MİNYATÜR ve ROMAN ESTETİĞİ




Gürsel Korat


İhsan Oktay Anar’ın romanlarını her zaman zevkle okudum; onları ne zaman okusam macera yolundan bir kültür öbeğine varıldığını gördüm. İstanbul sur içinin tarihi kişilikler galerisinde dolaştım, yazarın, masal ve rivayet dilinin nağmeleri ile zamanımızın dili arasında kurduğu ilişkiyi düşündüm. Bunlar hakkında zaman zaman yazdım, hatta yazdığım ilk kapsamlı irdelemeyi de Bilgi Üniversitesi’nde Nisan 2009 tarihinde yapılan bir sempozyumda bildiri halinde sundum. Bu yazıda, tekrara düşmemek için, o bildirideki içeriği aşan yeni şeyler söyleyeceğim.
İhsan Oktay Anar’ın özgünlüğü, okuru devlerin, cinlerin ve padişahların sınırını çizdiği masal dünyasından çıkarıp birtakım metinler, buluşlar, sözler, rivayetler ve aletler (müzik, gemi, top, denizaltı…) aracılığıyla yeni bir söz dünyasına sokmasıdır. Bu söz dünyası İhsan Oktay’dan önce menkıbelerde, masallarda, dinsel metinlerde veya felsefe kitaplarında bölük pörçük olarak dururken, Anar onlara güncelin algısını katmış ve örneğine daha önce rastlanmayan bir yapıt toplamı ortaya çıkarmıştır.
Hal böyle olunca Anar romanlarının hangi türde olduğunu düşünebiliriz: Bu romanlar tarihi roman mıdır, macera romanı mı; felsefi roman mıdır, fantastik roman mı?
Anar romanlarında felsefeye göndermeler vardır ancak felsefi roman, “felsefi içeriği edebiyat diline dönüştürmenin” romanıdır; bu nedenle Anar romanları felsefi roman kategorisine girmez. Bu romanlarda, felsefi önermelerin gülmece sınırından yoklandığı tersinlemelere rastlansa  da, eldeki malzeme, anılan romanları felsefi roman kategorisine koymaya uygun değildir.
Öte yandan, düşsel bir zamanı, mekânı, canlıları veya geleceği kurgulayan fantastik romanlara benzemediği için Anar romanlarına fantastik roman denmesi de doğru olmaz.
İhsan Oktay Anar romanları tarihsel mi değil mi diye düşünmeye gerek yok, olaylar tarihte geçiyor.
Geriye “bu romanlar macera romanı mıdır” sorusu kalıyor.
Elbette, Anar romanları birer macera romanıdır. Bu düşüncemi, macera romanının belirleyici unsurunun “kahraman” oluşuna dayandırıyorum. Buradaki “kahraman”, “karakter” diyecekken ağız alışkanlığıyla “kahraman” dediğimiz kişi değildir; macera romanının kahramanı, tek deyimle “süper kişi”dir, hatta eril dille yazıldığı için “süpermen”dir. Macera romanı bu nedenle “henüz çizilmemiş” çizgi romana benzer. Erkek merkezlidir, kadın kahraman ya yoktur ya geri plandadır. Ruhsal derinlik içinde ele alınmış kişiler görülmez, kişilerin ve olayların abartısı üzerine kurulmuştur.
O halde ilk çıkarımı yazabilirim: İhsan Oktay Anar romanları tarihi zeminde geçen macera romanlarıdır.
Tarihi macera romanı deyip de geçmeyelim: Define Adası’ndan, Monte Kristo Kontu’na kadar pek çok roman bu kategori içinde değerlendirilmelidir. Ayrıca bu türün Walter Scott’tan, Michel Zevaco’ya kadar pek çok üstadı vardır. Ülkemizde ise bu türün millî roman ve polisiye olarak denendiğini, etkileyici bir örneğinin olmadığını söyleyebiliriz. 


