Kalenderiye için kapak tasarımı, Hannan Yedillioğlu, 2008
Söyleşi: Nursel Duruel
Kitap-lık dergisindeki son yazında “ben, kentlerden umudunu kesmiş bir kentliyim; estetiği daha çok geçmişte, aklı gelecekte arayan bir romantiğim” diyorsun. Kapadokya merkezli romanlarında bu yolda ilerlediğin söylenebilir. Peki, estetiği bugün içinde kurmak neden uzak geliyor sana?
Estetiği geçmişte aramak, insan eylemlerini ve duygularını geçmiş zaman dekoru önünde anlatmaktan başka bir şey değil. Geçmişi arayanlar ille de geçmişe özlem duymazlar. Geçmişi bir imkân olarak görüp geleceği arayanlar; asıl yenilikçiler onlardan çıkar gibime gelir.
Yaptığım şey, estetik öğeyi nerede daha iyi bulacağını düşünen yazarın bir seçimi. “Şöyle bir hayale dalıp bugüne varmak” daha doğru bir açıklama olur.
Baştan beri, “zaman” seni çok uğraştıran bir sorun. Zaman Yeli’nde felsefi düşünceyle boğuşan kahramanlar vardı. Güvercine Ağıt’ta inanç ve düşüncelerin zaman içinde coğrafyalar üzerindeki dolaşımını ve bunun felsefi izlerini gördük. Kalenderiye’de bunların yanı sıra bireylerin kendi yaşam deneylerinden çıkardıkları zaman algısıyla yüz yüze geliyoruz. Romancıdaki değişimden mi kaynaklanıyor saydıklarım? Zaman Yeli’nden bu yana ne değişti?
İnsan kendindeki değişimi gerçekten tam olarak bilemiyor. Yalnızca hissettiğim şudur ki, ben bu kitabı çalışırken, hiç yaşamadığım yoğunlukta yazı “seansları” geçirdim. Yazı beni çekti, sündürdü desem yanlış olmaz. Değişen şey mi, bu kitapta özellikle ortaya çıkan şey mi, bilmiyorum.
Zaman, roman yazmadan çok önceleri de beni çok düşündürürdü. Ben hep zaman kavramındaki metafiziği roman diline indirgemek istedim. Kalenderiye’de ilk kez, zaman kavramıyla ilgili olarak çok uzun soluklu roman cümleleri kurabildiğimin farkındayım.
Kalenderiye’de sezgiler çok öne geçmiş. Sezgi, hem romanın akışını sağlayan hem de okurun sezgilerini harekete geçiren bir öğe haline gelmiş. Kahramanlar, kendi durum ve koşulları çerçevesinde ne olacağı hakkında düşünürken sezgileri giriyor devreye. Dolayısıyla romanın akışında ortaya çıkabilecek olasılıkları da dile getirmiş oluyorlar. Henüz o aşamadayken bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bilinmiyor kuşkusuz. Ama ‘olabilir’lik düşüncesi okuru kışkırtıyor. Romana akışkanlık getiren, olayları birbiriyle bağlayan sezgi, bir yandan da okuru sezginin doğası üzerine düşünmeye yöneltiyor. Sezgiyi, bile isteye mi çoklu işlevi olan bir roman elemanı haline getirmek istedin?
Bunu gerçekten şimdi fark ediyorum. Roman yazarken her şeyi bilerek ve planlayarak yapmak imkânsız. Ben sadece anlattıklarımda anlaşılmadan kalan bir şeyler olmasın istedim.
Romanda genel anlamda dile ilişkin çok sayıda gönderme var. Romanın dili ile romanın göndermede bulunduğu dil ayrışıyor. Dilin yazıya geçirilmesi nedeniyle de alfabe göndermeleri yer alıyor. Kahramanların sıkça yüz yüze kaldığı karşıt durumlar burada da ortaya çıkıyor. Değişik kültürlerden insanlar kendi kültür dilleriyle değil başka alfabelerle yazabiliyor. Bu da ilginç bir biçimde çapraz buluşmalara yol açıyor. Bu saptamadan hareketle romanın dili için ne söylemek istersin?
