Yeni Kitaplar

 

Everest Yayınları'na geçtiğim geçen yıl önce Uyku Ülkesi ile bir başlangıç yaptım.  Bu romanda bir anestezi uzmanı doktorun,  (işi uykularla ilgili bir uzmanın) ansızın beyin kanaması geçirmesiyle birlikte yaşadığı rüya ve kâbus döngüsünü anlattım. Bu roman yaşamımızın üçte birini kapsayan ve hatta gündüz de bazı hallerde de süren rüyaların yapısıyla insanın düşünce yapısının benzerliğine dayanır. Fiziksel yaşamda ortaya çıkan bir anormallik ruhsal yapımızda da karmaşaya yol açar; işte Uyku Ülkesi bunun romanıdır. Uyku Ülkesi, rüyanın ve çağrışımsal dilin özellikleriyle gerçekliğin bir harmanıdır. Bu kitapta oluşturduğum dil yapısını bir daha başka bir kitapta oluşturacağımı sanmıyorum, yani kitaba özel bir dilsel yapı bu: Ünik ve kendine özgü.


 2003'te yazdığım Kristal Bahçe'nin genişletilmiş bir baskısı da yapıldı bu arada: Bu kitapta bir manifesto gibi edebiyatın halini göstermeye çalışmıştım; bunu genişlettim ve 2003-2020 arasında düşündüklerimi de bu deneme kitabına ekledim ve böylece geniş bir basımı, yenileyerek ortaya çıkarmış oldum.




Daha sonra Kurmacanın Yapısı okura ulaştı. Bu inceleme kitabını öncelikle Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Bölümü'nde Senaryo Stüdyosu ve Oyun Yazma dersleri verirken düşünmeye başlamıştım. 2007-2016 yılları arasında notlarımı aldım. Bu arada film çekimleri de yapmaktaydık, yazı ve senaryo üzerinde çok düşündüm ve sonuçta edebiyat üzerinden tanımladığım bir görsel anlatımın yapısını tanımladım. Bu konuda Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'ndeki öğrencilerimin payı da büyük oldu. Orada bu kitabı yazma konusundaki isteğimi artıran çok sayıda akademik beklenti oluştu, Hacı Bayram Veli Üniversitesi'nin Gölbaşı'ndaki yerleşkesinde Güzel Sanatlar Fakültesi'nin değerli öğrencileri de bu isteği kamçıladılar. Halen çalıştığım HBV İletişim Fakültesi'nin değerli öğrencileri de bu arada özellikle anılmalı; bu kitabı dört gözle bekleyenler olduğunu biliyorum.



Öte yandan 2008'de yine derslerim için yazdığım Dil Edebiyat ve İletişim adı kitabım da gözden geçirilerek basıma çıkmak üzere. Bunu da yeri gelmişken haber vermeliyim.



Sonra deneme seven ve yolculuğu özleyenlere hazırladığım, belki de otuz yıldır yazdığım bir deneme kitabını bitirmenin doğru olduğunu düşündüm. Bu kitap fotoğraflı; üstelik pek çok mimari, şehirlerle ilgili kavramları kısa denemeler halinde ele alıyor. Pek yakında onunla da tanışmak sözkonusuydu olacak. Adı Deniz Göründü.  Bu kitap Sokakların Ölümü'nü yazdığım 1996'dan beri şehirler üzerinde düşündüğümün bir göstergesi olacak. Elbette Sokakların Ölümü de Kapadokya ile birlikte yakında raflarda olacak.

Kısacası yıllardır roman yazarı olarak kurmacaya (özellikle ve önemle)
eğildiğim doğrudur; şimdi, yeni yayıneviyle birlikte bütün yapıtlarımın basılmaya başlanacağını duyurmuş olayım.

Bu arada çalışmalarımı eşsiz bir editöryal çalışmayla okura ulaştıran Didem Ünal Demir'e içtenlikle teşekkür etmem gerekiyor; onun  içtenlik dolu bilgi birikimi olmasa  bu kitaplar okura güçlü bir biçimde ulaşamazdı. Böyle bir editörle çalışmak benim için gerçek bir şanstır, sanırım okurun da şansı olacaktır.



Göreme'ye Yol Yapmak Bilgisizliktir

 

 

Tokalı Kilise I ve II. Yol yapımından ve denetimsiz ziyaretçilerden ötürü ömrü yakında sona erecek. Bu yapı ve bezemesi eşsizdir, dünyanın en önde gelen yapılarındandır.


