PARAGRAFLAR 1.


 

 

Sandro Boticelli (1445-1510)
 

 

 

 

   BAKIŞ AÇISI 


 

 
 

1

Yazarın bakış açısıyla ressamın perspektifi kullanmasını birbirinden ayırmıyorum.

Yazı yazarken anlatıcı -adeta ressamın paleti eline alması gibi- kalemi alıyor ve tuval üzerinde bir desen çizmeye başlıyor. 

Bunu zihnimizde canlandıralım: Yazar tıpkı bir ressam gibi çalışıyor ama onun farkı yazıyla resim çiziyor. Merkezde kendisi var. 

Bu durum perspektifin yazı için asal unsurlardan biri olduğunu düşünmemiz için yeterlidir.

 

 

2

Müzikte de durum böyle. Sinemanın yönetmen merkezli oluşu da ne demek istediğimi anlatır. “Kurgu masasında, çekilenleri bir araya getirip neyin atılacağına, neyin neyle bağlanacağına karar vermeden önce film bitmez” derler, bundan işte: Her film yönetmenin kararını bekler.

 

 

3

Pavel Florenski “Tersten perspektif” adlı kitabında biz resme bakmıyoruz, resim bize bakıyor diyerek perspektifi reddeder. Ona göre ikona önündeki mümin gördüğünü değil, görüldüğünü bilmektedir. Florenski bu nedenle izleyiciden veya ressamdan değil de resmin odağından izleyiciye doğru giden bir tanrısal bakış olduğunu düşünmektedir. 

 

 

4

Ne yazık ki dramatik biçimde öldürülen bu ikona ressamına katılmıyorum. İkona resimlerini ve minyatürleri resmin varabileceği son nokta sayıyor. Ona göre “ikonalarla tanrı bize bakmakta”dır. Bu hesaptan perspektifli resimlere bakan biz ölümlüler tanrıyı anlamamış oluyoruz. O bize bakıyormuş meğer, her şey boşmuş.

 

5

 

Güzel, şairane bir düşünce bu. Fakat olaya insan açısından bakan yok. “Sanat kimin içindir” sorusuna sanırım burada “Tanrı içindir” yanıtı veriliyor. Doğrusu şarkı söyleyen bir tanrı düşünemiyorum. Operaya giden, bağlama çalan. Üstelik bundan yana olamam ben. Hiç tartışmasız insanın kendi bakışını merkeze almayı savunuyorum.

 

Ben ne ikonadan ne de minyatürden yanayım. Bunlarla koşut düzlemde gördüğüm sözel kültürü yeniden üretmeye de karşıyım. 

Bunların günümüz sanatında yeri yoktur.

 

6

Florenski’nin yorumuyla sözlü edebiyat uyum gösterir. Sözel kültür öğeleri olarak tarihten bize kalan masallarda, destanlarda ve halk hikayelerinde bir perspektif odağı bulunmaz, neden-sonuç ilişkisi yoktur. Bunlar hep olağanüstü varlıkların ve ilişkilerin hikayelerini anlatır. Dolayısıyla orada ya tanrı ya da tanrının gözüyle bakmayı sağlayan bir anlatıcı vardır. 

Tartışmasız ve açık bir biçimde ikona ve minyatür birbirine benzer. Bunları minyatüresk sanat adı altında anmak çok yerindedir ve doğrudur.

 

7

Minyatürle gravürü bir karşılaştırın şaşacaksınız: Minyatür ve fresk, güç ve iktidarla genleşen tarihin imgesiyken; gravür, aydınlanmanın ve Rönesans’ın buna tepkisidir. 

 

8

Üstelik eski çağları görsel olarak anlamak için minyatüre ve ikonaya da başvuramayız. Bunlar hiçbir şeyi yansıtmaz, hiçbir şeyi göstermezler. Dolayısıyla minyatüresk olan sanatlar, çevresiyle ilgili pek bir şey söylemez. Yalnızca kendi hikayesini anlatır. Oysa perspektifin girdiği her yerde çevrede olup biteni de anlamak mümkündür. 

 

9

Bu nedenle perspektifli hikayelerde yalnızca anlatılan kişilerin değil, başka insanların yaşantıları hakkında da bilgi sahibi oluruz. Örneğin Mısır lahitleri, perspektifsiz papirüsler, altın varaklar ve hiyegrolif yazılar bize egemenlerin düşünce yapısını gösterir, nasıl yaşadıklarını değil. (Bunu sezeriz yalnızca.) İçimizde uyanan heyecan, bir eski düşünüş biçimiyle karşılaşmaktır. Oysa aynı çağda Mısır piramitlerinde çalışan kölelerin mezarlarında bulunan perspektifli heykelciklerden en azından insanların nasıl göründüğünü ve yaşam tarzlarını anlamak olanağı vardır. 