Arap alfabesi kullandığımız çağda, İtalyan dünyasından gelen ve Türkçe bilen tüccarların dilimizi yazıyla nasıl ifade edecekleri sorusu benim için çok eğlenceli bir düşünceydi. Latin dünyasından gelen hiç kimsenin, bugün bizim ses değerlerimizi kullanarak yazamayacağı belliydi. Örneğin Kalenderiye demenin batılı karşılığı Calenderia olabilirdi. Dilimizdeki ç, ö, ü, ğ gibi pek çok harf Latin dünyasındaki dillerde olmadığından, sözgelimi ölçü sözcüğünü oelcheu şeklinde yazmak kaçınılmaz oluyordu.
Buradan hareketle kahramanlarımızın bu dil dünyasının yarattığı kargaşayı yaşaması, okur için gerçek bir oyun zevki yaratacaktı. Çünkü okur da bu dil oyununun bir parçası olacak ve sürüklenecekti.
Tabii amacım bu oyunla sınırlı bir şey olamazdı; dil, Osmanlı’nın ve aslında Anadolu’nun, nasıl bir çoklu kültür dokusuna sahip olduğunu göstermekteydi. Ortaçağda tüm dinsel cemaatlerin kendi yazısını kullandığını, Türkçe konuşan halkların Yunan, Ermeni veya Arap alfabesine göre yazmalarının etnik bir ayrılığı değil, kesinlikle dinsel ayrımı gösterdiğini bundan daha iyi anlatacak aracım olamazdı. Bu koşullarda Anadolu’yu yazı dilinden irdeleyen bir insani bakış aradım, bunu edebiyata çok yaraşan bir yaklaşım saydım. Çünkü dini, etnisiteyi ve sosyolojik hakikatleri değil de dili hareket noktası seçmek bir yazarın edebiyata en yakın olanı başlangıç saydığını gösterir.
Üç bölümden oluşan Kalenderiye Türkçenin iki farklı kullanımıyla yazılmış. İlk iki bölüm günümüz Türkçesiyle, üçüncü bölüm ise romanın geçtiği zamanın konuşma dili sayabileceğimiz arkaik bir Türkçeyle. Yazarın uydurduğu anlaşılan sözcükler, deyişler hesaba katılırsa yaratılmış bir dil demek de mümkün. Dilin böyle iki farklı kullanımına neden gerek duydun?
Bu, benim buluş heyecanı yaşadığım en önemli olaydır. Anlatıcının (Sergüloğlu’nun) dönemin diliyle konuştuğu bölümü yazmak, kim nasıl konuşursa konuşsun kendi lehçesine döndürmek gibi bir tutumu var. Dil düşünceyi belirleyip yönlendiren bir etkendir. Şimdi aynı anlama gelen iki cümle söyleyeceğim ve bu cümlelerin birini kullanan kişinin ötekini yadırgayacağını bileceğiz. Çünkü bunlardan yalnızca birini, o cümleyi aidiyet duygusuyla benimsemiş toplumsal katmanlardan, yığınlardan veya sınıflardan gelen kişiler söyleyebilir:
“Ruhum daraldı, çıldırmak üzereyim.”
“İçim öhlezidi, delleneceğem.”
“Ruhum daraldı” diyen kişi öteki dille konuşturursanız, o kişinin düşünce sistematiği de, sınıfsal konumu da, aklı da, kavramsal düzeneği de farklı durduğundan şakaya benzeyecek ve komik olacaktır. Demek ki, dil aslında sadece söylenen bir şey değil, içinde pek çok düşünce imkânını, yolunu, çağrışımı ve davranışı barındıran büyük bir sistemdir. Örneğin tüh, yalnızca tüh değil aynı zamanda el hareketidir. Diyeceğim odur ki, kişileri farklı bir dil düzeninden konuşturmak, okuru o kişilerin mantığıyla özdeşleşmeye sürükleme çabasıdır. Bu da yazar anlatıcıyı devreden çıkarır, o dil gerçeğiyle konuşan kişiyi merkeze getirir. Böylesi bir yazı tutumu, edebiyatımız için şüphesiz bir yeniliktir.
Sergüloğlu, bir roman kişisi olarak Tanrı anlatıcı rolünü de çalıyor. Anlatım olanaklarını çoğaltabilmek için mi seçtin bu yolu?
Tam söylediğim şey: Gerçeklik vehmi ve inandırıcılık dilde saklı durur. Ben inandırıcılığı çoğaltmak istedim. Yazdıklarım yazılıp okunan bir şey değil de, görünen, izlenen ve sesleriyle akılda kalan bir anlatım tadında olsun istedim.
Sergüloğlu çok şenlikli bir söyleyişle acı şeyler anlatıyor. Aslında, meddahla kamera gözü buluşuyor onda. İki ayrı anlatım yöntemini iç içe geçirerek zamanın iki ucunu / uçlarını buluşturmuş, birleştirmiş oluyor. Sözlü geleneğin meddahı ile sinemanın olanakları aynı gövdeye ruh veriyor. Yazılı kültürden görsel-sözel kültüre evrilişin ortamı ve tanığı olduğu söylenen çağımızda, bu romanda giriştiğin deneme, adım attığımız evreyi edebi araçlara dönüştürme arayışı mıdır?
Ben sadece sözlü anlatım tekniğini yazılı edebiyat imkânına dönüştürdüğümü düşünmüştüm. Kamera gözünün buna eklendiğini söylemen hoş bir saptama oldu. Bu saptamanın bana söylediği şey şu: “Günümüz sözlü kültüre doğru gidiyor, okumak gözden düşüyor, bir yazar, sözlü anlatımla sinema anlatımının imkânlarını buluşturuyor.” İnsan bunu kendisinin yaptığını iddia etse belki gereksiz ve hatta yanlış olur. Bunu Nursel Duruel söylüyorsa bana gerçekten susmak ve hoşnut olmak düşer. Ama inan ki, yazarken, bu söylediğini gerçekten düşünmüş değildim.
Kalenderiye’de ortaoyunu ve çağdaş dramanın olanaklarından da yararlanılmış. Anlatıcılığını Sergüloğlu’nun üstlendiği bölümde daha belirgin hale geliyor bu. Romanın ritmi hızlanıyor. Onun soluk soluğa öznelliğiyle anlatıcılığının gerektirdiği nesnellik, değil tek cümlede tek sözcükte bile yer değiştirebiliyor. Meddah, ortaoyunu, çağdaş drama, sinema... Belki gözden kaçırdığım başka anlatım olanakları da kullanılmıştır. Anlatımda çoğul teknik kullanma arzusu farklı dallarda yazan birinin hepsini birleştirme çabası olarak görülebilir mi?
Yazar aslında kendi olanaklarını, onları kullanıncaya kadar bilemez. Bu kitapta kullandığım yazı tekniği ve biçim, bunu gerçekleştirmeye karar verdiğim ana kadar bende saklı dursa da, benim bile farkına varamadığım bir şeydi. Ben sadece inandırıcı olan, yazının içerdiği düşünce haline okuru çeken bir metin yazmak istedim. Bunu sınadım. Sınadığım şeyde sanırım bu soluk soluğa gidiş etkisini yaratan anlatıcı tekniği üzerine düşünmem oldu: Ses tekrarları, deyimler, benzetmeler bunu sağladı. Bir senteze gitme arzusu yaşadım mı, bir birleştirme çabası mıydı? Burada bir teknik seçim yaptığımı söylersem fazla iddialı konuşmuş olurum. Bu yazardan çok eleştirmenin söyleyebileceği bir durum gibime gelir.
Roman kendi içinde defalarca açıklanıyor. Anlattığını, başka bir vesileyle yeniden anlatıyor. Çin tiyatrosu gibi. Döngüsellik zaman algısıyla da bağlantılı gibi geliyor bana. Romanın adında saklı tohum her döngüde hem aynı hem bambaşka hayatlarda patlıyor. Dolayısıyla, roman kendi üzerine de açıklama getiriyor sanki. Bu tekrarlar, döngüler neden?
Aslında son derece basit bir nedeni var: Yazarlar ne anlatıyorsa onu çeşitli noktalarda durup yinelemeli ve okura anımsatmalıdır. Bunu yaptım ama daha korkusuzca yaptım, çünkü zaten zaman döngüsel bir roman yazdığıma göre bu teknik tam yerini buluyordu. Bir de sanırım zamanın döngüselliğine uygun bir teknikle konuşma çabası, anlatımın döngüselliğini de zorunlu koşul olarak yanında getirdi.
