Yine doğdu Tanyıldızı’nda yeni
bir anlatıcılığı deneyen, üzerine pek gidilmemiş olan ortaçağdaki eşcinsel din
adamlarını anlatan ve trajik bir aşk öyküsüyle boy gösteren Gürsel Korat’la
konuştuk.
Söyleşi: Tuğba Çelik
Romanlarınız hep Kapadokya
çevresindeydi. Bundan bir önceki romanınız Rüya Körü ise İstanbul’da
geçiyordu. Yine Doğdu Tanyıldızı ile 1300’lerin
Niğde’sindesiniz. Bu ani iklim değişikliği neden kaynaklanıyor? Anadolu’ya geri
mi döndünüz?
Benim romancılığımda İstanbul istisnadır, Anadolu değil. Bir ara
İstanbul’a Rüya Körü “gezmesine” gittim, geldim. Amacım bütün Orta Anadolu’yu
romanlarıma yerleştirmenin bir yolunu bulmaktır: İster mekan olarak, ister
coğrafi betimlemede estetik bir unsur olarak, isterse de bir dil olanağı
olarak. Çünkü yazı anlatıcılığa ve dil işçiliğine dayanır. Anadolu’nun görkemli
coğrafyasıyla, sözlü geleneğinden gelen dilsel olanaklarının zenginliği istesem
bile uzak duramayacağım bir durumdur.
Zembilli İshak
ile Şeyh Nizamüddin arasında geçenlerle Mevlana ile Şems arasındaki
tartışmalı aşk ilişkisi bire bir örtüşüyor. Yani geleneksel algıda Mevlana ile
Şems Allah aşkı için yan yana gelmiştir. Oysa siz bu ilişkiyi Zembilli İshak ve Şeyh Nizamüddin
karakterleri üzerinden basbayağı eşcinsel bir ilişki olarak tanımlıyorsunuz. Bu
yorumunuzun getireceği tartışmalara hazır mısınız?
Bilindiği gibi ben tanınmış, üzerlerinde çok
sayıda fikir belirmiş tarihi kişilikleri yazmayı yanlış buluyorum. Bu hem
onların tanınmışlığından yararlanmak gibi bir ahlaki sorun yaratır, hem de asıl
olarak kendini bir şekilde ifade etmiş bu kişiler karşısında yazarı istediği
gibi davranmaktan alıkoyar. Ben kıyıda köşede kalanları, yoksulları, ünü
olmayanları severim. Bu romandaki kimse gerçek bir tarihi kişi değil. Bu
nedenle sırtımda yumurta küfesi yok. Ortaçağ’da da ben söyleyinceye kadar
yüzlerce kişi eşcinsel ilişkilerin yaygınlığını yazmıştır. Ben yalnızca kral
çıplak dedim, o kadar. Hiç kimseyle tartışacak değilim, bunlar roman karakteri, cinsiyetçi
bakışlarıyla ulvi dokunulmazlıklar yaratıp, “ama bunlar birer mecaz, eşcinsel
ilişki değil” diyenlere “hadi başka kapıya” demekten başka yapacağım bir şey
yok. Bal gibi de cinsel ilişki. Bal gibi de bir yazılı iz bırakmış. Ben
eşcinselliği yargılamaktan uzak durmanın yolunu ararken, eşcinselliği suçmuş
gibi tartışanlarla konuşmam. Ortaçağda homoseksüel,
eşcinsel gibi kavramlar olmadığı için, üzerinde hiçbir yargı birikmemiş
olan erseven kavramını kurmak benim
için defalarca girişilmiş bilgi tartışmalarından kıymetlidir. Yazar tarihi
açıklamaz, yazar tarihe bakar ve insanı görür.
Bu roman
bir aşk romanı. Bir yazar için zor bir seçim?
Neden zor bir seçim olsun?
Aşk
odaklı bir şeyler yazarken insan bildik şeyleri söylemekten ya da aşırı
romantik olmaktan, popülist söylem tuzağına düşmekten korkar da ondan...Mı?
Anladım. Doğrusu burada aşkı bulanları ve
aşksızları görmek birinci sorundu.
İkincisi aşık olanların cinsiyetiyle ilgili durumlardı. Bu çetrefil
sorun şöyle belirdi, insanlar kadın seven kadınlar, erkek seven kadınlar, erkek
seven erkekler ve kadın seven erkekler olarak bölünüyordu. Öte yandan bunların
iki yanlı (yani hem erkeğe hem kadına ilgi duyanları, biseksüel olanları) ile
aseksüel insanları da işin içine koyunca yalnızca adlandırma konusunda bile
uzun bir kriz yaşadım. Sizin sorduğunuz şeyi, söylenmişi yineleme korkusunu ise
hiç yaşamadım. Çünkü popülist söylem
konuyla ilgili bir sorun değildir, söyleyiş tarzıyla ilgilidir. Ben bu kitapta
zaten söyleyişle ilgili başka bir tarz oluşturdum.
Onu sonra
soracağım. Önce Zembilli İshak-Şeyh Nizamüddin ikilisinden doğan kötücül aşkın
tersine saflık ve mutluluk dağıtan aşk ikilisini kurcalamak istiyorum. Yani
Fazıla ile Nurettin’e bir bakalım. Mevlana’nın üvey kızı Kimya ile oğlu
Alaaddin gibi değiller mi bunlar? Fazıla o dönemde az görülecek bir kadın tipi.
Astronomiden, matematikten, felsefeden anlayan bir kız. Nurettin ise dericiler
ocağından. Davul bile dengi dengine denir; ama aralarında bir aşk doğuyor.