 

 

10

Mısır’da perspektif bilinmekle birlikte tanrısal düşünceye ve tanrısal bakışa aykırı sayıldığı için kullanılmıyordu. Antik Yunan’da da öyle. Perspektifi bilseler de kullanmıyorlar. Yalnızca Roma uygarlığı çağında -O da yalnızca Pompei’de gördüğümüz- duvar resimlerinde perspektif var. Neden? Bilmem. Fakat kesin olarak Rönesans’la birlikte perspektif hayatımıza girdi. Bundan eminiz, hepimiz.

 

 

11

Tanrının, yarı tanrıların ya da üstün insanların değil, yazarın bakış açısını kullanarak ilk kez hikaye anlatan kişi Boccacio’dur. Decameron Hikayeleri bu tarzıyla çığır açan ilk anahtardır. Bugün için sıradan görünen hikayelerin o çağda nasıl sarsıcı olduğunu hep olağanüstü hikayeler dinlemeye alışkın insanın, kendisi gibi bir insana ait  hikaye dinlediği zaman yaşadığını sezebiliriz. Dante cehenneme Vergilius’la birlikte inmesini anlatıyor, bugün ne var bunda demek mümkün, niye bu adamı öldürmek istediler ki? Şundan: Tanrısal makamı dolaşıp anlatanlar insanlardır, buyruklar değil.

 

11a

Decameron Hikayeleri veba günleri sırasında salgından kaçmak isteyen yedi genç kadının kilisede buluşup konuşurken içeri akrabadan üç delikanlının girmesiyle başlar. Bağ evinde buluşan on kişi günlerini geçirebilmek için sırasıyla hikayeler anlatırlar. Bu hikayeler insanların kulaktan kulağa işittikleri, yaşadıkları yahut görmüş gibi anlattıkları yaşantılardan oluşur. 

Bu durum, tanrının bakışını değil, insanın bakışını öne çıkaran bir anlayış farkının hikayede ilk kez dile getirilişi sayılmalıdır. 

 

 

11b

Sofokles, Aiskhylos veya Euripides’in oyunları daha önce (Antik Yunan’da) yazılmıştı ve insanı anlatmıştıdenebilir. Unutmayalım ki onlar tanrıyı da anlatıyordu, bilicileri de; üstelik tanrının bakışını dile getiren efsanelerden, mitolojiden konularını alıyor ve olağanüstü varlıkları konu ediniyordu. 

 

 

12

Hümanizma insan odaklı bir düşünüş biçimidir. Yunus Emre “Yarattı dünyayı Hak, Muhammed dostluğuna” derken Hümanizma’nın kapısını aralayan İslam düşünürünün konumunu göstermektedir. Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’si ve konuşmalarından derlenen Fihi Ma Fih adlı yapıtı tamamen insanlar arasında geçen olayları anlatır. Yüzyıllardır unutulmayan şair, şiir tekniği bakımından fersah fersah aşılmakla birlikte, insan merkezinden bakmasındaki biricikliği onu özgün kılar. 

 

13.

Mesnevi’de camideki kadınların anlatıldığı bölüm doğrudan evlenmeyle ilgilidir, bireyin tanrıyı aramasını konu alan çok sayıda hikâye vardır. Dolayısıyla Rumi’nin ampirik yaşantıların ürünü olan ayrıntılardan tanrıya ulaşmak gibi özel bir yolu seçmesi, dikkat çekicidir. Hele Fihi ma Fih’te “Ene’l Hakk” demeyi savunduğu bir yer vardır. 

 

13a

Rumi’yi iyice anlamak gerek: İnsan, tanrıyım diyor ve o da melametin bu fikrini savunuyor. Ampirik gözlemin konusu olan somut insanın tanrısal olanla bütünleşik olduğunu öne süren somutluk burada gözümüzden kaçmamalı. Rumi’nin yapıtları özellikle bunlarla ilişkili olarak okunabilirler.

 

 

14.

Venedik ve Cenova rekabetinden yararlanan Selçuklular Araplar ve Moğollar ipek yolundan çok yararlandılar. Böylece, benim görüşüme göre Rönesans çağında geçerli olan insan merkezlilik buradaki etkileşimden doğup yayıldı. Rönesans, İslam’dan Hıristiyanlığa geçmiş bir düşünce sistemidir. Çünkü St. Thomas’nın Antik Yunan’ı Araplardan öğrendiğini bizzat Russell yazıyor. Kadere ve ölümden sonraki hayata ilişkin tartışmaları yapan islam felsefesi, bugün için pek anlamlı görünmeyen ama o yıllarda müthiş bir devrim niteliği taşıyan duyusallığın, insan merkezliliğin ve deneyimin önemini Avrupa’ya taşıdı.