Gençken Kapadokya’daki tepelere her baktığımda tek başına duran bir oyuk, hatta bir kapı görürdüm. Bana öyle gelirdi ki dağın kapısı vardır.

Zamanla bunun zaten böyle olduğunu fark ettim: Dağın kapısı olmak bir yana, merdivenleri, sütunları, kubbesi, ambarı, ayazması olduğunu da fark ettim. 

Çocuk resimleri gibi:  Eve dışarıdan bakarız ama içindeki lambayı masayı ve hatta merdivenleri görürüz. Kapadokya böyle bir yer işte, dışarıdan bakınca dağların içinde yollar, geçitler ve duvar resimleri olduğunu hayal etmemiz mümkündür.

 

Kapadokya denince bir romancı olduğum halde Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya adlı kitabımla bu bölgeyi hem neolitik dönem, hem Bizans hem de Selçuklu dönemleri açısından değerlendirdim. Fotoğraflı bir kitaptır ve bölgeyi özellikle Hristiyan resimlerinin anlamları açısından değerlendirmede önem taşır.

 

Tokalı II'de Çarmıh Sahnesi. İsa'nın iki hırsızla birlikte Golgotha'da çarmıha gerilme sahnesi. Üç meryem, yüzbaşı ve askerler orada. İsa Yuvannis'e işte annen diyor, Meryem'i gösteriyor. Resmin sıvası dökülmüş, düşen parçaların altında ikonakırıcı döneme ait çizimler var.


Bu kitapta benim değerlendirmelerim ışığında Tokalı Kilise kompleksi büyük bir Roma Kilisesi, bir Ayasofya kadar önemlidir. Üstelik burası zaman içinde değişik biçimlerde oyulmuş Tokalı II ile son halini almıştır. Tokalı I denilen giriş bölümünde tavan yarım silindir gibidir. Burada resmin sağ üst köşesnden başlayarak sol alt bölümüne kadar çevrimli anlatım bulunur. Yani İncil’deki sıraya göre İsa’nın doğuşundan haça gerilmesine kadar olan olaylar halinde sırayla resimlenmiştir. Bu durum Kapadokya dahil pek çok yer için sıklıkla karşılaşılan bir durum değildir. Özeldir. İkinci bölüm daha sonra oyulmuş, sonra resimlenmiş ama sonra üstü sıvanarak bugün gördüğümüz mavi ağırlıklı başın gövdeye oranla küçük olduğu bir tarz elde edilmiştir. Buradaki resimler Makedon Rönesansı denen bir tarzdadır. Perspektifi bilen ama kullanmayan bir el tarafından çizilmiş gibidir. Perspektif  Ortodoks kilise resminde yasaktır, Katolik sanatında ise Rönesans sonrasında gelişmiştir. Bu durum, resimlerin yapıldığı 1200’lü yıllar düşünüldüğünde anlamlıdır.


Göreme Açık hava Müzesi'nde Karanlık Kilise. Anastasis Sahnesi. Bu resmin Hades'le birlikte kurulmuş olan düzeni Hıristiyan ikonolojisinde ender rastlanır: Çünkü Antik Yunan'dan Hıristiyanlığa geçen bir simge burada vardır.