1. KARAKTER VE ROMAN

Roman, karakterlerin derinlik içinde analiz edildiği bir edebi türdür, karakterler olaylarla birlikte değişim geçirir ve yeni nitelikler kazanır. Roman, okurun “tıpkı benim düşündüğüm şey gibi” diyeceği yahut “bunu nasıl da düşünememişim” deme gereğini hissedeceği, yaşantılarla örülür.
Roman, yazarın beden, ruh ve akıl hakkında düşünmesi, düşüncesinin farkına varması ve estetik olarak kavranmış insanı yine insana göstermek istemesi gibi yazma arzularıyla kurulur. Roman okuru da böylece, insanda keşfedilmiş ve hedefi yine insan olan hakikatlerle yüzleşir; Kundera’nın deyişiyle roman, insanı o güne kadar farkına varmadığı yeni bir hakikatle karşı karşıya getirir.
Anar romanlarında insani özellikleri irdelenmiş karakterler değil, tarihi menkıbelerde sözü edildiği kadarıyla kalan, ruhsal derinliği bulunmayan tipler vardır. Anar kahramanlarının iç dünyası görünmez. Romanın “insanı başka insanlara anlatma eylemi”nden doğan “karakteri anlama ve açıklama, okuru başka insani deneyimlerle yüzleştirme” özelliği onun romanlarında bulunmaz. 
İhsan Oktay Anar’ın romanlarında oluş ve akış içindeki insan karakterinin değil, tiplerin eyleminin “gösterildiğini” fark ederiz. Anar romanlarında oluş ve akış içinde olan şey yalnızca olaylardır. Puslu Kıtalar Atlası’nda ne Bünyamin’in, ne Ebrehe’nin, ne Uzun İhsan Efendi’nin iç dünyası vardır. Kubelik, Vardapet, Zülfiyar ve Hınzıryedi’yi tanır fakat onların içinden ne geçtiğini bilmeyiz. Yazar sürekli olarak olayları anlatır ve kişileri olaydan olaya koşturur. Çünkü İhsan Oktay Anar, masalın ve komedinin algı düzeninden hareket eder: Bunlar hayatın ve insanın uzaktan görünüşüdür. Yakından bakmak ayrıntıyı, karakteri görmektir çünkü; dramdır.
Bundan şu çıkarıma varmak mümkündür: İhsan Oktay Anar, kişilerin eylem içinde dönüşen yanlarıyla ve bunların başka insanlara emsal teşkil etmesiyle değil, masal ve rivayet geleneğinin söz düzeniyle ilgilidir.

“Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr, Yafes Çelebi’nin bu akıl almaz tasarıları, Zencefil Çelebi adında bir zata anlattığını rivayet ederler ki, Katırcı Salim Ağa’nın kullar defterine düştüğü kayıt bunu doğrulamıştır.” (Kitab-ül Hiyel, s.19)

İhsan Oktay Anar, kurmacayı tarihi olay gibi nakletmenin dilini, tarihi kişileri kurmacaya dönüştürmenin diliyle birleştirir. Davut, Diablo, Rene Descartes, Calud gibi isimlerin kullanılması rastlantısal değildir ve okuyucuya meşrebine ve eğitimine göre metinle oyun oynama imkanı veren buluşlardır.
Ne var ki karakteri derinleştirmeyen bütün yapıtlarda popüler söz düzeni galebe çalar. Bu nedenle espri değeri taşımaktan öte gitmeyen Yakubi (Jacoben) Passakal (Pascal) Gailevî (Galile) tek-i alâ (tekila) veya Rendekâr (Rene Descartes) yakıştırmaları, hakikat duygusundan çok gülmeceyi akla getirir.
Anar romanları, duyu organlarına mesafelidir; örneğin bir fıçı içinde İspanya’ya kadar giden, oradan çeşitli maceralara atılan kör kahraman duyulardan arınmıştır, fıçıda sıkılmaz, uyuşmaz, körken görür; böylece söz, masal düzleminde kalır. Bu ve benzerine çok rastlanan durumlar, insani bir varoluşu temellendirmez, başka insani deneyimlere ışık düşürmez. Bu yazı yolunun sıkıntısı düş dilini ve rivayet söylemini bütün kitaplarda tekrarlamaktır. Hatta bazen tematik tekrar bile dikkat çeker. Örneğin, görmeyen gözlerle her şeyi görür gibi davranmak, düşten uyanışı düşe uyanış olarak yaşamak (Puslu Kıtalar Atlası), görünen ve görünmeyen (zahir ve batın) macerasını kovalamak (Suskunlar) yedi kör kâhini bir müzik sırrı peşinde dolaştırmak (Suskunlar), mekanik buluşları ele geçirmek isteyen güçleri birbiriyle savaştırıp “kör” ve “gör” üzerine çeşitlemeler yapmak (Kitab-ül Hiyel) gibi.
Hatırlayalım: Anar romanlarında oluş ve akış içinde olan şey yalnızca olaylardır. 