 

 

15

Kalenderiye adlı romanımda, bir dervişin başına gelenleri tam da bu açıdan okumak gerekir: Tanrısal buyruk gereği cinsel ilişkiden soyutlanmış olan derviş, insan bedeninin buyruğuna uyar ve bir kadına aşık olursa, ne olur?

Yani tanrıya ait olana, insana ait olan müdahale ederse, durum nasıl açıklanacak?

 

 

16

Batı dillerinde calendar veya kalender takvim anlamına gelir. Göklerde tanrısal sırrı arayan insandır, ona tanrısal sır tebliğ edilmez, o aklıyla bulur. Bu eylem doğrudan rasyonalizmdir, Mutezile’dir, İbni Sina’dır. Dolayısıyla melamet ehli bir derviş bir takvime göre yola çıkar, kalenderdir, burçlara göre hareket eder. 

 

16a

Doğanın düzeni tanrı ise, calendar insanın tanrısal olanı anlamak için kullandığı maymuncuktur.

 

 

17.

Roman ve hikâye yazarlığı insana ait bakış açısını Rönesans’tan almakla birlikte, asıl somut derinleşme, 18. Yüzyılda ortaya çıkan sanayi devriminde ve şehirlerde aranmalıdır.

Şehrin büyümesi demek, bir biliş biçimi olarak üretimin ve teknolojinin asıl etken olarak sivrilmesi demektir. Hayattaki yeniliklerin hiç de tanrıdan gelmediğinin sayısız kanıtı ortaya saçılmıştır. Her gün yeni bir buluş ortaya çıkar. Buhar makinesi, telgraf, matbaa, telefon ve elektrik yaşam alanına girer. Sözel kültüre ait insan, yaygın eğitimin çekim alanına girmiş ve yazı kitlesel bir nitelik edinmiştir. Yani matbaanın kamusallaşması insanı kökten değiştirerek yazı gibi konuşan, eğitimli, bilgiye ulaşmayı çok önemseyen ve deneyi öne çıkaran insan tipinin doğmasına yol açmıştır

 

17b

Bu insanın sanatı minyatüresk ve sözel kültür olamazdı. Bu kişi, doğrudan doğruya romansal hakikatin insanıdır. 

 

 

18.

Şehir büyüdükçe karakter, kahramanın yerini aldı. Kahraman üstün güçlere sahip, olayların üstesinden gelmesi adeta müjdelenmiş bir kişidir. Oysa karakter sorunları kendi yetenekleriyle aşmak zorunda olan ve bunu başarıp başaramayacağı bilinmeyen kişidir. O yüzden yeni çağla birlikte, İbsen ve Çehov merkezinde karakterin bulunduğu olayları anlatmaya başlamışlardır. Suç ve Ceza, Raskolnikov’un yalnızca bakış açısının ve eylemlerinin izlenmesi değildir, aynı zamanda kentsel ilişkilerin, diğer insanların ve kentin olanaklarının serinkanlı bir gözlemidir. 

 

 

19.

“Her şeyi gören ve bilen tanrısal ifade”ye dayalı eski sözel sanatlar roman yazarının bakış açısı için ilham verici oldu. Roman yazarının eski sanatlardan aldığı tek şey tanrı gibi olmaktır. Üçüncü kişi olarak dilerse herkesin niyetini, iç dünyasını ve ne yapacağını görür. Herkesin kaderini çizer ve dilediğince anlatır. Bu yüzden onun eylemine yaratıcılık denmiştir. 

 

 

19a

Şüphesiz bağnazlık, yaratıcılığın yalnızca tanrıya ait olduğunu öne sürmekle, ontolojik bir itiraz değil aynı zamanda artistik bir itiraz da yapmış olur: Bakış açısı doğrudan doğruya tanrınındır demek ister. Bu da onu doğrudan minyatüresk olana, en azından Florenski’nin yanına götürür.

 

 

20.

Minyatüresk hikayeler erkek odaklıdır. “En kadın hikaye” sanılan Şehrazat bile erkeği memnun etmek isteyen kadınların hikayesidir. 

 

20b

Şüphesiz yazar odaklı hikayeler de erkek odaklı olmayı sürdürdüler. Fakat yazar odağından ilerledikçe anlatan neden hep erkek oluyor sorusu da sorulmaya ve anlatıcının cinsiyeti olmadan yol almanın daha geçerli bir fikir olduğu düşünülmeye başlandı.

 

 

21.