Kalenderiye’de kadın ve erkek kahramanların birbirlerine ve karşı cinse bakışları, sevgi -şefkat- aşk- tutku- kıskançlık- pişmanlık gibi duygular ve cinsellik bağlamında geniş bir yer tutuyor. Ama romanın kapsadığı farklı zaman dilimlerinde, farklı coğrafya ve kültürlerde benzer yaklaşımlarla dile getiriliyor hepsi. Kadınları ‘anlatılan’ olarak bu kadar öne çıkaran bir romanda, kadın kahramanlar arasındaki sevgi bağları, erkekler arasındaki yüksek dozajlı sevgi, dayanışma, duygu ve düşünce paylaşımındaki içtenlik, cömertlik yanında epeyce zayıf kalıyor. Baştan beri cinsler arasındaki eşitsizliğe karşı koyan, hatta cinsiyetçi sözcük kullanmamakla övünen bir yazarın kaleminden çıkan bu romanda, kantarın erkekler lehine ağır bastığını söyleyebilir miyiz?
Sanırım hayır. Benim görevim romanda cinsiyetlere eşitlik dağıtmak değil, kurduğum romanın gerçekliği içinde, olasılık ve mantıksal zorunluluk kuralları gereği cinslerin davranışlarına bir açıklama getirmektir. Ben bu söylediklerini değil, bambaşka şeyleri görüyorum romanda. Çünkü öznel duruşlarımızla okuyoruz eninde sonunda.
Kalenderiye’de akıl-beden dolayımında ahlak, ağırlıklı tartışma konularından biri. Ayrıca düşünce-inanç, varsıllık-yoksulluk, kabullenme-isyan, sömüren-sömürülen, iyilik-kötülük, varlık-yokluk, ölüm-hayat, rüya gerçek, gibi ikili kavramlar ve karşıtlıklar, kimi kez su yüzüne çıkarak kimi kez derinlere inerek roman boyunca çoğul bir tartışma ortamı yaratıyor. Ama hayattan kopuk, soyut tartışmalar değil bunlar. Olaylardan ve kahramanların yaşamından kaynaklanıyor hepsi. Yine de şöyle sormak istiyorum: Düşüncenin, aklın önde tutulduğu bir roman denebilir mi Kalenderiye için?
Denemeyeceğini düşünüyorum. Tersine, bu romanda kanımca coşkular ve duygular teraziye çıkmıştır. İkiliklere gelince: Ben bu romanı yazmadan önce kavramları sıraya koyup onlara göre yazmadım. İkili durumları anlatmak üzerine bir roman yazacağım aklıma bile gelmedi. Ben en çok insan gövdesinin ve eyleminin yakınında gezdim. Buradan o insanın düşüncesine, sonra başka insanın eylemine, sonra onun düşüncesine gittim.
Kalenderleri, Haydarileri, batınileri neden seçiyorsun? Neden merkezdeki inanç gruplarıyla değil de, diğerleriyle oluşturuyorsun romanı? Düşünsel melezler romanlarında daha iyi, daha baskın, daha yeni olanaklara açık duruyor. İnsanların etnik kökenleriyle ilgilenmediğin halde merkezde olmayanları iyiler olarak öne çıkarıyorsun, neden?
Bütün güzel fikirler, çelişki dolu kafalardan çıkar. Güzeller melezdir, üretken düşünceler karmaşıktır. Bir de “merkez” nedir, bugünden bakınca farklı görünüyor. Dört yüz yıl önce toplumun dinsel ortalaması ve merkezi Sünnilik değildi. İktidar Sünni olsun varsın, romana konu olan insan dokusu tam da anlattığım gibiydi. Dört yüz yıl önce nüfusun önemli bir bölümü Hıristiyandı. Haydarileri, Kalenderileri toplumda çok seyrek rastlanır meczuplar saymak bugünün bakışıdır.
Dinsel ritüeller (vaftiz, semah vb..) çok canlı anlatılıyor romanlarında. İnsanlık tarihinde ritüellerin kapladığı alan çok geniş olduğu için mi çekiyor ilgini?