Göreme Açık Hava Müzesi’nde bulunan bütün kiliseler özel bir önemdedir. Çevrimli Anlatıma sahip olmasa da Karanlık Kilise Kapadokya sanatının özeti gibidir. Buralara giriş konusunda çok özensiz davranıldığı açıktır. Hatta  yakın zamanda yapımı süren ve vadinin karşı yamaçlarını tamamen tahrip edip araba titreşimleriyle yok edecek olan çift şeritli yol yapımı Kapadokya olarak andığımız tarihsel varlığın sonu demektir. Kapadokya’nın balon ve atla özdeşleştirildiği bir yanlış çağ başlamıştır. Özellikle belirtmek ihtiyacı duyuyorum: Kapadokya güzel atlarıyla ünlü bir yer değildir, bu Perslerin zamanında bu bölgede at çiftlikleri kurmasından ötürü verdiği bir isim olmalıdır. Kapadoks zaten varolan bir isimdir ve Persler nasıl işlerine geliyorsa öyle söylemişlerdir. Balonlar bölgeye bir kitch görünümü vermişlerdir, bunların uçması güzel de konacakları zaman bağlara indikleri ve bağcıların bir üzüm çubuğu başına ceza ödediğini kimse biliyor mu? Bağcılık yasak ama balonculuk serbest. Bir acentanın en az iki yüz atv denen dört tekerlekli motosikleti var. Sahada bunlar dolaşıyor. Atla gezintiler serbest. Niye güzel atlar ülkesi burası. Komik. Burası mimari ve eşsiz doğa parçası olmak yönünden benzersiz ve bunu korumak zorundayız. Kapadokya yeniden ulusal park ilan edilmeli, içinden geçen arabalar belli bir tanıtım kartına bağlanmalı, tren tarzı taşıma araçları dışında bölgeye giriş yasaklanmalı, balonlar ve atv araçları Kayseri ve Avanos’un doğusundaki alanlara doğru itilmelidir. Kapadokya’ya giriş hem zor, hem özel olmalıdır. İspanya’da Prado Müzesi’ne, İtalya’da Sistina’ya yahut Frenze’de bazı yapılara girişte belli bir kota uygulandığı ve buraların biraz pahalı yerler olarak tutularak birçok insanın içeri girmekten caydırıldığı unutulmamalı. Kapadokya’da buna nefeslerin duvar resimlerini soldurduğu ve titreşimin kiliseleri yok etmeye başladığı gerçeğinden hareketle ulaşmalıyız. Zaten rüzgar, yağmur ve güneş bir yandan yapacağını yapmaktadır.


Resimde yeni yol çalışmasının on beş metre yakınından geçtiği Saklı Kilise görülmektedir. Bu kilisede Yahya'nın Çölde saklanması gibi ünik sahneler vardır ve dozerlerin altında ezilmektedir.

 

Bu nedenle Göreme Açık Hava Müzesi’nin üstünden, iş makinalarıyla, hangi akla hizmet edilerek çift şeritli yol geçirildiğini, kamyonculardan, inşaatçılardan ve otelcilerin bazılarından başka anlayan biri var mı? Tarihin yok edilmesi, belleğin sonu anlamına gelir. Üstelik bu bellek hoşgörüyle övündüğümüz geçmişimizin üzerine beton dökmek anlamına geliyorsa orada artık dur demek kaçınılmazdır.


NOT: Bu yazıda kullanılan fotoğraflar Gürsel Korat'ın Taş Kapıdan Taçkapıya: Kapadokya adlı yapıtından alınmıştır.

Gürsel Korat ile söyleşi: “Yazmak, belleğimizin görünen şeklidir”

Orhan Kemal Roman Ödülü, Ankara Üniversitesi Roman Ödülü ve Notre-Dame de Sion Edebiyat Ödülü sahibi, Kapadokya dörtlüsüyle tanıdığımız Gürsel Korat’ın son romanı “Uyku Ülkesi” (Şubat 2022) Everest Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Yazar, gerçek ve düşü harmanlayarak, yirmi birinci yüzyılın distopyasını ortaya koyduğu romanını ölüm ve yaşamın, aydınlık ve karanlığın, gelecek ve geçmişin bir arada durması için kaleme aldı. Doktor Sevda Kül’ün rüyalarından hareketle “Uyku Ülkesi”ndeki insanlık, uygarlık adı altında kendini tüketip bitiren, kendi özüyle uyum içindeki doğayı yok eden hasta bir varlığa dönüşmüştü. İlaç ve inşaat şirketlerinin ortaklığının yaşandığı bir zamanda tarımın sona erdiği, bitki ve ağaç adına hiçbir şeyin kalmadığı yeryüzünde adım başı hastane ve AVM vardı. Herkes rüyada gibiydi. Şüphesiz hiç kimse, uyanır uyanmaz kahverengi bir böcek olduğunu görmeyecekti, çünkü böcekleri ilaçlamışlardı. Onlar iştah açan reklamlara bakıyor, renkli gazeteleri inceliyorlardı. Gazetede gördükleri şehirle yaşadıkları şehrin aynı olduğunu fark ettiklerinde ürperdiler. Geçirdiği beyin kanaması sonucu konuşma yeteneğini yitiren Sevda Kül, yazdıklarının konuştuklarından daha derine işlediğini gördüğünde rüyalarını yazmaya karar verdi. Çünkü o, yalnızca kendi düşünü değil ormandaki kuşun, geceleyin ağaçlara düşen ay ışığının, ağaçların arasından geçen seslerin de düşünü görüyordu. Anladıkça yazdı, yazdıkça anladı. Rüyaları bir düşünme yolu olarak ele aldı. Yazmak ona iyi geliyordu. Bilinen her şey bir gün unutulmaya mahkûmdu. Çünkü yeniden dirilişin ve biz yaşayıp giderken geçmişimizi yok eden zamana, bu toplumsal kâbusa direnişin tek yolu yazmaktı! Sevgili Gürsel Korat ile son romanı “Uyku Ülkesi” hakkında söyleştik.