Toplum ve Bilim’deki bir yazımda yazarın hiçbir cinsiyete ait olmadığını söylemiştim. Kanımca anlatıcı, erkek kadın ya da eşcinsel değil dördüncü cinsten biri olmalıydı. Yazar hepsini bilen, hiçbirine yandaş veya karşıt olmayan bir nesnellik taşımalıydı. Buna bir itiraz geldi, “Dördüncü cins olmak, diğer üç cinsi ötekileştiriyor” dendi. Ben de bu
hassasiyeti kabul ederek yazarın nötr cinsiyet taşıdığını öne sürdüm. 

 

21b

O gün bugündür erkek, kadın ya da eşcinsel hayatlar anlatan nötr bir yazar olduğumu beyan ediyor ve bunu yazar nesnelliğinin bir gereği sayıyorum.


Kitap-lık    sayı 232

Nisan 2024

 

 

 

Gürsel Korat'la Otuz Yıl

 


Eylül Ekim 2024 YKY Kitaplık 235. Sayıdaki yazılar daha sonra paylaşılacak...

Sürgünden Doğan Beklenmedik Tutku





Yazar Gürsel Korat 21 yıl aradan sonra Kapadokya: Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya ile yenigden okurlarla buluştu.
 Korat, sürgün cezasıyla birlikte keşfettiği Kapadokya’ya ilişkin, “İlk gördüğümde mutlaka yazmalıyım dedim” diyor.

 

Ahmet ÇAĞATAY BAYRAKTAR

 

Çağdaş Türk edebiyatının önemli temsilcilerinden biri Gürsel Korat. ’KapadokyaDörtlüsü serisinin son kitabı ‘Dönüyor Zaman’’ ile okurlarla buluşan Korat, aynı zamanda ‘Kapadokya: Taş Kapıdan Taçkapıya’ kitabının yeni baskısını çıkardı.

21 yılın ardından edebiyatseverlerle yeniden buluşturulan ‘Kapadokya: Taş Kapıdan Taçkapıya’, Kapadokya’nın tarihine ve mimarisine odaklanıyor. Gürsel Korat ile kitaplarını ve Kapadokya’nın dönüşümünü konuştuk.

Kapadokya’yı keşfiniz ilk olarak nasıl oldu?


1977’de lisede öğrenci olaylarına karıştığım için yediğim sürgün cezası nedeniyle Kapadokya’yı gördüm ve hayran oldum. Sonrasında liseyi Hacı Bektaş’ta okusam da Ürgüp hiç aklımdan çıkmadı. “Burada olmalı, burayı yazmalıyım” diye düşündüm. Nitekim bazı mekânlar öyledir. Ve bölgedeki kadim Alevi kültürü ile yine o yıllarda tanıştım.

Kapadokya dörtlemesinin ilk kitabı 1995’te yayınlandı. Kapadokya Taş Kapıdan Taçkapıya ise ilk olarak 2003’te. Aynı coğrafyayı farklı tür bir kitapla ele alma fikri ilk olarak nasıl ortaya çıktı? 
Bu kitabı bir gezi kitabından çok bir başvuru kitabı olarak görüyorum. Çünkü başka kitaplarda rastlanılamayacak bilgilere yer veriyor. Bu da kitabın ortaya çıkışının en önemli nedeni. Çünkü sanatsal çalışmalarım sırasında başka kaynaklarda yer almayan, bölgede yaptığım araştırmalar sırasında karşılaştığım kaynakların temeli edebi nitelikte olsa da bölge araştırma nesnem haline de geldi. Edebiyat ve araştırmanın ayrı ayrı ele alınması gerektiğini düşündüğüm için bu kitap meydana geldi.

BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ

“Birlikte yaşama kültürünün geliştiği bir coğrafya”

Edebiyatçı ceketinizi çıkarıp tarihçi, fotoğrafçı, ikonografi uzmanlığı gibi farklı alanları bir araya getirdiğinizde bölgenin hangi özellikleri sizi etkiledi?
Edebiyat yaparken İç Anadolu’nun dil ve mekân varlığı olarak çok özel olduğunu düşünüyordum. ‘Bunun edebiyatını yapmalıyım’ diye düşünmüştüm. Kızılırmak Yayı’ndan başlayarak Manisa’ya kadar uzanan ana dili Türkçe olan Rumlar, Hacı Bektaş, Hitit geleneği… Bunlar çok önemli. Dünyada tarihin ve coğrafi güzelliklerin iç içe gezdiği çok az yerden birisi Kapadokya. Yaşayış şekli bakımından da Hristiyan, Ermeni, Rum ve Türklerin aynı dili ve aynı aksanı konuştuğu bir eski çağdan söz ediyorum. Bu açıdan günümüzdeki etnik ayrımlar yerine birlikte yaşama kültürünün de pekiştiği bir coğrafya.