2. KAHRAMAN VE ROMAN

İhsan Oktay Anar, çok çeşitli insan tiplerini ve meslek gruplarını romanlarına alır, tarihsel açıdan irdelenmemiş bir dünyayı günümüze taşır. Bunlar sıra dışı, yetenek ve becerileri olağanüstü kişilerdir.  Hepsi de teknik açıdan donanımlı, buluş düşkünü, mitolojik esinlerle dolu, “dönüştürülmüş mitos kahramanı”dır.
Bu romanlarda, başına acınacak olaylar gelen kahramanlar bile masal-karikatür ve mizah dili üçgeninde algılanır. Nasıl ki çizgi roman kahramanı uçurumdan düşüp ölmezse, Anar kahramanı da dokuz canlıdır, ölmez. Okur, bu romanlardaki hiçbir karakterin kaderiyle özdeşleşmez, onlarla birlikte acı çekmez, onlarla birlikte gülmez; onların haline güler. Anar romanlarında eğlence, yazarın kurduğu bir haldir, kahramanların bir mizah duygusu yoktur. En korkunç kahramanlar bile tıpkı masal kahramanları gibi saydamlaşır, kötü duruma düşmüş kahramanların acısında sahihliğe rastlanmaz. Körler yolunu bulur, şeytanlar keman çalar. Üstelik bu tiplere ait eylemler, bir gizilgüç olarak onların karakterinin ürünü değildir.
Bu durumda “Masal ve rivayet dilini bir roman akışına dönüştürmek yanlış mıdır ve bu yol sanat yapıtını değersiz mi kılar?”denebilir.
Hayır, bu, romana yaklaşımla ilgili bir sorundur; doğru ve yanlışla ilgili değildir. Karakterle uğraşmadan masalsı olayları art arda dizerek bir tarihsel durum kurgulamak İhsan Oktay Anar’ın seçimidir ve bunun bir roman yolu olmadığı söylenemez. Mesele ortadaki yapıtların roman olup olmadığı değil, ne türden roman olduklarıdır.
Anlatıcılığın uzun tarihinden iki tür anlayışın miras kaldığını düşünüyorum. Birincisi, kişiyi anlatırken onu kahramanlaştırmak eğilimidir, ikincisi ise kahramanları anlattığında bile onu kişi olarak derinleştirmektir. Doğrusu, “bizim” edebi tarihimizde Medea, Oedipus veya Othello olmadığı için bunun popüler kültürel algımıza etkisi büyüktür. Türkçe edebiyatın eylem dizileri merkezinde yürüyen ve kahraman edebiyatına sırtını dayayan yaygın edebi kuruluşu bu yoksunluktan beslenir. Doğrusu, karakter derinliği içinde yaratılmış pek az eserimiz vardır, üstelik onlar da (Aşk-ı Memnû örneğinde olduğu gibi) ancak, popüler ciklet haline getirilip karakter derinliği yok edilince  popüler kültürel algıyla “kucaklaşır”.
İkiye ayrılan bu anlatıcılık kavrayışı, şüphesiz, “kahraman veya karakter temelinden bakan kültürel kavrayışlar” olarak da sınıflanabilir. Bu kavrayışlar bıçakla ortadan ikiye bölünmüş gibi ayrıdır ve üstelik somut, tarihsel bir birikime dayanır. Örneğin “Yeşilçam filmi” denince olayların art arda dizildiği, karakter derinliği olmayan, kişiyi anlatsa bile kahramanlaştıran görüntüler hatırlamamız boşuna değildir. Bu hatırladığımız şey, kültürel olarak olayları nasıl anlattığımızla ilgili bir tavırdır ve biz, “bizim” hikaye edişimizle ilgili verileri hemen tanırız.
İhsan Oktay Anar’ın romanlarında kişilerin iç dünyasının olmayışı, bu kişilerin hikayenin ilgili yerinde “söyleyeceğini söyleyip”, önce’yle ve sonra’yla herhangi bir bağ kurmaksızın sahneden çekilmesi bu kültürel kavrayışla ilintililidir. Anlatımda yenilik ve sentez içermesine karşılık Anar romanları, kültürel kavrayışını roman tarihinin pek de itibar etmediği olay anlatıcılığına dayandırmıştır.
Roman sanatına eski türlerle katkı yaparken, onun dayandığı türsel özellikleri yok saymadan bunu başarmak gerekir. Eagleton gibi söylersem, romanın sanatsal üretim biçimi maddidir ve sanatçı hem kendi deneyiminden hem de bu alandan beslenmek durumundadır. Nasıl ki non-figüratif resim yapan kişinin teknik tarihi perspektif ve figürden bağımsız değilse, nasıl ki Brecht, Aristo anılmaksızın konuşulamıyorsa, roman da tarihselliğinden gelen maddi süreçler ölçü alınmadan değerlendirilemez.
Tiyatro akademisyeni Beliz Güçbilmez, Zaman Zemin Zuhur adlı yapıtında Türk tiyatrosunun minyatüresk bir yapı taşıdığını, perspektiften yoksun doğu resminin (minyatürün) olay anlatıcılığını etkilediğini söyler. Olayların birbiri ardına sıralanışında yalnızca neden sonuç bağlantısı vardır, zaman derinliğiyle ilgili bir bağlantı kurulduğu görülmez: Oedipus’ta olduğu gibi, “Geçmişte bir şey olur ve gölgesi bugüne düşer” denmez. Çünkü resimde perspektif, olayların hem şimdisini hem de dayandığı zemini açmakla ilgili bir düşünceyi koşullamıştır.
Güçbilmez’in önermesi bana resimde perspektifin hem şimdiyi hem de geçmişi sanatsal olarak tasarlamak konusunda, insanlık ölçeğinde atılmış bir adım olduğunu düşündürtüyor. İbsen sonrasında dramatik yapının ve anlatımın neden değiştiğini böylece anlıyoruz: Çünkü İbsen sahnesi yakını ve uzağı aynı anda gösterir, şimdisi ve geçmişi bilinen karakterin ruhsal katmanlarını açar; bunun öykü ve romana aynı biçimde etki ettiği görüşündeyim.
İhsan Oktay Anar’ın romanlarında masal ve risale dili, modern dille birleştirilmiştir. Kişiler minyatüresktir, sırayla dizilen olayları sanki bir minyatür albümü karıştırır gibi izleriz. Bu albümde aşk ve cinsellik de yoktur; bunların adı vardır. Şüphesiz ki, romanlarda cinselliğin ve cinsel ilişkilerin anlatılması zorunlu değildir, yazarın tutumuyla ilişkilidir; okur bundan kişisel nedenlerle mutluluk duyabilir, rahatsız da olabilir. Fakat romanda bir cinsiyeti hiç anlatmamak “tercih” olamaz: İhsan Oktay Anar romanlarındaki kadınsızlık hali, kadını aşağılamakla ilgili olmasa da, Anar romanlarının dilini fazlasıyla erkekleştirir.
Anar’ın romanlarında kadın cinsinin eksik olduğu konusundaki saptamamı Doç. Dr. Handan İnci, 1 Haziran 2009 tarihli ve 41 sayılı Zaman Kitap Eki'nde -nezaket gösterip adımı anmadan- soru haline getirmişti:

"Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda Anar'ın romanlarında kadınlara yer verilmediği söylendi ve onun için 'kadınsız romancı' ifadesi kullanıldı. Gerçekten de Anar'ın romanlarında başlı başına hikayesi olan kadınlara rastlamayız. Beş romanda da tekrarlanan bu durumun bir nedeni var mı?"

Anar’ın yanıtı şöyle oldu:

"Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama 'zebra' da, 'bengal kaplanı' da, 'guguklu saat' de yok."

Romanda “kadınsız” olmakla “zebrasız”, “Bengal kaplansız” “guguklu saatsiz” olmak aynı şey değildir; bunu kadınlar açısından incitici bulduğumu ve yadırgadığımı söylemeliyim.
 Ezcümle, raviyân-ı ahbar ve nakilan-ı âsâr beyan ider ki, kaplan sureti, Elitez Kamil Ağa’nın, Saray-ı Kebir’de nakkaşhane odabaşılığı zemanında “Cânever Pisikler” nam risaleye düşürülmüş ise de, o devirde nakkaşhanede guguklu saat, zebra ve Bengal kaplanı tasviri zinhar kaydı şartıyla memnu idi, zihinde tasavvuru bile ayıp sayılırdı, gerçi, nakkaşlar mezkûr şeyleri kayd ü şartla tasvir etmişlerdir, n’olaki hanım sultan makamında irade buyrula. Temmet.


Bu yazı Notos Dergisi'nin Ekim-Kasım 2011 tarihli 30. sayısında yayımlanmıştır. 

0 yorum: