Kayseri, 1900
Floransa’da Dante’nin evine gitmiştim, yedi yüz yaşında bir
evdi. Kimsesiz bir yapıyı andırsa da ziyaretçisi çoktu. Fakat yine de Goethe’nin
evi Dante’nin eviyle kıyaslandığında gösterişli, hareketli ve hali keyfi
yerinde bir müze sayılırdı: Frankfurt’taki bu evin bir köşesi kitapçı olmuştu,
poster de dahil her türlü Goethe ürünü satılıyordu. Ev nereden baksanız üç yüz
yaşındaydı.
Doğrusu Eiffel’e yakın bir yerlerde, Passy’de olsa da bu iki
eve göre pek gösterişsiz kalan Balzac’ın evindeki ıssızlık yürek burkucuydu. Ne
var ki Paris iki yüz elli yıla tanıklık eden bu eve hürmet göstermişti, “Neye
yarar boş ev” dememiş, hiçbir apartmanın o binanın ufkunu kapatmasına izin
vermemişti.
Yazarlıkta umduğunu bulamamış, öldükten sonra kıymete binmiş
Joyce ve Kafka’nın evlerinden ve şehirlerinden söz etmeye gerek yok: Onların
evi edebiyatın çekimine kapılanların anlasa da anlamasa da hac yeridir. Unutmayalım
ki böylesi ziyaretler korunmuş şehirlerde gerçekleşir; yazarın mülkü olmasa
bile bir ara oturduğu evin önüne plaket çakmak için, öncelikle o şehrin
yıkılmamış olması gerekir. Oysa benim ülkemde –İstanbul’da da- ne ev ne de
şehir yerinde durur. Ben doğduğu şehirler tanınmaz hale gelen bir ülkenin
yazarı olduğumu bilerek konuşurum. “Evime dokunmasınlar” diyerek gözyaşı
dökecek halim yok, çünkü doğduğum hastane, büyüdüğüm ev, içinde dolaştığım
sokak, gittiğim okullar, kısaca şehrim çoktan evreni terk etmiştir.
Bir yazarın gelecekte de yaşayabilmesinin mekan bilgisiyle
yan yana durduğu varsayımını uzun zamandır düşünüyorum. Ülkemizin “mekanı
tahrip etme hızının” yazarları köksüz bitkiler gibi boşlukta bırakacağından
endişe ederek ayağımı sıkıca toprağa bastığım ve bu nedenle Kapadokya’yı öne
çıkaran romanlar yazdığım söylense hiç itirazım olmaz.
Bir şehir ya savaşlar-isyanlar ya da deprem-yangın gibi
afetler yüzünden yeni baştan imar edilir. Oysa benim yaşadığım şehirde bunlar olmadı;
ülkemizin değişmez ve tek “inşaat partisi”nin çıkarına uygun olarak benim
yaşadığım şehrin bütün eski mahalleleri yıkıldı, birkaç Selçuklu ve Osmanlı
yapısı dışında yakın tarihe ait hiçbir
yapıt bırakılmadı. Mahalleler, kiliseler ve hatta camiler ortadan kalktı. Söylediğim
zaman gözlerimi yaşartan bir cümleyle yeniden ifade edersem, “Doğduğum şehrin
sokakları zihnimde yaşıyor ama onlar gerçekte yoklar.” Mahalleleri, çıkmaz
sokakları ve tepeleriyle o güzelim mimari doku hayal oldu gitti. Şimdi Kayseri’de
tanıdık görünen şey yalnızca dağlardır; onlar da olmasa, bu şehirde büyüdüğüme
başta benim inanasım olmaz.
Cabrera Infante “mimarinin donmuş müzik olduğu” aforizmasına
katkıda bulunarak “O halde müzik de eriyen mimaridir” demişti. Bu analojiden
söz edip de “Ya bizim ülkemizdeki mimariyle müziğin ilişkisi nedir?” demeden
geçmeyelim. Kanımca ülkemizdeki çağdaş mimari “eriyen müzik” gibi yumuşak
benzetmelerle tanımlanamaz, o ses olsa olsa demir çubuklarla parçalanan, insafsızca
kırılıp dökülen müzik aletlerinin sesidir. Türkiye’de mimarlığı tanımlayacak müzik sesi arayanlar iş makinalarının
homurtusundan, vinçlerin gıcırtısından ve yeşil alan katleden hızarların sesinden
yükselen kakofoniye baksınlar.
