İki Binli Yıllarda Edebiyatta Neler Olacak?

Afrodisias Ören Yeri'nde Sütun Başlığı, Denizli



İsa’dan sonra 1000 yılının başında insanlar kiliselerin içlerine çekilerek, tanrıya yakarıp günahlarının affını diliyor ve kıyametin kopmasını bekliyorlardı. İki bin yılının başında korkarım ki sıra camilerdeki yakarışlara geldi.
(....)
Kiliselerde kıyameti bekleyenler 1000 yılının sabahında yerkürenin kayıtsızlığına şaşmış olmalıdırlar; şimdi biz, “artı” bin yıl görgü sahibi olmuş olanlar, “artı” bin yıl düş kurmuş olanlar, deneyim fazlalığı şansımızı zorlayabiliriz. 2000 yılının sabahında şaşmayacağız, çünkü dün 1999’du ve tarihin sonu falan da gelmemişti.
994 yılında bir Hıristiyan şair, Roma’nın yok ettiği bir edebi tür olan tragedyanın pazarda işportaya düşmesinden rahatsız değildi ve panayırlarda üç hokkabazın yanında şaklabanlık yapan soytarının, bir kaç yüz yıl sonra kapalı tiyatro mekanlarına Hamlet ağırbaşlılığıyla geçeceğini kestiremezdi. Kilise korosunun kendisinin bir gün yeni tiyatronun yolunu açacağına ilişkin bir öngörüsü de yoktu.
1994 yılında ben, yok olmuş edebi bir tür olan destan’ın yeniden türeyeceğini yazsam ne anlam taşır? Bin yıllık deneyim fazlalığıma karşın, kehânetteki zavallılığım gerçekten gülünmeye değer.
Zaten bütün kâhinler gülünçtür; o yüzden ne kadar gülünç olursa olsun düş kurma sadeliğini yeğlerim. Kâhin değil de, düşçü olmak edebiyatın temel mayasıdır çünkü.
Neye bakarak düş kurmalıyız? Önce elimizde bir veri olmalı. Bu veri, ilk 1000 ile ikinci 1000 yıllarını karşılaştırmak için tasarladığım şu tablo olsun:

İLK BİN’DE OLANLAR

Hıristiyanlık ve Müslümanlık doğdu. Çağa damgayı din hareketleri vurdu. Şiir en önemli edebi tür idi. Düzyazı genellikle seyyahların, ticari ve siyasal belgelerin, yasaların ve özellikle de felsefenin işiydi. Öykü, şiirle anlatım içinde ifadesini bulan ‘destan’dan öte bir şey değildi. Tragedya bitmişti. Komedya işportaya düşmüştü. Roman yoktu.

İKİNCİ BİN’DE OLANLAR

Dinsel mezheplerin olağanüstü bir hızla çoğaldığı görüldü. Bundan daha önemlisi, siyaset, bilim, din, devlet gibi alanlar birbirinden ayrı tanımlanabilir hâle geldi. Bilim ve din çelişkisi en temel gerilim noktalarından biri oldu. Kölecilik ve feodalizm ortadan kalktı, ücretli kölelik ortaya çıktı. Bu çağa damgasını vuran bilim hareketleriydi.
Tiyatro yeniden doğdu. Roman ve öykü, bir edebi dal olarak ortaya çıktı. Sinema, edebiyatla ilişkili bir sanat endüstrisi haline geldi. İnsanın imgelemi zenginleşti ve buna bağlı olarak ritmik söz kalıplarından ibaret olan ve şiirin çekim alanına hapsolan edebi kavrayış değişti ve tanımlanması olanaksız bağlantılarla zenginleşti.