Esme Aras

Gürsel Korat

Hayat olağan akışında ilerler, kişi hep öyle gideceğini zannederken, bir sabah aniden değişiverir her şey. Benim başıma gelmez dediğiniz durum, tam karşınıza dikilmiş size bakıyordur. Ve anlarsınız ki hiçbir şey o andan öncesindeki gibi olmayacak, zaman bir süreliğine de olsa eskisi gibi akmayacaktır. Kontrolün insanın elinde olmadığı “zaman döngüsü, hastalık, ölüm, rüya” gibi durumlarda gerçeklik sizce nasıl işlemektedir?

Durumu kabul etmemek en önemli tepki. Duvarları yumruklayan, sinirlenen ve bir türlü düzelemeyen insanın hasta olduğunu acımadan yüzüne söyleyen biri çıkacaktır sonunda. En azından makineler duygusuzdur ve gerçek bir yolunu bulur ve önünüzde belirir. Fakat rüyalarınız gerçekle örtüşmez, o yine rüya olarak varlığını korur. Ölüm ise, garip ama yakın bir komşu olarak pek tedirgin edici değildir. Sanırım tedirginlik tüm bünyeye yayılmıştır.

Böyle durumlarda çok değerli bir şeye, yani sağlığa sahipken onu bir anda kaybettiğimizde baş karakteriniz Sevda Kül’ün yapmaya çalıştığı gibi “zorlukların inanarak üstesinden gelinebileceği” fikri mi size daha yakın gelir, yoksa hile yaparak beyni yanıltıp keyifli şeyler düşünmek mi?

Hastalıkla her insan farklı savaşabilir. Reçetesi yok. Anımsadığım en önemli şey “durumu kabullenmeli ve ölebileceğimi düşünmeliyim” deyişimdir. Bu bana yapabileceğim tek yiğitlik gibi göründü doğrusu. Düşündüm, ömrüm aklımdan geçti; idam edilen arkadaşlar gözümün önüne geldi. Mamak’taydım, 1980 yılının başıydı, onlardan biriyle görüşe birlikte çıkmıştık, son görüşüm oldu. Gencecik bir çocuktu. Zihnimdeki öbür kişi ise gri ceketi ve kısacık saçlarıyla avluda şaşkın şaşkın duran, ellerini duvara koyarak kızlar koğuşundakilerle konuşan Erdal Eren’di. Ölmemiş gibi halen zihnimde dolaşıyor. Sanırım hep ölmemiş gibi olacağız. Ne var ki kimse bizi göremeyecek. Ama neye inanırsak inanalım, laboratuvardaki sayısal veriler her şeyin üstüne çıkacak ve duruma alışılacaktır. Olsun, moral diye bir şey var, bu süreçte eşim Tuğba Çelik en büyük moral destekçim oldu. Pandemide hastalığa yakalanmak çok acayip bir şey ama bu sayede insanların insanları pek o kadar da merak etmediğini anladım. Ölüm ve yaşamı kesin olarak ayırmışız. Hastalıklar bölümünü de. Dünya yaşayabilenlerin sahnesi. Araf hastaneler oluyor, ondan biraz haberimiz var. Ölüm ise bilmediğimiz bir diyar. İnsanı ölümsüz sanan, yumurtanın fabrikadan çıktığını düşünen bir AVM kuşağıyla yan yana yaşıyoruz.

Otobiyografik sürecin ürünü olan Uyku Ülkesi’ndeki hastalık hâlini bir metafor, aslında tüm toplumun hastalanması olarak değerlendirebilir miyiz? Gerçek ve rüya arasındaki salınımlarda herkes yürüyebiliyor, oturabiliyor ama kimse konuşamıyor. Çünkü düşlerin bile sorgulandığı, devletin bir şirkete dönüştüğü distopya ülkesinde buna izin yok. Gerçekleri görmenin uzağına düştüğümüz, geleceğe bakmaktan korkar olduğumuz, toplumsal bir kâbusu yaşadığımız dönemlerin anlatıldığı kitabınızı bir rüyadan uyanışın habercisi olarak mı okumalıyız?