Bu ülkedeki mimari patronaj itham edici ve suçlayıcıdır,
geçmişten nefret eder: “Eski olan her şeyi yok edin!” diyen apartmanların
generali, gecekonduların ve ormanların silahsız çocuklarına saldırıp daimi ve
kesin zaferler kazanır. Bu ülkede büyüyen ve genleşen tek müzik sesi, yok
edilen ormanların ve göllerin çığlık çığlığa haykırışıdır; hiçbir eski şey
yerinde kalamamış, toplum histeri halinde yüksek binaları dolduran yeni bir
canlı türüne dönüşmüştür.
Rant generallerine teslim olmuşuz, bu anlaşılıyor. Bu demde
artık “Doğduğum şehir yok oldu” demeyen bir nesle aşina değiliz. İnsanlarımız
doğup büyüdükleri şehrin zihinlerinde kalan şehirle eşleşmediğini ürpererek
hissediyor. Her insan doğduğu yere yabancılaşmıştır, üstelik yaşadığı yerde de
sürekli yıkım olduğundan kendi habitatına da alışamaz hale düşmüştür.
Geçmişin yapıtları yoktur artık, geçmişin özlenişi vardır.
Bizim ülkemizde şehirler için yapılan şey “hayali bir geçmişin yeniden inşa
edilmesi için geçmişi yıkmak”tan ibarettir.
Paris’in göbeğinde Jardin du Tuliers, kocaman bir parktır.
Bu parkı yirmi dakikalık sıkı bir yürüyüşle geçtikten sonra Concord Meydanı’nın
bitişiğinde bir parka daha girilir. Bu park Champs Elysee’ye doğru devasa
kaldırımlarla birlikte ilerler. Oralara kimsenin aklına yüksek bir otel yapmak
gelmemiştir, kimse o parklara bir AVM yapmaz, 1850’de neyse o haldedir. Aynı
şey savaş yıkımı yaşamış Frankfurt gibi bir “finans şehri” için de geçerlidir.
Röemer bölgesi titizlikle korunur. Berlin, Roma, Floransa veya Madrid; nereye
giderseniz gidin o şehirlerde geçmiş yeniye kurban edilmemiştir.
Oysa benim anne kucağında durduğum ilk yer, koşup oyun
oynadığım, düşüp dizimi yaraladığım, okullarına gittiğim, düğünlerini gördüğüm,
mevlitlerini dinlediğim, bayramlarını bildiğim o şehir bütün geçmişini satır satır
silmiştir. Peki ama neden? Buna neden gerek duyulmuştur?
Osmanlı’nın çöküşüyle yeni bir anlam ve içerik verilen
“fetih” sözcüğü bu yıkımın anahtarıdır. 1915’te katledilen Ermenilerin
mallarını, evlerini ve toprağını yağmalayacak, kilise bırakmayacaksın. İz bile
kalmayacak. 1924’te müdabelede giden veya savaştan kaçan Rumların mallarını
yağmalayacaksın, kilise bırakmayacaksın. İz bile kalmayacak. Hızını alamayıp
bunu Dersim’de Zazalara, Maraş’ta Çorum’da Türk alevilerine kadar
vardıracaksın. Taksim’i, Çamlıca Tepesi’ni, Boğaz’daki ormanları, Atatürk Orman
Çiftliği’ni hep ve yeniden fethedeceksin. Bir yandan çapul ve yağmadan pay alacak,
bir yandan da hayatı savunanlara çapulcu diyecek, alıştığın haram lokma
düzeninin kolaylıklarını yücelteceksin.
İşte bütün şehirlerimizin insana kendi evinde yabancılık
çektiren yıkımlarının nedeni budur.
Bir de o şehri yıkanlar oturup “geçmiş şöyle güzeldi, o
zamanlar şöyle iyiydi” diyerek ağıtlar yakmıyor mu, insan onların yerine
utanıyor. Ya ne yaptıklarını bilmiyorlar ya da bildikleri halde yapmıyorlar.
Kayseri’ye güzellemeler yazmaktan yoruldum. Orayı gönül
rahatlığıyla herkesten fazla sevdiğimi söyleyebilirim, çünkü her bir taşı için
çok uğraştım, üstelik hiçbir şeyi kurtaramadım. Ağlamak bana, eğlenmek
başkalarına düştü.
İstemem, eksik olsun. Hem ne kaldı ki anlatacak: Bugünler
tarih oluncaya kadar anlatılmasın artık o şehir.
İstanbul Art News, Eylül 2014 No 1
0 yorum:
Yorum Gönder