Dikkat edilirse, İkinci Bin’de ortaya çıkan gelişmeleri 1001 yılından baktığımızda görmemiz olanaksızdır. 2001 yılından 2999’a kadar geçecek süreci kestirmek bundan da zor bir şeydir; çünkü artık dünyada geometrik diziler halinde gelişmeler yaşamaya başlamıştır. Bu nedenle öne süreceğim savların yüz yıl sonrasındaki tek olayı bile kestiremeyeceğinden kuşkulanmakta haksız sayılmam.
Düş kurarak gidelim.
İlk bin’de din, ikinci bin’de bilim. Üçüncü bin’de ne olacak? Bence din bilim çatışması tamamlanıp, bilimsel düşüncenin egemenliği mutlak hale gelecek. Bunun büyük ipuçları var. Aynen Pax Romana’nın son günlerindeyiz: Büyük barbarlığın sonunda küllerin içinden yükselen Anka kuşu Hıristiyanlıktı. Hıristiyanlığın küllerinden Rönesans çıktı. Şimdi ise Pax Americana’nın Afrika, Asya ve Latin Amerika’da çıkarttığı yangınların külleri arasından yeni bir insanlığın Rönesansı seçilebiliyor. Çevrenin, çocuk ve kadın haklarının ve eşitliğin bu kadar önemli olduğu başka bir dönem görülmüş değil. Edebiyatın bu noktada belki de bilimsel düşüncenin pozitifliğine, nesnelliğine ve soğuk bakışlarına karşı, insanın öznelliğini daha da öne çıkartan, bilim kurgu dilini geleceğe olduğu kadar özellikle geçmişe de döndüren bir çubuk bükme yoluna gideceğini düşünüyorum. Çünkü bilimin zaferi için ideolojik bir savaş aracı gibi hareket eden bilim-kurgular, bilimin tam zaferi için en azından yeni bir kardeş edinecektir: tarihsel kurgu. Geçmişin değiştirilebilir öğeleriyle oynayan “geçmişe yolculuk” öyküleri birer basitlikten ibaretti; geçmişteki insanları bugünkü varoluşumuza kanıt gösterdiğimiz ideolojik tortulardan ibaret olan çalışmalar da öznellik ve çarpıtma dolu idi. Tarihsel kurgu, tarihi yalnızca kanıtlar dizisi olarak görenlerin, tarihsel olasılıkların değişmesi durumunda olabilecekleri düşleyenlerin yöntemi değildir. Bu seçim, kendi pozitif zamanıyla eski bir zamanın duyusal, mantıksal, imgesel, retorik ve psikoanalitik bağlarını araştıranların seçimidir. Retrospektif kurgu arkeologla yazarı anlamlı bağlarla birbirine doğru sürükleyecektir.
Edebiyatın şiirle ilgili bir bunalım yaşayacağı öngörülebilir. Şiir ve hitabet arasında doğrusal bir ilişki var; oysa Üçüncü Bin’de artık atomize olmuş yaşamların içinde, insanların heyecansal bir ortakduyu gerektiren şiirle uygun bir ruh halleri olmayacak. Şiir ortadan kalkmamakla birlikte bilinen formları içinde yaşayamayacak demektir bu da; tıpkı Roma’nın tragedyayı söndüren toplumsal ilişkileri gibi, günümüzün, şiiri söndüren toplumsal ilişkilerine bakınca ne demek istediğim anlaşılır.
Öykü, insanlığın nehir romana, kapsamlı romana duyduğu bir tepkinin ürünü olarak önem kazanacaktır. Çünkü “okunması gerekenler’”le zaman arasındaki çelişki büyüdükçe, ürünlerin “kısa” olması yönündeki baskı, yazarı kısa bir metin yoluyla yoğun anlatıma ulaşmak zorunda bırakabilir. Bu anlamda şiir öykü tarafından massedilebilir. Ancak bunun anlamı öykü şeklinde yazılmış şiir değildir; o zaman “destan” yazılmış olur ki, bu formu çoktan aşmış durumdayız.
Bütün bu öngörülerimi zırva haline getirebilecek olan tek şey, edebiyatın doğrusal bir gelişiminin olmadığı gerçeğidir. “Doğrusal”dan kastım, edebiyatın zaman zaman terk edilen formları yinelemesinden ötürü sarmal hareketle açıklanabilecek olan niteliğidir. Edebiyat ilerlemez; yalnızca değişir. Edebiyatta pozitif bir ilerlemeden söz edildiğinde onun matematiksel ve fiziksel yasalarından söz edilmesi de zorunlu hale gelir ki, bu durumda gelecekte oluşacak edebi oluşumların öngörüler yerine bilimsel ispatlara dayanması kaçınılmaz olur. Yanlış olur.
(....)
Söz, edebi yaşamın temel tuğlasıdır. Sözün söylenme biçimi dil’den harekete kaydıkça dans, tiyatro, bale; simgeselliğe kaydıkça müzik; kavramsallaşmaya kaydıkça roman; görüntüye kaydıkça sinema doğmuş olmalıdır. Heykel bile sözden kopuşun tarihini içerir gibidir: Totem ve dans arasındaki ilişkiden doğan anıtsallık, artık dansı olmayan ve yalın form halinde duran bir kopuşu gösterir bize. Hümanizma’nın insan merkezli söz düzeninin, din ve tiyatronun ortaklığını bozarak onları ayrıştırdığı apaçıktır. Gezgin anlatılarının, (pikaresk türün) yine birey merkezli Aydınlanma Felsefesi retoriğiyle parçalandığı, gezginin ne gördüğü yerine ne düşündüğünün yazıldığı anlatının, romanın başka bir söz ayrışması olduğunu anımsayalım. Öte yandan romanın topluma ayna tutan bir deneyler birikimi olmaktan çıkmasının üzerinden neredeyse yüz yıl geçti. Roman çoktandır insan eyleminin ve bilinçaltının toplam analizleriyle uğraşan dev bir deneysel satranç oldu. Ancak görsellik, analizci yazım formuna indirilen ağır bir darbe olduğu için, romanın geleceğinde görsellik dışı bir eğilimin belireceğini görür gibiyim. Bu eğilim, içgörü, sezgi ve hoşlanıma daha çok vurgu yapan; ortadan kaybolan şiirin olanaklarını emen teknik bir kısalığa yönelim demektir. Romanda büyük karakterlerin sonu gelebilir; çünkü şiirin teknik özellikleriyle buluşmak okurun kendi kendisiyle özdeşleşmesini sağlayan anlatı formu bulmak demektir: Karenina veya İnce Memed’le değil.
Gelecekte, belki de yakın gelecekte, edebi olanla edebi olmayanın ayrımı, filme çekilebilecek türde olmak ya da olmamak ölçütünde görülecektir. Yani edebiyatçı, kendinin edebi doyumunu filme çekilemeyecek bir roman yazabildiğinde sağlar hale gelecektir. Çünkü filme çekilebilir bir ürünün edebi doyumundan değil, görsel hazzından söz edilebilir olacaktır. Sanatsal ile zenaatsal, artistik ile artizanal arasındaki ölçüt roman için bu olacaktır.