Sizce bu aşk gerçek mi yoksa Fazıla’nın ve Nurettin’in acı dolu hayattan kaçış
formülü mü?
Her aşk dengesiz arzuların çarpışmasından çıkar.
Fazıla kendine denk birini bulsa ona aşık olabilirdi fakat ortada öyle biri
görünmüyor. Oysa Nureddin erkeğin gözüyle gördüğü için kadının güzelliği ona
yetiyor, aklıyla ilgilendiği bile yok. Akılla dolu bir baş, hayvan vücudunda
yaşıyor; dolayısıyla insanın aşkıyla aklı birbirini tanımlamayabilir. Denklik
özellikle aşkta pek görülen bir şey değildir. Her Sokrates’in bir Ksantipesi
vardır derler, bu eril yargıya şunu da ekleyebiliriz: Her Hırçın Kız Kate’in yarısı
bile etmeyecek zekada bir Petruchio da vardır.
Nureddin’le Fazıla’nın kavuşmaktan başka bir şey
düşünmedikleri bir çağda, Romeo ve Julyet gibi, Ferhat ile Şirin gibi bir
gençlik evresinde birbirlerinden koparılması asıl acıyı yaratan en derin
gerçekliktir.
Bir de
aşka uzaktan bakanlar var. Mesela Mihri. Mesela Şeyh Nizamüddin’in karıları.
Aşksız hayatı biraz kederli biraz kin dolu tanımlamışsınız. Şunu mu diyorsunuz
eşcinsel ya da değil insan aşksız yaşarsa iyi kalamaz mı? N’olcak şimdi aşksız kalanlar
ölsün mü?
Aşktan ölenler de vardır, unutmayalım. Çözüm şu:
Aşk yalnızca aşk olarak yaşanmıyorsa kötüdür. Aşksızlık zaten kötüdür ama
aşksız kaldığı için iyiliğe eğilimli olanları da görmeli: Mesud tam da o
kişidir.
Zembilli
İshak, Fazıla’ya tutuluyor. Böylece bir aşkın karakedisi oluyor. Tek taraflı
aşk her zaman zarar mı verir?
İnsanın Tanrı’ya, liderlere, annesine ve
babasına duyduğu aşk da çoğunlukla tek taraflıdır. Tek taraflı aşk yüceltmeyi
de sağlar. Sorun o aşkı yaşayanın iyilik dolu duygularla yaşayıp yaşamadığıdır.
Aşk acısında bile iyi insanlar için mucizeler saklıdır.
Zembilli
İshak Şems ise Şeyh Nizamüddin Mevlana ise hani şiir nerede? Kaçtınız mı?
Hayır yalnızca Celaleddin’le Şems’e benzerliği
kabul edebilirim ama benim anlattığım kişilerin onlar olduğunu kabul
etmeyeceğim. Şiirden niye kaçayım? Daha önceki romanlarımda kullandım. Bu
romanda Nizamüddin ve İshak’ı anlattım, o kadar. Benim kahramanlarım şiir
yazmıyor ya da o alanda beceriksizler.
Bu
romanda diğer romanlarınıza göre doğa betimlemeleri daha az. Daha çok gökyüzü
ve dağlar var. Bu betimsel durgunluk Niğde’nin çorak coğrafyasından mı yoksa
karakterlere daha fazla odaklanma arzusundan mı kaynaklanıyor?
İkincisi daha doğru. Ben karakterden karaktere
zıplayan, tay gibi seken bir anlatımı kovalamak istedim. Niğde’yi hiç
betimlemediğim söylenemez fakat izlenim yaratarak değil de sezdirerek
ilerledim. Dağları, tozu ve rüzgârı ile Niğde hep beni düşündürmüştür; bir de o
güzelim Alaüddin Tepesi, burçlar, hisar.. Hıristiyanlara bile ilişmedim, çünkü
ben ev, han ve emirin konağı arasındaki küçük bir üçgende yaşadım bu romanda.
Yine
Doğdu Tanyıldızı biçemsel yenilikleriyle de ilginç bir roman olmuş. Bu romanda
daha önce bilmediğimiz bir anlatıcı tipini kullanıyorsunuz. Tarif etmesi de güç. Bir anlatıcı ötekine yaz diyor; ama bunlardan
hiçbiri kendi başına anlatıcı değil, beraber yazıyorlar. O zaman siz bu romanı üç kişi mi yazdınız?
Şöyle düşünelim: Eski çağlarda anlatan kişi başka, yazan kişi başkaydı.
Üstelik yazanlar başkasının yazdığı şeyi nakleder, bu da çoğunlukla kurmaca
olmazdı. Yani öykü yalnızca anlatılır belli bir zaman sonra, ezberlenince
yazıya geçerdi. Rönesans’tan itibaren yazanla anlatan kişi aynılaştı, zamanla
güçlendi. Ben işte bu romanda bunları ayırdım ve sonra birleşince yazar olarak
başka bir kişi olarak yazdığımı hissedip başkalarına da hissettirmiş oldum.
Romanı üç kişiyle yazmadım ama üçe bölünüp yazdığım doğrudur.
Anlaşılşan o ki Yine Doğdu
Tanyıldızı bir romancının anlatıcıyı teknik açıdan yeniden düşündüğü bir roman.
Bu, Türk romancılığına yeni bir katkı.
Teşekkür ederim ama bunu başkaları söylesin, ben evet ya da hayır
demeyeyim.
Hürriyet, 16 Aralık 2014
0 yorum:
Yorum Gönder