Kapadokya’yı Bir Estetik Varlık Olarak Görüyorum




Jale Nihal İncedere

 

“Kapadokya’nın Yazarı” Gürsel Korat’ın 2022 yılında üç yeni kitabı yayımlandı: Uyku Ülkesi, Kurmacanın Yapısı ve Deniz Göründü.   

Daha önceki yıllarda yayımlanan iki kitap ise genişletilmiş yeni basım olarak yenilendi: Kristal Bahçe ile Dil, Edebiyat ve İletişim.  Ayrıca Kapadokya Dörtlüsü’nün başlangıç romanı Zaman Yeli de 2022 sonunda basıldı. Kitaplar bir dizinin parçası olacak biçimde belli bir kapak tasarımı ile hazırlanıyor. Bu gelişmeler doğrultusunda yazarımızla bir görüşme yaptık.

 

J. N. İncedere: Öncelikle bu kapak tasarımlarıyla ilgili olarak sorayım, nedir temel mantık?

 

Gürsel Korat: Kurmaca kitaplar konuyla ilgili kapak tasarımı yapılarak hazırlanıyor. Kapaklarda içeriğe uygun bir çizim var. Kurmaca dışı olanlar ise fotoğraflı ve iki renkli olarak tasarlandı. 

 

Tüm kitaplarınız Everest Yayınları’nda mı yayımlanacak?

 

Çocuk kitapları YKY’de kalıyor. Bunun dışında yetişkin kitapları (kurmaca olsun olmasın) hepsi Everest’e geçiyor. En azından dağınık halde duran yayınlarımın bir araya getirilmesinde ilk adım bu.

 

Uyku Ülkesi Kapadokya ekseninde gelişen romanlarınızdan olmadığı gibi, ütopik ve güncel. Bu farkın nedeni nedir?

 

Elbette bu, içinde Kapadokya’dan söz edilmeyen ilk roman değil. Ay Şarkısı, Rüya Körü ve hatta Yine Doğdu Tanyıldızı Kapadokya ekseninde ele alınamazlar.  Uyku Ülkesi şu yönüyle farklı: Rüyalar kurgu dışıdır ve serbest çağrışıma dayanır ya, burada öyle değil: Rüya kurguyu kovalıyor. Günümüzle çelişkisi olan bir aklın ürünü. Şehirleri bir virüse, çağımızın inşaat tutkusunu hastalığa benzeten ve zaten hastalandığı için sürekli rüya ile gerçek arasında gezinen bir kadının hikayesi bu. 

 

Çağımızdaki gelişmelerin rüya ile gerçeğin arasındaki çizgiyi kaldırdığı yönündeki saptama üzerinde durmak gerekir. Özellikle bu konuda, neler söyleyebilirsiniz?

 

Böyle bir değerlendirme yalnız benim değil hepimizin ortak yargısıdır; çevremizde “Bütün bu olanların rüya olmadığını söyleyebilir misiniz?” demeyen bir insan bile rastlayamayız.  Hem politik hem imgesel bakımdan durum böyle. Bu nedenle Uyku Ülkesi bizi “Boğaz’da suların yükseldiği zaman”la hesaplaştırır, Ayasoyfa’ya kadar yükselen, Yeni Cami’yi sular altında bırakan bir hayalle (olası bir tehlikeyle aynı zamanda) yüz yüze geliriz. Bu rüyada vitrinleri ışıl ışıl kapalıçarşıda balıkların yüzmesi, bizi bekleyen tehlikeyi de işaret eder. Uyku Ülkesi, rüya yoluyla şu inşaat düzenine bir itirazdır.

 

Kurmacanın Yapısı yeni bir kitap. Burada okur entelektüel bir kapsamla karşılaşıyor. Aristo’dan beri yazma üzerine düşünmenin tarihi üzerine çok tartışılması gereken tezler öne sürdüğünüzü görüyorum. Özellikle kurmacanın tarihsel gelişimini üç evreye bağlamanız ve bunu kanıtlar göstererek desteklemeniz önemli. Ne dersiniz?

 

İnsanın anlatıcı olarak başladığı yolculuğu, yazıcı olarak sürdürmesi hep dikkatimi çekti. Hem anlatıcı hem de yazıcı olduğumuz yeni bir çağa yedi yüz yıl önce girdik ama olayı değil de bireyi fark ederek iki yüz yıldır yazıyoruz. İşte bunun tarihi üzerinde söylenecek çok temel kuramsal sözleri bulup çıkarmam gerekiyordu. Uzun bir öğreticilik dönemimin, öğrencilerimin ve derslerimin bir ürünüdür bunlar. Biliyorsunuz, anlatıcılar iyi öğrenir; bu konuyu “anlatının üç çağı” ekseninde görmek benim için de bir hayli eğitici oldu.

 

Öbür yeni kitabınız Deniz Göründü’yü doğrusu şaşırarak okudum. Bir kere alışılmamış bir üslubu var. Flaneur üzerine ettiğiniz sözler nedeniyle doğrusu kitaba tutuldum. Flaneur olmadığınızı, çünkü bu çağda insanların kalabalıklardan demlenen bilgi peşinde dolaşmadığını söylediğiniz bir yer var. Bu çağda insanın kentlerden bir şey öğrenmeyeceğini söylüyorsunuz fakat kentleri yazmışsınız. Bu çelişik değil mi?

 

Sanat çelişkinin farkına varıp yüzleşmektir. Unutmayalım, artık

flaneur değiliz diyorum ama yine de kentlerde dolaşmayı sürdürüyoruz. Kalabalıkların bilgisine değil, içimize döndüğümüz artık bir gerçek. İnsan yığınlarında saklı duran bir bilginin değil, mimarinin bize ayna tutan yönleriyle ilgiliyiz. 

Bu kitap oturayım da yazayım denecek bir şey değil, belki de kitaplarım içinde en yavaş yazılanıdır; çünkü 1993’ten beri neredeyse otuz yıldır kentler üzerine tuttuğum notların bir ürünü bu. Sokakların Ölümü’nü 1997’de yayımlamıştım, onun kardeşi olarak Deniz Göründü’yü, yirmi beş yıl sonra 2022’de tamamladım. 

 

Kristal Bahçe 2003 yılında yayımlandığı zaman yazarları apaçık tartışan, edebiyatçıların edebiyatçılar üzerinde söz söylediği değişik bir deneme kitabı olarak entelektüel okur katında bir hayli yankı buldu. Bilindiği gibi edebiyatımızda genel olarak diğer yazarları yok sayan ve deyim yerindeyse “ölmüşlerle idare eden” bu tarza karşı koymak bu kitabın özelliğiydi. Şimdi genişletilmiş haliyle bu denemelerin yeniden basıldığını görüyoruz. Eklenen veya değişen nedir?

 

Kristal Bahçe’nin ilk 88 maddesi olduğu gibi duruyor. Kitaptaki değişiklik, madde sayısının 156’ya çıkarılmasından ve ek monogramlardan ibaret.  Zaten daha önce bu denemelerde tutturduğum o kısa yoğun üslubu sürdürüyorum. Ek olarak bu bölümde yazarların tekilliği ile ilgili konuları ele aldığımı söyleyebilirim. Eril yazıcılığın fotoroman benzeri bir anlatıcılıktaki ısrarının temellerini sorguladığım gibi, sağcı iklimden gelen edebiyat dışı salvoların gülünç niteliğini gözler önüne serdiğimi de söylemeliyim. Kanımca her yazar, yazı ve edebiyat hakkında düşünsel sözler edebilmelidir. Bu bakımdan Kristal Bahçe’nin benim düşünsel röntgenim olduğunu söylemeliyim.

 

Dil Edebiyat ve İletişim, bir üniversitedeki göreviniz sonucunda yazdığınız bir inceleme kitabı sayılabilir mi?

 

Bütünüyle hayır diyemem. Hocalığın bu kitabın yazılmasında büyük bir payı var.  Fakat okumaktan kaçındığımız, saf-akademik ders kitaplarından da değil. Elbette bu kitabın hedef kitlesi daha çok iletişim ve edebiyat okurlarıdır fakat o okura edebiyat ve dil dolayımından iletişime dahil olan şeyi de göstermektedir. 

 

Gelelim Zaman Yeli’ne. Anladığım kadarıyla bu roman 1995’te yayımlandığı zaman tarihsel roman dalgası yeni başlıyordu. Hatta Feridun Andaç, Kemal Tahir’i kast ederek “Tahirîliğin Dönüşü mü?” başlığı altında bir soruşturma da yapmıştı. Yıllar sonra geriye dönüp baktığınızda bu kitapla birlikte başlayan düşüncelerle yan yana mısınız yahut varsa ayrı olduğunuz neler görüyorsunuz? 

 

1995 Ocak ayında bu kitap taze bir fidan gibi içimden yükseldi, bunu biliyorum. Anladığım şey şuydu ki ben geçmiş tarihsel mirası yinelemiyordum, ne Tahiriliğin peşindeydim ne de minyatüresk bir bakış içinde, çizgi romana balon içinde söz yazar gibi  kahramanlık edebiyatının izinden gidiyordum. Ben büyük bir fiziksel yenilgi yaşamış solun acılarıyla yoğurulduğumu ve oradan doğduğumu hissediyordum. Ütopyalar yenilgiye uğramıştı, sorun ütopyanın güzelliğinde değildi, sorun bunun gelecekte insanlığımızı elimizden alan kuruluğundaydı. Ben ütopyayı bir gelecek imkanı olarak değil, bir geçmiş olasılığı olarak ele aldım ve Moğolların gelişi nedeniyle zorunlu olarak beliren direniş ruhuyla, ortak yaşamın göstergesi olan yeraltı komünlerine ulaştım. Tarih benim için sadece zemindi, onun gerçeğe uymasına dikkat ettim. Fakat asıl uğraştığım şey bu zemindeki insan davranışıydı. Bir de tarihsel varlığımızın bize hiç de anlatıldığı gibi olmadığını söylemenin en kestirme yolu buydu. Bir tez öne sürmedim, tersine romanlarım hakkında tezler öne sürüldü. Özellikle Güvercine Ağıt, içerdiği tarihsel bilgi birikiminin insana uygunluğu ile  şaşırtıcı bir derinlik kazandı. Kalenderiye ile Kalender Çelebi isyanını anlatmaktan öte bir şey yaptım, Osmanlı’yı ve Venedikli tüccarları eş zamanlı anlattım; bu nedenle romanlarım soğukkanlı bir anlatıcının oyunbaz aklının bir ürünü oldu. Calenderia, göklerin takvimini bizden öğrenen gezgin tüccarlara, eşitliği ve azla yetinmeyi de öğreten dervişlerin yaşam biçiminin adıdır. Kalender, boşuna takvim anlamına gelmez. İşte böyle şeyler anlatan Kapadokya Dörtlüsü’nün ilki olan Zaman Yeli şimdi  yeniden basıldı. İkinci roman Güvercine Ağıt ve üçüncü roman Kalenderiye ise hazırlanıyor.

 

Son roman?

 

O da Dönüyor Zaman başlığıyla henüz yazılıyor. Anlaşılan o ki bu roman da tamamlanınca Kapadokya Dörtlüsü, otuz yılda tamamlanmış olacak. Dönüyor Zaman sanırım birkaç ay içinde biter. İlk üç romanda tanıdığımız pek çok olay bu sonuncuda değini olarak yer alacak. Böylece okurun bildiği ama son romandaki karakterlerin bilmediği bir tasarım önünde olacağız. Kanımca Kapadokya defteri bu roman tamamlandıktan sonra büyük bir trajediyle kapanmış olacak. 

 

Bir büyük trajedi olarak Unutkan Ayna’yı yazdınız. Öyle bir romana “yardım ve yataklık eden” Kapadokya defteri nasıl kapanır?

 

Yazar olarak kapanır. Ama okuyucu olarak değil. Unutkan Ayna

artık Nevşehir’in ve Uçhisar’ın malıdır. Buralar artık edebiyata aittir. Hakkında öykü ya da roman yazılmamış coğrafya parçalarına acırım. Kapadokya’yı estetik varlık olarak gören ve bu amaçla algıyı dönüştüren bir yazarım. Kapadokya’yı otellere gidilen, balonla uçulan bir yer olarak değerlendirmediğim için mutluyum. Biliyor musunuz, Unutkan Ayna’yı yazarken bölgenin genel karakterinden hareketle orada da bir yer altı şehri olabileceğini düşünmüş ve romanı öyle yazmıştım. Roman yayımlandıktan bir ay  sonraydı, Nevşehir’de, tarihi SİT alanında yapılan TOKİ inşaatı durduruldu. Nedeni, yıkılan yapıların altından bir yer altı şehrinin çıkmasıydı. Kehanet değildi bu; edebiyatın heyecansal ve bilgisel olduğu kadar sezgisel oluşundandı. 

 

Kitaplarınızın yolu açık olsun.

 

Teşekkür ederim.

 

Cumhuriyet Kitap Eki

20 Nisan 2023

1 yorum:

Satır Arası dedi ki...

Merhaba Gürsel Bey.
Öncelikle iyi bayramlar dilerim.🪷
Henüz son kitabinizi okumadim ama aldım ☺️ Unutkan Ayna öyle derin izler bıraktı ki biz okuyucularınızda.
Kaleminiz hep yazsın.