Daha önce hiçbir kaynakta yer almayan hangi bilgiler bu kitapta yer aldı? 
Maceranın başlangıcı Karamanlıca kitabeleri ile başladı diyebilirim. İlk önce bu kitabeleri Yunanca sanmıştım. Fakat Yunan alfabesi kullanılan Türkçe var aslında karşımda. Bunun üzerine Yunancanın diyalektiğini araştırdım, Bizans tarihini de içeren kitaplar aracılığıyla Karamanlıca dil bilgisini öğrendim. Ve bu kitabeleri de okudukça daha önce hiçbir kitapta yer almayan fotoğraflar çekmeye başladım. Bu çalışmalarımla o dönemde Karamanlıca üzerine araştırma ve tartışmalar daha da arttı. Yaptığım çalışma aynı zamanda Kapadokya’yı ele alan kitabımı da etkiliyordu. Bölgedeki duvar resimleri üzerinde yaptığım araştırmalarda ziyaretçilerin buraları üstünkörü gezdiğini, resimleri anlamlarını bilmeden incelediği dikkatimi çekti. Bu durum karşısında da duvar resimlerini İncil’deki sırasında uygun olarak sınıflandırdım ve çizimler yaptım. Aynı zamanda bölgedeki Selçuklu etkisini, eserlerdeki soyut resimleri de inceledim. 12 yıl boyunca Atlas dergisinden foto muhabiri arkadaşlarımı da işin içine katarak bölgenin kayıt altına alınmasını sağlamaya çalıştım.


***

KİTLESEL TURİZMİN KAPADOKYA’YA ZARARI

Kitlesel turizm Kapadokya’yı da olumsuz etkiledi. Şu anda Kapadokya turizmle özdeşleştirilen bir yer. Bölgedeki dönüşüme dair gözlemleriniz neler? 
70’lerde Kapadokya’da yoğun bir nitelikli turist varlığı söz konusuydu. Nitelikli turistin altını özellikle çiziyorum; bu kişiler bölgeyi araştırarak, tarihi öneminin ve dokusunun da farkında olarak gelirlerdi.  80 darbesinin getirdiği Özalizm ile birlikte artırılması planlanan otellerle bölgede arazi yağmacılığı baş gösterdi. Hatta peri bacalarının yanında yeraltı şehirlerine giden patikaların doğal dokusunun bile bozulduğunu gördük. Yazarlığıma denk gelen bu dönemde bozulmaya karşı mücadele verdim. Memleketim Kayseri’nin yanında Kapadokya’nın da korunması için çok çaba gösterdim. Fakat geldiğimiz noktada her tarihi yer ticari işletmeye; gözümüz gibi sakınmamız gereken alanlar ise ATV ve manej rotaları haline çevrildi. Sıcak hava balonları için üzüm bağları harap ediliyor. Geniş yollar uğruna bölgeye özgü endemik bitkiler, yabani iğde ağaçları yok ediliyor.  Mağara ziyaretlerinde içeri çok kişi alınması karbondioksit birikimine neden oluyor, bu da doğrudan duvar resimlerine zarar veriyor. Ziyaretçilerin bazıları ise duvarları, resimlerin üzerini çiziyor. Halbuki bizim bilinçli bir tarih turizmi, dengeli bir kalkınma izleyerek bölgenin dokusunu koruyarak geliştirmemiz gerekirdi. Ama kolay olan kitlesel turizm seçildi.

BirGün Gazetesi

7 Ağustos 2024



Dönüyor Zaman (Cumhuriyet)


 GÜRSEL KORAT'TAN KAPADOKYA DÖRTLÜSÜ'NÜN SON HALKASI "DÖNÜYOR ZAMAN"

"Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki yiğitliği anımsamamız için bir epopedir bu roman"



MERCAN ATEŞ

Gürsel Korat 1995 yılında başlattığı Kapadokya Dörtlüsü  nehir roman dizisini “Dönüyor Zaman” adlı romanıyla tamamladı. Dizinin önceki üç romanı Zaman Yeli 1995’te, Güvercine Ağıt 1999’da, Kalenderiye ise 2008’de yayımlanmıştı. 2009’da Dame de Sion edebiyat ödülünü alan Kalenderiye’den sonra epeydir beklenen “Dönüyor Zaman” 2024 Mayıs ayında Everest Yayınları arasından çıktı. “Dönüyor Zaman” Modern Türkiye’nin kuruluş yıllarına denk gelen bir tarihle açılıyor.  Olaylar Anadolu’da yüzlerce yıl boyunca biriken tarihsel katmanların adeta kıvrılarak geçmişin üstüne kapandığı bir dönüşümü içeriyor. Kapadokya’nın büyük tarihsel birikimini hem dilsel hem de kültürel öğeleriyle birlikte ele alan bu romanları -aralarında Orhan Kemal Roman Armağanı da olmak üzere çeşitli ödüllerin sahibi- Gürsel Korat’la konuştuk.