Böyle bir okuma çok verimli olur. Çünkü şehirler mikrop kapmış bir organa benzemeye başladı. Şehirler büyüdükçe kapitalizmin o erken şafağındaki demokrasi tutkusu da kararıyor. Büyük devrimler –özellikle Nazizmin yarattığı terör yüzünden– şizofreniye dönüştü, sosyalizm hayallerimizdekiyle uyuşmaz oldu. Biz eşitlik ve özgürlük için çalışmaya devam ettik ama bazıları işi bozdu, George Orwell’in yaşadığı umutsuzluğu unutmadım. Huxley’in, Zamyatin’in… Ütopyadan distopyaya giden çığıra buradan gidildi. Böylece ben, büyük şehirlerin tüm dünyaya büyük hastalıkları ve demokrasi düşmanlığını getirdiğini düşünmeye başladım. Dünya savaşları bunun bir provasıydı, şimdi ise otoriteryenlik ve hegemonya hücrelerimize kadar yayıldı. Kadın cinayetleri ile bir savaşın farkı yok, ırkçı savaşlarla yerel savaşların ayrımı kalmadı, din için insanlar gösteri yapılır gibi öldürüldü. Yani ekonomi politik yaşadığımız her vahşeti yeryüzünün tamamında değil bölgesel olarak deneyledi. Savaş dışı araçlar ise (hastalıklar gibi) dünyaya yayıldı. Yalnız şu gerçek olduğu gibi kaldı: Hepimiz kapitalizmin kobaylarıyız.

Toplum olarak yaşadıklarımız bir rüya bile olamayacak kadar saçma geliyor bazen. Mekânı ve zamanı kendi deneyimlerimiz üzerinden sanata dönüştürdüğümüz, dünü ve bugünü estetik bir tasarımla birbirine bağlayabildiğimizde hakikatle buluşup, onu bu yolla geleceğe taşıyabileceğimiz düşüncesine katılır mısınız? Birer kötü rüya olmasını dilediğimiz zamanlardan geçerken, Uyku Ülkesi’ni kurgulamak istemenizin bir nedeni de tarihe bugünleri not düşmek miydi?

Yaşanan olaylara bakıp da bu gördüklerimiz gerçek mi diye sormadığımızı sanmak çocukluk olur. Sanatsal metin, böyle bir durumda uyarı moduna girer ve tehlike çanlarını çalar. Çiçekle, böcekle ve aşkla uğraşan sanatın sanırım ne kadar önemli ve değerli olduğunu böylece anlamaya başladık. İnsanın yaşayabileceği en güzel şeyler bunlardır ve edebiyatı bunlarla uğraşıyor diye hor görenler gönenebilirler, çünkü dünya çok kötü bir yere gidiyor: Bundan böyle –kim bilir uzun bir süre belki de– kimse çiçek böcek şiiri yazamayacak, aşk romanı okuyamayacaktır; en azından bunlardan zevk alamaz olacaktır. Çünkü bunların hepsi de kaçınılmaz olarak politikleşmiştir. Yani aşkın doğası ile politikanın doğasının birbirine geçişler içerdiği bir yerdeyiz. Hastalıkla şehirlerin, uykularla ölümlerin benzeştiği bir yer burası. Buradan şuna varıyorum: Uyku Ülkesi kötü bir rüya görüp de uyanmayı dileyen ama bir yandan da uyanmayışın olduğunu aklından geçiren insanın tasarımı. Korkarım rüyaları andıran bu yaşadıklarımız bir gerçek.

Sanat yapıtı demişken, denetimi mümkün olmayan rüyalarda yarattığımız kişilerin, mekânların gerçekliğini sorgulamadığımız kadar, hikâye ve romanlara konu olan olayların, karakterlerin gerçek hayatta bir karşılığı olup olmadığını merak ederiz. Oysa ikisi de kurgudur… Bu noktada kurgu ve asıl hayat ekseninde, rüya ve gerçeği romana taşıma fikrini kulağınıza üfleyen başat sebep neydi?