Ritüel anlatımında belki de hikâye edilmeye çok uygun bir yapı vardır. Biraz da bunlarda düşünceyi eylem halinde gösterme olanağı bulunur.
İnsan ve yer adlarına da dikkat çekiliyor Kalenderiye’de. Sözcük olarak taşıdıkları anlamın ötesinde, romanın döngüsel kurgusunda da pay sahibi oluyorlar. Adlar üzerinde yoğunlaşmanın ne gibi gerekçeleri var?
Bilmeceyi okurun önüne koyuyorum. Bu bilmece yer adları ve kişi adlarıyla ilgili, adım adım çözülüp diğer insan hallerine bağlanıyor. Burada söz oyunlarıyla kurulan bir eğlence ve oyun duygusu var. Derin anlamlar taşımaktan çok derin anlamları çağıran oyunlardır bunlar. Üstelik tuhaf biçimde gerçekçi ve çok aydınlatıcıdır. Romanın okuyucuya hiçbir şey öğretmeye çalışmadan pek çok şey hakkında zihin açıcı şeyler öne sürebileceği önermesine uygun bir hal.
Kalenderiye önceki romanlarla (Zaman Yeli, Güvercine Ağıt) bağını koparmıyor. Tersine, içine çağırıyor onları. Yalnız onları değil, bazı öykülerini, denemelerini de... Kimi kez Erciyes, güvercin, çiftaslan gibi alamet-i farika niteliğindeki motiflerin göze sokulmadan, incelikle tekrar edilmesi sağlıyor bunu kimi kez kavramlar. Böylece büyük bir çember birbirine ulanarak, iç içe geçerek tamamlanmaya doğru yol alıyor. Doğal olarak şu soru geliyor akla: Bugün elimizde tuttuğumuz bu üçüncü Kapadokya romanı en baştan bütün olarak mı planlandı, yoksa romanlar birbirini yolculukta mı doğuruyor?
Senin de çok iyi anımsayacağın gibi Zaman Yeli ilk yazıldığında, roman hakkında konuştuklarımızda, bunun zamanla Kapadokya hakkında yazılacak dört roman haline geleceği bilinmiyordu. Dolayısıyla “eline kalemi aldığı andan itibaren sonsuz geleceği gören Tanrı yazar” kıvamında sözler edemeyeceğim. Güvercine Ağıt’ı yazdığımdan belli bir süre sonra sanırım ben bu kitapları yirminci yüzyıla kadar uzanan bir tarih şeridi üzerinden yazacağım, dedim. Bu düşünce ilk aklıma geldiğinde güzel görünmüştü ama her yüzyıla ait bir roman yazsam, yedi yüz yılı on romanla anlatacağım anlaşılıyordu. Yazılmaz değildi ama Kapadokya üzerinden giden on roman çok fazla insanlık durumu ve çok fazla tarih demekti. Tekrara düşmekten kurtulamazdım.
Kapadokya hakkında dört ayrı zamanda dört ayrı roman yazmak kararı bu çelişkiden çıktı. Bu dört romanda zamanın geçişi içindeki mekân ve insan bulunmalıydı. Hem zaman kavramını, hem zamanın mekânı dönüştüren gücünü, hem de mekânın zamanla ilişkisini insan eylemiyle iç içe geçirerek düşünebileyim istiyordum. Bunlar birbirini zorunlu olarak izleyen romanlar olmamalıydı, tema olarak birbirlerine göndermeler içerse bile, bağımsız romanlar olmalıydı.
Uzatmayayım, ben dört romanın üçünü yazdım, biri kaldı. Bunu böyle yapacağımı da açık seçik olarak neredeyse dört yıldır biliyorum. Oysa Zaman Yeli’nin hazırlık süreci de dahil bugün üç romanın kişisel tarihimde on sekiz yılda tamamlandığını görüyoruz. Yani adı üstünde Zaman Yeli; ama bu yel benim üstümden de geçip saçımı ağartmış, kafamı kelleştirmiş, yüzümü soldurmuş. Aslında bana zaman nedir zaman nedir diye sorarken ne gördümse o kalmış.
Nursel Duruel Röportajı, YKY Kitap-lık, Nisan 2008
0 yorum:
Yorum Gönder