 

Dönüyor Zaman’ı daha erken bekliyorduk. Bir nedeni var mı bu gecikmenin?

 

Bir romanı zamanı gelmeden yazamıyorsun. 2010 yılını “Rüya Körü” adlı romanım aldı. 2011, film çalışmalarına ve müstear adla yazılmış iki romana gitti. 2012’de yayınevi değiştireceğimi anladım ve “Yine Doğdu Tanyıldızı” adlı romanımı çalıştım. Bu arada çocuk kitapları da hayatıma girdi. Onlara da özel olarak yoğunlaştım, 2013-2020 arasında iki çocuk romanı ve beş tane de küçükler için hikaye kitabı yazdım. Bitmedi: Asıl büyük çalışma “Unutkan Ayna” romanıyla geldi. Bu kitabı yazmak benim için çok özeldi 2016 yılında yayımlandığında sırtımdan bir dağ kalkmış gibi oldu. Bütün bunlar yaşanırken dünyanın büyük bir felakete doğru gittiğini bilmiyorduk elbette.  Ne yaparsam yapayım “Dönüyor Zaman”ı yazmaya fırsat bulamamıştım ve üstelik birden pandemi hayatımız başlamıştı. İlkin bundan bir şey anlamadım. Hatta kolayıma geldi, bir şeyler yazdım. Fakat pandemi ile birlikte ülkenin çevre ve siyaset problemlerinin derinleştiği açıkça hissedilmeye başlandı. Çok köklü bir felaket içinde yaşadığımıza olan inancım nedeniyle “Uyku Ülkesi”ni yazmaya başladım.  


Ne yazık ki o sıralar yaşamak hepimiz için çok zorluydu. Beyin kanaması geçirdim. Şimdi söylemesi kolay ama sokağa bile izin kağıdıyla çıkılan bir dönemde üst üste ameliyat oldum. Salgının en şiddetli çağında, korona virüsüne yakalanmamayı başararak, fakat ameliyathanelerde yaşam savaşı vererek yaşama döndüm. Şimdi de “Uyku Ülkesi”ni tamamlamak boynumun borcuydu artık. Onu bitirdim. Ve üstelik bana çalışmanın neredeyse yasak edildiği bir çağda “Dönüyor Zaman”ı yeniden ele aldım. 2022 yılıydı. Hiçbir şeye aldırmadan, bitirilmemiş deneme kitaplarımı ve bir incelemeyi bitirdim. Yani “Kristal Bahçe”ye ek yazdım, “Deniz Göründü”yü yayına hazırladım, “Kurmacanın Yapısı”nı bitirdim. Demem o ki hunharca çalıştım ve “Dönüyor Zaman”ı iki yılda tamamladım. Hiçbir romanı yazarken böylesi büyük yaşamsal atılımlar yaptığımı anımsamıyorum. “Dönüyor Zaman”da bütün varlığımla göründüm diyebilirim. Bunda yakınlarımın -Tuğba’yı anmadan edemem- büyük payı vardır.

 Dönüyor Zaman kendinden önceki üç romanla bağlantılar içinde görünüyor. Tek başına okuması durumunda okur bir eksiklik hissetmez mi?

 

“Dönüyor Zaman” kendi içinde başlayıp biten bir olay örgüsüne sahip. Tıpkı diğer üç romanda olduğu gibi. Hepsi de bağımsız birer yapıdır aslında. Bir yandan da hiç bağlarının bulunmadığını söyleyemeyiz elbette. Aralarında bir olay örgüsü bağlantısı yok ama bazı simgelerin biçim değiştirerek anılması, eski olaylardan söz edilmesi gibi durumlara tanık oluyoruz elbette. 

 


Dönüyor Zaman, 14 Mayıs 1952 akşamında başlıyor ve Eylül 1921’e gidiyor. Bir tarih şeridi gibi 1942 yılındaki Avanos ve 1947’deki Nea Karvali önümüze çıkıyor. Romanda anımsamalar yoluyla bir coğrafyanın dününü ve bugününü görüyoruz. Bunu biraz açar mısınız?