Romanda en dikkat çeken noktalardan birinin bu olduğunu sanıyorum. Rüyalarda gördüğümüz kişilerin gerçek olmayışı bizi üzmüyor. Doğrusu buna hayret ettiğim bir rüya görmesem belki ben de böyle düşünmezdim. Sanırım gerçekte var olmasını istediğimiz bir şeyi rüyada çok içeriden görüyor ve bu yüzden düşlediğimiz şeyin olmayışına hayıflanıyoruz. Romanlarda ise yazarın kurgusal olarak ürettiği mekânların gerçeklik payını aramaktayız. Bunun nedeni ortak bir rüya metni olan kurmacanın yazarın zihninde gerçek bir alana rastlayıp rastlamadığını öğrenme arzusu olsa gerektir. Bu yüzden Kafka’nın, Joyce’un yahut Goethe’nin evini merak ediyor insanlık. Yazar da aslında bu meraka ilgisiz kalarak yanıt veriyor, “Bunların hepsi uydurma” dese bile biliyor gerçekte bazı olayların gerçeklere denk geldiğini. En azından Yaşar Kemal’in Çukurovası, Balzac’ın Paris’i, okur tarafından yazarın dilinde duran kaçınılmaz gerçeklikler olarak görünüyor. Oysa yazar özellikle coğrafya söz konusu olduğunda okurla gizli bir sözleşme yapmış gibi yazdığı şeyin neye tekabül edeceğini daima söyler. Yani yazar zaman sorununu okurdan bağımsız olarak yapıtını inşa eder, mekân sorununu ise okura doğrudan gösterir.

Kitaptaki karakterler birbirinin yerine geçiyor, cinsiyet değiştiriyor, başkalarının rüyalarını etkileyebiliyor… Bunu eşsiz yetenekleriyle yapabilenler de kadın; erkekler röntgenci, tacizci, bozguncu rolleriyle, tüm eril dil ve davranışlarıyla karşımızdalar yine. Neyse ki “iyilik saçan ötüş”leriyle kuşlar var ve insanın içini iyimserlikle dolduran ağaçlar, ormanlar yani doğa tüm canlılığıyla okura eşlik ediyor. Bunca kadın düşmanlığı ve çevre katliamı karşısında direnenlere, kaleminizin ucunu sivrilterek destek verdiğinizi söylemek yanlış olmaz sanırım, ne dersiniz?

Aslında edebiyat dünyanın yaşadığı tekdüzeliğe ve hastalığa isyan ederek karmaşıklaşmaya başladı. Bu yüzden sanatın siyaset dışında yürüyebileceği alan daraldı. Şüphesiz sanatın siyaset için yapılmasına daima itiraz ederim ama siyasetin sanatın konusu olabilmesini zaten oldum olası hiç yadırgamadım. Sanat her şeyi konu edinebilir, siyaset, din, ideoloji, bilim ve hatta felsefe. Fakat asla bunların yerine geçmez. Asla bunların bildirisini sunmaz. Sanatçının sanat dışı alanları gözetmesi gereken bir dönemden geçtiğimiz ise kaçınılmaz olarak doğru. Eşcinsel, kadın yahut erkek olduğu için dışlaştırılan insanları birey olarak görmek, onların yerine düşünmek (empati kurmak) ve insanlığın yaşadığı tüm sorunlara parmak basmaya çalışmak gerekir. Gerçeğin “süzülmüş ve güzelleştirilmiş” oyunu olan sanat için bu çok önemli bir şey.

Dünya eşsiz ama bir o kadar sınırlı bir yer; hacmiyle, kapasitesiyle, üzerinde barındıracağı nüfusu ve kaynaklarıyla… Kitabınızı okurken, yıllar önce röportaj yaptığım Pınar Kür’ün, “İstanbul’a New York’tan daha çok gökdelen diktiler,” sözünü anımsadım. Son yirmi yılda Ankara’nın silueti değişir, hafıza mekânları yok edilir, tıpkı rüyaların aynılaşması gibi büyük kentler ve binalar birörnekleşirken insanca yaşama düşünü rüyalarda mı görürüz ancak?

Daha tehlikeli bir şeyi öngörüyorum ben: İnsan nasıl yaşıyorsa öyle düş görür. Bir örnek yaşıyorsa düşü de öyle olur. “Şu güzelim dünyayı mahvetmeyelim ki onun düşünü de görebilelim” diyorum açıkçası.

