Kiyoshi İkezumi, Restaurant
(...)
Okumayı
öğrendiğimde adımla çok uğraştım. Heceledim: Gür-sel. “Gür” sözcüğü en çok
ağaçları ve saçları getirirdi aklıma. Gür akan bir seli aklım almazdı. “Niye
selim ki ben” derdim, bir nesne, yıkıp geçen bir su olmak hoşuma gitmezdi. Bu
adın akıllı bir baş olmayı, yetenekli ve sezgili olmayı dile getiren, insanı
odağa alan bir yanının bulunmayışı beni hafiften incitirdi. Kemal gibi, Hakan
gibi adları olanları daha etkileyici bulurdum. Fakat çocukluğumda Şükrü ve
Şaban gibi adları olan çocukların da isimlerinden yana pek dertli olduğunu
anımsıyorum: “Şükrücük” Kayseri’de zenneler için kullanılan bir deyimdi; Şaban
da zaman içinde avanaklığın simgesi oldu. Neyse ki, benim adımın başına böyle talihsiz
şeyler gelmedi.
“Gürül
gürül akan bir sel”e benzediğim, bir fikir taşkınlığı içinde coşkuyla yazdığım
zamanlar çoktur. Bunu daha efendice söylersem, insanın adıyla kişiliği arasında
bir bağ olduğunu kendime baktığımda doğrulayan bir şeyler bulmuşumdur. İnsan
kendini adına mı benzetir yoksa bir adda kişiliği bilinçdışından kuşatan bir
yığın itki mi gizlidir, bunu bilemeyiz. Şu doğru: Adımda bir coşku gizli ve ben
bir okulda büyümüş çocuğum; dolayısıyla adımla seremonik gösteriş arasında bir
ilişki var. Adım, söylevci bir kişiliğe uygun; ya da şimdi bir yalanı uydurdum
ve onun arkasından laf oyunu yapıp duruyorum, emin değilim.
(...)
İnsan
adının yanlış anlaşılmasına bozuluyor. Bana “Gürel” “Göksel” “Yüksel” ve hatta
“Görsel” diyen bile olmuştur. Bunlar çok canımı sıkardı ama gencecik bir
adamken Ankara Ulus’ta bana “Ahmet” diyen kıza hiç kızmadım. Ziraat Bankası’nın
önündeydi, tiril tiril giyinmiş bir kız “Ahmet” diyerek bana seslendi ve
gülerek koluma girdi. Edepli bir soğuklukla kızı yanımdan uzaklaştırdım, hiç
üstelemeden ve şaşırmadan yoluna devam etti ve yolun karşısındaki bir adama
doğru gitti. Ben onu hayret ve şaşkınlıkla izliyordum: Adama bir şeyler söyledi
ve koluna girdi. İşte o anda anladım ki adımı tamamen farklı söyleyen ilk kişi,
bir sokak kadınıymış meğer.
(...)
Belli
bir yaşta çocukların adlarını tersten okuma macerası başlar; doğrusu onun
tadını çıkaracak bir adım yoktu: Les-rüg. İnsanın adı Efe olsa tersten de efe
olur; Memet olsa “temem” diyerek şakasını yaparsın fakat “Lesrüg” herhangi bir
eğlencenin konusu olamıyordu.
(...)
Yunanlılar için G harfi kâbus gibidir, yıllar önce
gazetecilik yaparken Yunanistan’da fotoğrafçı arkadaşım Gökhan Tan’la bir
köydeydik. Köylüler bizi çok sevdiler ama adımızı zor söylüyorlardı: Nedeni
G’nin başta oluşuydu. Bu nedenle Gökhan’a kısaca “Han”, bana da “Sel” dediler.
Almanlar Gürzıl, İngilizce konuşanlar Görsıl İtalyanlar için Gurtsell gibi
dönüşümler geçiriyordu adım. Bunlar beni eğlendiriyordu ama Türk olduğu halde
bana Görsel diyenleri hiç affedemedim. Çocukluğum
Kayseri’de geçtiği için oranın şivesi içinde büyüdüm. Benim için okuyup
öğrendikçe bunları dillendirmekle ilgili hançere sorunları oldu: Bazı ifadeleri
söylerken hep utandım: Kayseri’ye ihanet etmek zordur: Bir kere oraya “Gayseri”
denir, “K” olmaz. Yerel söyleyişte “r” sesi baskın değildir, “ü” harfi de
genellikle söylenmez. “Gürsel” yoktur Kayseri’de “Gursel” vardır. Kayserili
“Şukrü” deyişinden belli olur, “Tütün” yine “tütün”dür ama “kürtün” derken ilk
ü’nün üstündeki noktalar gider ve ona “kurtün” denir. “Köylü” derken “koolü”,
“küçük” derken “guççük” denmelidir. Bu nedenle benim adımın taşradan Ankara’ya
gelmesi biraz zor oldu ama sevindiriciydi, çünkü ölçünlü Türkçede adımın
seslenişi kulağıma şarkı gibi tatlı geliyordu. Artık “Gursel” diyen yoktu bana,
film yıldızı gibiydim, “Gürsel” diyorlardı ama ben adımı içimden niye yalan
söyleyeyim “Gursel” olarak tanıyor ve kabul ediyordum. Bunu unutmam yıllarımı
aldı, çünkü çocukluğun perçini çok kolay çıkmaz.
Tam buna
alışmıştım ki internette mail adresi alırken tekrar “gursel” oldum, bu kez de
“gurselkorat@” derken utanmaya başladım, insan utanır mı böyle şeylerden, evet
utanır.
Anlaşılacağı üzere adıma zaman zaman
yabancılaştım: Cezaevi anonsunu dinlemek iyidir; insan adını orada sever ama
arandığını bildiren gazete haberinde ya da “görüldüğü takdirde karakola ihbar
edilecektir” şeklindeki radyo anonsunda adını işitirsen içinden ben o değilim
diye bağırmak geçer.
(...)
Karacoğlan
“Adın neyidi unuttum, sorulmayı sorulmayı” der ya, ister sorulsun ister
sorulmasın, adımız zamanla kimliğimiz olmayı da aşıp benliğimizin bir parçası
haline geliyor. Yalnızca kod adı taşıyan devrimciler, işkencede adlarını
saklamak gibi bir travma yaşamışsa kendi adlarıyla suçluluk bağı içinde
olurlar. Yine de adını sevmeyen insana pek az rastlanır. Çünkü ad söylendikçe
kişinin tarihindeki pek çok yere iz düşürerek ruha yerleşir. Böylece zavallı
ben, hayvan bedeninde akıl taşıyan bir canlı olarak, ölümlü olduğumu unutup
yüksek benliğimi ve sonsuz yaşayacağını sandığım adımı hayal ederim. Oysa
benliğim o ad olmadan da vardır, bunu fark etmem bile. Ben oluşumun bir gün
sonu geldiğinde, yani öldüğümde fiziki varlığım yok olur; adım yalnızca ad
olarak kalır. Ne tuhaf! Öldükten sonra anımsanmak, benliğimiz yok olduğu halde
pek çok insanda da aynısına rastlanan bir adla mümkündür.
Bana Adını Söyle, 24 Yazar Adını Anlatıyor (Ortak Kitap)’tan kısaltılarak alınmıştır.
YKY Hazırlayan Filiz Özdem İstanbul 2014
0 yorum:
Yorum Gönder