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki yiğitliği anımsamamız için bir epopedir bu roman. Savaşta yaralanmış ama yurdu için çabalayan bir doktorun, kadınları sorgulamak bahanesiyle onlara tecavüz eden soysuzlarla arasının açılması çok önemli bir çıkış noktasıydı benim için. Kadınların dağa çıkmasını da anlattım, on sene padişahın cephelerinde savaşmış bir askerin en haklı savaştan -Kurtuluş Savaşı’ndan- kaçışını da. Balkanlı olmanın anlamını düşünmenin hikayesidir bu. İnsanların malına konma -şimdiki deyişiyle çökme- tarihinin, Kore’de boş yere savaşmanın, asılsız yere köy enstitülerini kapatmanın, Türkçe ibadet eden Hıristiyanlara karşılık Arapça ibadet eden Müslümanların hikayesidir.

Elbette ilginç olaylara parmak basmak yönünden özel bir niteliği var romanın. Savaştan kaçan Rumlar dağlarda çetecilik yapıyorlar, çünkü sultanın askeri olmak istemiyorlar. Çetede Bektaşi dedesi de var, Türkler de. Rumların mübadeleden sonra Yunanistan’da kaderin bir cilvesiyle Alman işgaline karşı koymaları ve kralcılarla savaşmaları ister istemez eski zamanları düşünmelerine ve “memleketi” hep arzulamalarına yol açıyor. Bu roman işte bu yönüyle  mübadaleden sonra Yunanistan’da devam eden “Hıristiyan Türkiye’ye” işaret etmektedir. Aynı yıllarda Türkiye’nin Hıristiyansız kalmasından doğan ideolojik gericileşme adım adım yayılmaktadır. Köy Enstitüleri kapatılır, Kore’ye savaşa gidilir ve 1951’de solcu avına çıkılır. Roman bu yönüyle sıradan hayatlar içinde sıradan görünen ama aslında zamanı değiştiren bir dönemin epopesidir. Kurtuluş Savaşı’na, çok kültürlü geçmişimize ve yitirdiğimiz derin tarihe bir ağıttır. 

 

 Romanda dikkatimi çeken bir şey var, asal karakterlerden hepsinde de kusurlar görüyorum. Örneğin Kolağası dizinden ve topuğundan ameliyatlı, Delisolağın bir parmağı yok. Ekrem Ağa topal, köylüler arasında topal olanlar var. En güzel kadın pek önemli biri değil. Kalyopi azıcık kilolu gibi görünüyor. Minas şişman ve çirkin biraz. Anlatıcı hiç kimseyi ayırt etmemiş. Bunu açıklayabilir misiniz?

 

Karakterin hep en güzel ve zeki olmasına gerek yok. Roman hayata benzemiyor o zaman. Eskiden öyle çok sakat ve hasta vardı ki ben az bile yazdım. Romanın bir hastalık geçidi gibi görünmesinden korktum. Perizad’ın saçkıranlı ve trahomlu küçüklerle ilgilendiğinden bahsetsem de üzerinde durmadım. Eşcinsel olacağı kuvvetle sezilen küçük bir çocuğa yapılan zulmü anlattım. Bu kadar büyük hikayelerin arasında bedensel engellerin de anlatılması her şeyiyle hayata çok yakıştı. Bu anlatılanları anlatmış değil de görmüş gibi yazmayı zaten çok seviyorum.

 

Roman hayat gibi midir hep?

 

Hayır, roman hayatı uydurdukça iyice roman haline gelir. Hayata benzemek, “zihinde uyananlar yönünden” benzemektir. Beş duyumuzla okumalıyız romanı. Görmezsek, işitmeliyiz, işitmezsek koklamalıyız. İçimiz cız etmeli. Roman hayatı taklit eder ama onu estetik düzeye çıkararak.






“Dönüyor Zaman”a Bakışlar

 

 

Nazmi Solak

 

Dönüyor Zaman, “Kapadokya Dörtlüsü” olarak hazırlanan yapıtların sonuncusudur. İlk üçü Zaman Yeli, Güvercine Ağıt ve Kalenderiye adıyla yayımlanmıştı. Bu kitapla birlikte artık Kapadokya coğrafyasını anlatan, onun tarih içindeki değişimine tanıklık eden bir dizi yapıt önündeyiz.

Bir söyleşisinde Gürsel Korat bir mekana ruh veren şeyin edebiyat olduğunu belirterek “Edebiyatı yapılmamış olan coğrafyaya acırım” diyordu. Yazar bu yoldan ilerliyor ve Kapadokya’nın derin tarihini gözler önüne seriyor. 

 

 

DİL MEKANI TEMSİL EDER

Gürsel Korat tarafından yazılan Kapadokya romanları coğrafya ile ilgili şu gerçeğin altını çizer: Coğrafi mekân aynı zamanda somutlaşmış, bedene bürünmüş bir dildir. Her şey gibi o da değişir, yeni biçimler edinir. Tarih içindeki dilsel dinamiği bulmak ve kayıt etmek yazarın bir görevi sayılabilir. Bunu yazarın olayı görmüş gibi anlattığı bir anlatım yoluyla, okuru inandırarak sürdürdüğü için Kapadokya Dörtlüsü özel bir önemdedir.