Romanda rüya ve yazma ilişkisi, Sevda Kül’ün uykuda gördüklerini psikiyatri uzmanı olan arkadaşı Nihal’e aktarmasıyla ilerliyor. Yazarak anlatmakla, anlamak ve anlaşılmak arasında bir bağ var. Görsellik çağında yazının unutuluşu, yok olacağı endişesini taşırken yeniden dirilişin tek yolu yine onda mı? Varlığımız ancak, birilerinin okuyacağını umarak yazmaya mı bağlıdır?

Yazmak kadar insanlaşmış eylem pek azdır. Tepkimeli motorlar yapmak, kardeşliği, özgürlüğü ve eşitliği savunmak ve hatta uçmaktan bile önde gelir bu. Çünkü yazmak belleğimizin görünen şeklidir. Yazdığımız ölçüde insanız. Yazdıklarımızı miras olarak bırakır ve türün daha etkin bir biçimde kalıcı olmasını sağlarız. Fakat yaptığımızın kötülüğe dönüşmeye başlaması da mümkün. Dünyayı mahveden teknoloji de yazılarak var olur. Bu yüzden yazının insanlığın zararına egemenlik üretmesini değil, yararına dönüştürmesini savunuyorum. Avucuna veda mektubu yazarak ölen maden işçisi, gökdelenlerin mimari çizimini yapan kişiden daha bilgili olmayabilir ama öncelikle savunulması gereken bir kişidir benim için.

Uyku Ülkesi’ni okumayı bitirdiğimizde unutuş ırmağı Lethe’nin suyunda yıkanmış, ondan içmiş kadar olduğumuzu düşündüm. Okurlarınız olarak, Sevda Kül karakterinin gördüğü periyodik kâbuslardan kurtulup içimizde başka bir bakış odağını etkinleştirerek, yeni bir başlangıç yapabilir miyiz artık? Yarınla gelen, yarının getireceği o yeni günü sadece rüyalarda görmemek için bir distopyanın “umut” içermesi biraz da bu yüzden mi?

Pandora’nın kutusunu açtım, bildiklerini söyleyemeyen Kassandra’nın ötesine geçip bilmediklerimi bile söyledim ama eski Yunanlılardan daha öteye gidemedim: Umut’tan başka bir şeyi bildiğim yok. Ne var ki şu da aklımda: Umuda bütünüyle ona bel bağlayarak yozlaşmaktan kaçınmak gerek.

Son soru; insanın kendini bir sanat yapıtı gibi baştan ve başka biri olarak kurması, bunu başarabilmesi ne kadar zor ya da mümkün? Beklenmedik sevinçler, bize mutluluk veren anlar böyle zamanlarda mı çıkagelir?

Sanat yapıtının beklenmedik sevinçler yaratacağını umarız ama onlar beklenmeyen acıların ürünü olabilirler. Sonuçta sanat yapıtı sevinç yaratıyorsa ne mutlu; sonu ölüme varsa bile başarılmış bir hayata işaret eder. Gerçekliğin yoğun bir modeli olarak sanat yapıtı aslında iyi düşünülürse zaten bir rüyadır ve herkes rüyalardan farklı etkilenir. Dolayısıyla sanat yapıtının en çok mutluluk verdiği kişiler tam olarak gösterilemez. Sanatçının tasarladığı bu kurmaca gerçeklik başkalarının zihninde değişik hallere girer, sonraki dönemlerde iyiden iyiye başka bir şey olur ve gelecekte ise kim bilir neye dönüşür. Bunun için kaygı duyacak değilim, oturup bahçemi yeşertmeye çalışmak bana daha iyi geliyor.

Parşömen, 29 Nisan 2022

Bu Yaşananlar Ancak Rüyada Olur


SİBEL ORAL


Ödüllü yazar Gürsel Korat yeni romanı Uyku Ülkesi’nde gerçek ile düşü harmanlayarak 21’inci yüzyılın distopyasını ortaya koyuyor.

Paris. Balzac'ın Evi'nde. Balzac'ın karakterlerinden Juana Marana (de Mancini) 2014 Temmuz. G.Korat


Sekiz romanın yanı sıra öykü, deneme, inceleme, oyun ve çocuk kitaplarıyla da geniş bir külliyata sahip Gürsel Korat. Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü, Ankara Üniversitesi Roman Ödülü ile Orhan Kemal Roman Ödülü’nün de sahiplerinden biri olan Korat’ın, 2016’da yayımladığı ödüllü Unutkan Ayna romanından sonra girdiği sessizlik süreci nihayetinde Uyku Ülkesi’nin (Everest Yayınları) yayımlanmasıyla son buldu.