Düşünüyorum da, bunlar benim öngörülerim mi yoksa dileklerim mi ayırt edemiyorum. Edebiyat eleştirisinin bir sorunu da bu işte: kurgularımızın ideolojik fonu içinden düş kurabiliyoruz. Hoş, işin en zevkli yanı da bu. Beni ben yapan ideolojik algımı başka birinin ideolojik düzeninden daha çekici hâle getirebilmek için “sıkı düşler” kurmalıyım. Edebiyatın “işlevi” insanın duyusal, imgesel ve retorik çehresini “güzelleştirmek”ten başka bir şey değil. Eğitim sistemini eğitimciler, kent sokaklarını belediyeciler güzelleştirsin. Ancak bir belediyeci ve eğitimci önce benim yeni düşlerimle güzelleşsin. Hangi siyasetçi, hangi idare amiri, hangi öğretmen ve hangi yazar şimdiye kadar içinde bulunduğu estetik beğeniden hoşnutsa benimle ideolojik bir sorunu vardır: Çünkü değiştirmekten anladığı şey yalnızca her şeyi bugüne uydurmaktır. Oysa dünyayı değiştirmek isteyenlerin artistik beğenisi, ilkin kendi beğenilerini yıkıma uğratma taşkınlığından güç alır. Eski biçimleri eleştiren ancak ondan kopmayanların, eski hayatın parçaları olmaktan çıkmaları güçtür.
İnsanın duyusal ve imgesel özgürlüğü yerine cemaatin itaatini geçiren ideolojiye karşı panzehir, sözün yeni ayrışma düzeneklerini edebileştirmektir. Çünkü sözler, bir dilin küçük birimlere bölünmüş idelojik elementleridir; ayıklanabilir, özel vurguyla kullanılabilir ve yeni kodlara bağlanabilir. Edebiyatta devrim budur, böyle olacaktır, mutlaka olacaktır.

Eşik Dergisi 1994