“Romanın
‘Biz’i ‘öteki’si olmaz, roman bütün insanlığın sesidir” diyen Gürsel Korat’la
Unutkan Ayna’yı konuştuk.
Suzan Demir
Suzan Demir
Zaman
kitaplarınızda hep görünür bir aktör olarak yer alıyor. Geçmişiyle geleceğiyle…
Nedir sizdeki zamanın algısı?
Zaman metafizik bir kavramdır; ben bilimsel
düşünüşü yaşamımın rehberi olarak gördüğüm için metafizik kavramları dine
bırakmam, onları varoluşumuzla ilişkilendirerek düşünürüm. “Bir yerde
yaşıyoruz.” Bu sözü söyleyen Thomas Hobbes beni çok etkilemiştir. Bir yerde...
Hepimiz sürekli olarak değişen bir yerdeyiz. Fakat bu yerde “daha önce” denilen
zaman yok. “Gelecek” de yok. Bunları içimizde taşıyarak yaşarız. İşte bir
romancı için iyi bir koşu alanı.
Benim zaman algım “değişimin kaçınılmazlığı”
üzerinedir. Bu beni bilimsel çizgiye ve nesnelliğe yaklaştırır. Öykü dilinde
özneye bağlı belirsizliği seçmekten bu nedenle uzak dururum. Somut, beş duyuya
dayalı, tempolu ve keskin çelişkiler üzerine bir kurmaca. Benim metin zamanım
bunlar tasarlanarak kurulur.
Unutkan
Ayna’da zaman neredeyse dakika dakika geçiyor. Bir şeylerin başlama, bitme ya
da belirtme zamanlarımız hep tam saatlerdir. Ama siz hikâyede, örneğin o günün
saat 14.27’sinden bir kesit anlatıyorsunuz. Bu bana “Bir yerde yaşıyoruz” diyen
Hobbes’tan zamanın bir yerini gösteren size bir yansıma gibi geldi. Neden böyle
bir “zaman dilimi” seçtiniz?
Hayır pek öyle değil. Zamanın bir yerinden
çok, somut bir yer. Zaman ve süre insanın düşünerek bulduğu birer kavram.
Dolayısıyla ben o “yere”bakıyorum, örneğin Kapadokya’ya. Önce ve sonra
arasındaki geçişin belirsizliği bana öykünün damarını gösteriyor. Sezgi
diyelim. Romancının düşünerek ve akıl yürüterek bulduğu saymaca evren.
Bu roman özelinde senin sorduğun kısa zaman
dilimleri içinde geçen olaylar konusu ise gene geçmişte Nevşehir’de yaşanan
feci olayların içindeki insanın zamanına bakmaktan çıktı. Unutkan Ayna’ya
gelinceye kadar uzun zaman dilimleri içinde hareket eden insanı anlattığım
romanlar yazmıştım. Oysa Unutkan Ayna’da her şey on gün içinde olup bitiyor; bu nedenle
saniyelerin bile değeri var. Bu kez zamana bakış farklı. Tam gidecekken, ayağa
kalkmışken sohbetin tatlılaşması gibi. Bu roman benim için o.
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxBfW49gsuN0230csqwug3SW6ldIJ9E6_SCTajQvTasDvqTZgKEipyLJ_vRA2xctGuFy7-FECRMJTYkv5reherJHmPDIByfyqvtnMwo4a00xEjg-jLX91R5p-U9FYjVYxtbg1BnlDcJKoL/s320/17.jpg)
Hayır yanılmıyorsun. Ben kötülüğün iyilikten hızlı, çevik ve güçlü olduğunu
hiç düşünmeden kabul ederim. Fakat kötülük için bir şey daha kabul edilmeli, ne
yaparsa yapsın kötülüğün mutlaka en az bir haber vereni vardır. Bu şu demektir,
kötülükle bir başarı kazanılabilir fakat o başarı savunulamaz.
Zaman,
bazen ağır bazense hızla geçen “bekleyişin” de en önemli unsurlarından biri
kitapta. Dakika dakika geçen zaman Ermeniler için “katliamın bekleyişi.” Unutkan Ayna, aynı zamanda bir bekleyiş
hikâyesi de diyebilir miyiz?
Yalnız 1915’te Nevşehirde değil, çoğu yerde böyle olduğunu fark ettim, bu
romanı çalışırken. Zaten katliam yaklaşırsa ne yapabilir ki insanlar?
Kaçabileni kaçırırlar belki ama sonunda birileri gider okkanın altına. Bu,
cezaevinde benzerini yaşadığım bir duygudur, Mamak veya Diyarbakır'ı yaşayanlar
ne dediğimi gayet iyi anlar. Dayağı beklemek, işkenceyi beklemek, yargılanmayı
beklemek... Bu bizim solak ve makus talihsizliğimizdir.
-Bu
bekleyişin sonunda az çok ne olacağını biliyoruz. Çünkü bir tarihi
anlatıyorsunuz ama “belirsizlik” var romanın sonuna kadar. “Evet, size
bildiğiniz bir tarihi anlatıyorum” diyorsunuz fakat bir yerlere de şerh düşmeyi
ihmal etmiyorsunuz. Tarihi, anlatıcının zamanından ayıran bu ayrım oluyor
diyebilir miyiz?