 

 

TARİHE BAKIŞ

Büyük toplumsal olaylardaki tarihsel tanınmış kişiliklerle işi yoktur Gürsel Korat’ın. Baba İshak İsyanını anlatır ama oradaki kör Latin askeriyle, sağır kilise ressamının hikayesini ele alır. Kalenderiye’de Kalender Çelebi isyanındaki adsız sansız bir melamet dervişini konu edinir. Bütün kitapları aşağı yukarı böyledir. O zaman yazarın bu konuda belirgin bir tutum takındığı belli: Gürsel Korat tarihsel olayları bir tarihçi titizliğiyle izlese de sıradan insanın ayrıntıda kalan özelliklerini anlatarak romanını kuruyor. Durum böyle olunca okuyucu sanki orada yaşanan bir olaya karışmış gibi oluyor. 

 

 

DÖNÜYOR ZAMAN

Bu roman 1952 yılındaki yağmurlu bir günde sellerin açığa çıkardığı bir mağarayı anarak başlar.  Mağarada bulunan şeyler, burayla ilgilenen herkesin başına bir iş getirir. İçeride bulunanları kayıt altına alan savcı ve doktor, kaymakamın güvenlikçi tutumu nedeniyle zorlanırlar. Kişileri tanırız ve önce 1921 yılına gideriz. Asker kaçaklarını kovalayan Kolağası Hakkı Bey kadınların neden dağa çıktığını anlayınca iş tersine döner, dağdaki eşkıyayla anlaşır ve kaçaklığı bitirecekken bir şey olur. Bu şey, Kapadokya’daki insanların pek çoğunun kaderini etkileyecektir. 

Dönüyor Zaman, Türkiye’nin ne büyük acılardan süzülerek kurulduğuna dair bir alt bilincin ürünüdür. Balkanlardan sürülen ve ülkemizi kuran insanlarla, Anadolu’daki kargaşada sönüp giden hayatların özetidir bu. Dahası, İngilizden yana duran, yenilikten nefret eden kötülüğün yeniliş hikayesidir.



Bu nedenle romanda daima yeni ile eskiyi temsil eden güçlerin kavgası görülür. Üstelik eskiye hayran olanlar geçmişi hiç anlamamıştır, bilime düşmandır, adaletsizdir. Yenilikçi bir dünyanın peşinde koşanlar ise geçmişe bakmadan, eskiyi düşünmeden yeniyi kuramayan ilericilerdir. Eski olanla işleri yoktur fakat yeni bir zalim düzen kuranlarla da savaş içindedirler.

 

ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI

1942’de her şey zenginlerinin lehinedir. Köy Enstitüsü’ne giden çocukların önüne set çeken çıkarcılık, boş inançlar ve sömürünün ipuçları belirginleşmiştir. 1952 yılı geldiğinde çoktan Kore savaşlarına gidilmiş, solcu avı başlamış ve ezan Türkçe olmaktan çıkarılmıştır. 

Romanda Anadolu’dan mübadeleyle giden Rumların Yunanistan’da karşılaştığı sürprizleri de görürüz. Göçmen Rumların kurduğu bir köyde (Hep Türk tohumu olarak adlandırıldıkları için) Yunan milliyetçileriyle ve kralcılarla kavgası anlatılır. Türkiye’de dağa kaçanların yine kaçak oluşu enteresandır.



 

“DÖNÜYOR ZAMAN” NEDEN ÖZGÜNDÜR? 

Dört roman boyunca bildiğimiz bütün simgeler, konular ve işaretler doğrusu bu roman çığırı boyunca tanıdığımız işaretlerle doludur. Derviş deyişlerinden Rum harfli Türkçe kitabelere, Türkçe Hıristiyan dualarından betdua tekerlemelerine varıncaya kadar çok büyük bir alandaki eski şiir bilgisi ve bunun söz varlığı inanılmazdır. 

Dönüyor Zaman bir romanda görebileceğimiz özgün finallerden birine de sahiptir:  Ölmüş karakterler dışında, yaşayan bütün kişileri finale toplanır ve “Dönüyor Zaman”ın sonu ilk romanın (Zaman Yeli’nin) ilk cümleleriyle sona erer: “Bir ses duydum, nedir o?”

Bu durum döngüsel bir zamana işaret ettiği gibi, zamanın geriye dönüp iyilik getireceğini de aklımıza düşüren bir ses gibi içimizde çınlar. 



Cumhuriyet Kitap

15 Ağustos 2024