Çocuktum, evimizin kedisinin önüne aynayı koydum. Hayvan, kendi görüntüsünü elbette başka bir kedi sandı ve evin içine girmiş bu "rakibe" önce tısladı. Bir süre sonra gördüğü şeyin tehlikesiz olduğunu düşünmüş olmalı ki, ihtiyatla yaklaşıp "öbür kediyi" kokladı. Aradaki kaygan zemini fark etti, bunu deneyimleriyle bildiği pencere camı sandı, aynayı tırmaladı, derken, gözünü "öbür kediden" ayırmadan patisini aynanın arkasına soktu ve ona dokunmaya çalıştı.
Bunları şaşkınlıkla izliyor, neşeyle gülüyordum. Ayna ve kedi hakkında düşündükçe şaşırıyordum. Ben de kediye sokulup aynaya baktım ve bu anın kışkırtmasıyla olacak, şunları düşündüm: "Aynadaki hayalim, benim onu düşündüğüm gibi, oradan gördüğü bu kediyle bu çocuğu düşünür mü?"
Yazarlığı iş edindiğim ilk zamanlardan beri bu an sık sık aklıma gelmiştir. Edebiyatın, bilmediğimiz eylemlerle başlayıp bilmediğimiz deneyimlere vardığını, sonra da bu deneyimleri -doğruluğunu bilmediğimiz tanımlar yaparak- heyecanlı bir bilme biçimine dönüştürdüğünü belki de hep bu yüzden söylemişimdir. Edebiyatın anlamayı sağlamakla birlikte, açıklamak için olmadığını, ayna karşısında yaşadığım aydınlanmayı anımsayarak ısrarla savunuyorum: Kimse bu ayna metaforunu açıklamaya çalışmaz, fakat anlar. Bunun nedeni, edebiyatın, "varoluşu izleyen bir hayale" benzemesidir. İnsan kendini o hayalin yerine koyarak düşünür ve o anda aynadakinin değil, kendinin düşündüğünü anlayıp heyecanla bağırır: "Aynadaki kedi görüntüsünün önünde gerçek bir kedi var!"
1 yorum:
Ya gerçek olan aynadaki yansımaysa...
Yorum Gönder