İnsan değil de tarih asıl meselem olsaydı
okuyucu zaten bildiği bir tarihin ayrıntılarını öğrenecek, kitabın sonunu merak
etmeyecekti. Oysa ben herkesin bildiği sonu öyle bir hale getirdim ki, okur son
ana kadar neyin nasıl olacağını tahmin edemez. Kurmaca, tarihten bu yönüyle
ayrılır: Tarih bildiğimiz olaylar dizisinin ayrıntılarını belgeler. Oysa roman
bildiğimiz olaylar dizisini bir olay örüntüsü etrafında yeniden kurar. Yeniden
kurduğunuzda tarihe uyma çabasından çok olay örgüsünün gereklerine uyma öne
çıkar ve bilinen tarihi olaylar bambaşka, yepyeni bir boyut kazanır. Yazarı
bile zaman zaman şaşırtan derinliklerdir bunlar.
-Unutkan
Ayna, elbette bir belge değil ama unutturulmaya çalışılan Ermeni Soykırımı
gerçeğinin neresinde duruyor?
Siyasal hakikatler ve önermeler romana doğrudan
girmez. Ermeni kırımı unutturulmaya mı çalışılıyor, yoksa yok mu sayılıyor?
Bunlar siyaseten tartışabileceğimiz konular. Kitabın kapağını kapatıp romancı
olmaktan çıktığımda, bir siyasi görüşü olan vatandaş olarak bu romanın
Ermenilere zulüm yapıldığı noktasında durduğunu söyleylebilirim. Türk ve
enternasyonalist kimliğimle benim halkımın payına bütünüyle zalimlik düştüğünü
öne sürenlere de, olanı biteni inkar edenlere de mesafeliyim. Bütün milliyetçi
argümanlar insanlık fikrinden uzaktır. Üstelik “Ama onlar da yaptı” diyenler
haksız değildir, mesele kimin haklı olup olmadığından çok bize düşen ne
olduğunu anlamaktır. Çünkü romanın “biz”i ve”öteki”si olmaz. Roman bütün
insanlığın sesidir.
-Kitapta,
gergin bir bekleyiş var ama yaşamın ritmi bir şekilde ilerliyor. Mizah da var
hüzün de…
Yaşam öyle bir yerdir. Cenazede gülmek o
kadar kötü bir şey değildir. Topluca dayak yiyenler kendileriyle alay ederler.
Karışıktır duygularımız. Bunları anladım yazdıkça.
-“Daha
önce” ve “Gelecek” denilen zaman yok
dediniz. Fakat insanlar “Tarih tekerrür eder” diyerek bizi bir “kadere” mahkûm
ediyor. Sanki aynılarını yaşamak kaçınılmazmış gibi! Fakat resmî tarih ya da
devletlerin yazdıklarına baktığımızda yaşananların “unutturulmak” istendiğini
görüyoruz. Şimdi Sur’a Nusaybin’e baktığımızda bize unutturmuşlar diyebiliyor
musunuz?
Kimsenin bir şeyi unutturmayı başardığı görülmemiştir. Yalnızca George Orwell 1984 distopyasında unutturma konusunda iktidarın başarılı olacağından endişe eder, o kadar. Tarihin iki yılda bir yeniden düzenlendiği bir dünyada geçmiş neydi, bilinemez ona göre. Oysa ben biraz farklı düşünüyorum bu konuda. Günümüzde bir bilgi yığışması önündeyiz; unutmadan çok duyarsızlaşma büyük bir sorun. Ben unutmaktan değil, unutmayıp yanlışlar karşısında bir şey yapılamayışına şaşıyorum. Her şeyi görüyoruz ama onun arkasından çıkan şey o kadar büyük ki hem öncekini unutuyor hem de anımsadığımızda tepki veremiyoruz. Yani bilmek bilmenin engeli haline gelmeye başladı!
Kimsenin bir şeyi unutturmayı başardığı görülmemiştir. Yalnızca George Orwell 1984 distopyasında unutturma konusunda iktidarın başarılı olacağından endişe eder, o kadar. Tarihin iki yılda bir yeniden düzenlendiği bir dünyada geçmiş neydi, bilinemez ona göre. Oysa ben biraz farklı düşünüyorum bu konuda. Günümüzde bir bilgi yığışması önündeyiz; unutmadan çok duyarsızlaşma büyük bir sorun. Ben unutmaktan değil, unutmayıp yanlışlar karşısında bir şey yapılamayışına şaşıyorum. Her şeyi görüyoruz ama onun arkasından çıkan şey o kadar büyük ki hem öncekini unutuyor hem de anımsadığımızda tepki veremiyoruz. Yani bilmek bilmenin engeli haline gelmeye başladı!
-Hep
zamandan bahsettik, bir de mekân var sizin kitaplarınızda ki pek de değişmeyen
bir coğrafya: İç Anadolu... Nedir sizi bu sınırların içinden çıkarmayan şey?
Anadilim. Ben Türkçenin işçisiyim. O dil
Anadolu’nun coğrafyası içinde devinir, benim dokunuşlarımla bana öyle gelir ki
yeni bir tarzda soluk alır verir. Ben de bu yoldan, orada sürekli olarak
bilinmeyeni arar, öykülerimi İç Anadolu’nun bilgisiyle kurarım. Üstelik bunu,
pek de İç Anadolu’dan umulmayan tarzda, milliyetçilikten uzak, insanlık
ailesine bağlı, metne din ışığında bakmayan, ezber bozucu bir metin
kurarak yaparım. Ben dağlarımı,
şehirlerimi, bu coğrafyada edindiğim dilin zenginliğiyle sevmeye bayılıyorum.
Belki de bu yüzden o küçük taş yuvadan, delik deşik kayalık dünyamdan pek de
dışarı çıkmıyorum. Çıktığımda da aklım hep oradadır, bu böyle.
4 Haziran 2016 Cumartesi, Yeni Özgür Politika
0 yorum:
Yorum Gönder