkisi içinde kurulmuş basit bir oyun oluyor, sanata özgü amaçları yok ediyor.Ben tezli roman yazanlara şunu söylüyorum: Roman içinden konuşmazsanız sizi anlamaz mıyız? Buyrun o yüksek tezlerinizi romana sığınmadan söyleyin de encamınızı bir görelim. Fikir olarak öne sürdüğünüz şeyler, duygularımızı sömürmeden, imgelerimizi kışkırtmadan ne işe yararmış anlayalım.Bir tarih romanı yazarına sordum: Yahu, buradaki çocuk, on üç yaşında, nasıl hiçbir kimsenin öldüremediği ayıyı, üç ok atarak öldürür? Bana şöyle dedi: Ama bunlar uydurma değil, belgelenmiş hakikat. Bu hakikati neden romanda söylüyorsun, çıkıp da söylesene dedim. Gülümsemekle yetindi. O kitabın yedi baskı yaptığını gördüm.
Başka türlerde de ürün verdiğiniz halde edebiyata ilişkin düşüncelerinizi genellikle roman üzerinden dile getiriyorsunuz. Neden? Edebiyatınızın rahminde türler birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde?
Benim için, ürün verdiğim alanlara bakarak deneme yazarı, araştırmacı, eleştirmen, oyun yazarı, öykücü ve romancı densin istemem. Bu kadar çok sıfatla anılmak, bana kimlik kargaşası gibi görünür. Bir yazar kendini en çok nasıl görüyorsa öyledir. Ben kendimi, ne yazarsam yazayım, roman yazarı olarak görüyorum. Dolayısıyla sanata ilişkin eylemlerimi de hep oradan kavrıyorum. Benim yazarlığımda türlerin bir sınıflaması yok. Böyle bir şeyi aklıma getirmedim, ama sanırım zihnimin bir sınıflaması var: Algılarım, insanın hayatı kavrayış hallerini not eden sezgilerle bağdaşıktır, “gerisi buna uyanlar uymayanlar” diye değişik odalara atılıyor olmalı.
Okurun en çok romana, en az deneme ve eleştiriye ilgi gösterdiği biliniyor. Yazar açısından da durum pek farklı değil. Bu alanlarda yazanlar ne yazık ki çok daha az. Hal böyleyken Kristal Bahçe’nin kısa sayılabilecek bir sürede ikinci baskı yapması nasıl açıklanabilir sizce?
Bunu sizin gibi iyimser bir bakış açısıyla yorumlamayı çok isterdim.
Kristal Bahçe’nin alt başlığı “Okurunu Arayan Edebiyat”. Ne düşünüyorsunuz okur için? Oğuz Atay’ın siteminden bu yana ne değişti?
Evet, okur bir problem. Genel okur, edebiyatın sezgi ve estetik düzeyde bir bilgi olduğunun farkında değil. Edebiyatın fikrini değil, yıldızını istiyor. Okur ve yazar arasındaki eşitsizlik, edebiyat aleyhine bozuldu. Yani yazar okurun niteliğine doğru yaklaştı. Oysa bunun ideal olanı, okurun yazarın düzeyini zorlaması idi. Artık kültür düzeyi aşağı indi, kültür yanılsaması kaldı. Tıpkı marka giyen kişinin kendini falanca gibi hissetmesi durumunda olduğu gibi, marka okunur oldu. Artık dedikodu malzemesi olarak edebiyat, hayli zengin bir kaynaktır. Boş inanışları yüzyıllardır yaşatan halk, edebiyat yanılsamalarını da çok uzun süre yaşatır. Edebiyatı sermaye ve okur el ele vererek tasfiye ediyorlar; geriye hemen parlayıp sönen starcıkların okunup unutulan menkıbeleri kalıyor. Bizim bildiğimiz yazar, kim ne derse desin, olaylar ne yönde akarsa aksın, bildiğinden şaşmayan bir Tanrı figürü gibiydi. Oğuz Atay “Ben buradayım ey okur, sen neredesin” derken, ‘yazarın Tanrılar katındaki yerini’ gösteriyordu. Ama şimdi pek çok yazar “okur nerede, ben oradayım” diyen piyasacı fraksiyona katıldı ve ölümlüler katını seçti. Oğuz Atay’dan bu yana değişen şey, demek ki, yazarın seçimidir.
Kristal Bahçe’nin içinden, ivedi ve geniş katılımlı tartışmaların kaçınılmaz olduğunu düşündüğünüz beş madde seçin desem, nasıl bir sıralama yaparsınız?
Romanın özgürlüğü konusunda konuşabilmek için Madde 15 “Piyasa ve Roman”, önceki roman anlayışıyla nereden ve nasıl koptuğumu göstermesi bakımından Madde 20 “Reddiye”, edebiyatın içindeki durumdan tümüyle sorumsuz olmadığı için Madde 54 “Okur”, yazarın kendi konumunu sorgulaması ve edebi konumunu düşünürken edebiyat dışı kornumlarla nasıl ilişkileneceğini tartışabilmek için Madde 59 “Yazar Ahlakı”, yazarı mitleştiren anlayışlardaki despotizmi gösterebilmek için Madde 69 “Bilicilik ve yazarlık”.
0 yorum:
Yorum Gönder