 

Uyku Ülkesi’ne nasıl başladınız, hangi süreçlerden geçtiniz, nelerden nasıl etkilendiniz yani romanı yazarken sizin eşlikçileriniz nelerdi?

 

Temel eşlikçilerim: Zeytinlikleri söküp maden ocağına çevirenler, orman yangınları, insafsız ağaç kesimleri, nükleer santraller, maden faciaları oldu. Tarımdan uzaklaşıp yavaş yavaş apartman ülkesi haline gelmemiz de önemli bir etken sayılmalı. İstanbul Sözleşmesi bu romana ayrı bir güç verdi: Kadınlar için daha da zor bir evrede olduğumuzu bilerek kalemimi yonttuğumu söylemeliyim. Üstüne üstlük bu pandemi döneminde hastalanmam da başka bir etkendi, rüyalarımla gerçeklerim karıştı. Kısacası apartmanların ve şehirlerin yarattığı yıkımı yaşayan ve rüyalarla gerçeği karıştıran bir kadını bu koşullarda ortaya çıkardım ve anlattım.

 

Anlatıcınız Doktor Sevda Kül, bir anestezi uzmanı. Anestezi rüyayla gerçek arasında değişik bir boyut. Anlatıcınızın bir tıp uzmanı olmasının anestezi uzmanı olmasının rüya haliyle size göre nasıl bir ilişkisi var?

 

Anestezi uyutmayla ilgili olduğundan doktorun mesleğini bilinçli olarak seçtim. Üstelik doktor meğerki rüyasında Hipnosia (Uyku Ülkesi) adlı bir ödül almış. Uyku Ülkesinde rüyaların uykudan önce başladığı, rüyaların çağrışımlardan öteye geçip inşaatlar yüzünden tek tipleştiği gibi tartışmalar bile var.

 

Sizin rüyalarınızla ilişkiniz nasıl, anlatıcıda olduğu gibi sizin de bir rüya defteriniz oldu mu romanı yazarken?

 

Benim her zaman rüyalara özel bir ilgim oldu. Rüyalarımı yazdım, bunların dinamiği üzerinde düşündüm: Fakat hiçbir zaman rüyalara hayran olmadım. Benim için rüya bilinçsiz (istemsiz) düşünmedir. Çağrışımsaldır, bunlara bir keramet atfetmenin gereği yoktur. Rüya bilimsel olduğu kadar (hatta daha çok) edebi açıdan düşünmenin konusudur. Sanat yapıtlarını gündüz rüyası kabul ettiğim gibi, rüyaları da istemsiz sanat yapıtları olarak ele alabilirim. Benim rüyalarla ilişkim böyledir.

 

Romanda “Yazmak anlamaya iyi geliyor” cümlesinden yola çıkarak sormak istiyorum, size iyi geldi mi? 

 

Anlamanın iyi yoludur yazmak. Başka bir dili öğrenirken, hitabeti geliştirirken, düşünceleri düzene koyarken yazmak çok önemlidir. Bütün bunları düşünceyi sıraya koymak için yapmalı, yazmayı fetişleştirmek için değil. 

 

Herkesin “yazar” olduğu bu çağda “yazmak anlamaya” sahiden iyi geliyor mu ya da o noktaya geliniyor mu, oradan bakılıyor mu ya da niyet gerçekten bu mu sizce? 

 

Başka düşünceleri yazıp onlarla çarpışmaktan, üretici bir yazmadan bahsediyorum ben; hep kendini yazmak ve “ne olursa olsun yazmak” bir bencilliğe işaret olabilir. 

 

Satır aralarında günümüz Türkiyesinin gündem olan- olmayan, toplumsal ve siyasi sorunlarıyla da karşılaşıyoruz, bir bakıma ince ince işlenen eleştiri de var.

 

Tüm distopyalar gibi. Bu çağda kim bir kâbus görmediğimizi düşünebilir? Yine de romanda tam bir distopyadan yana olmadım, umudu ekledim karanlık düşüncelerin arasına. Erilliği ve kabalığı eleştirdim, kadınları ve nezaketi öne çıkardım.

Evet erkek karakterler var elbette ama kadınlar daha fazla romanda. Kadınların yüksekten atılma süsü verilen cinayetlere kurban gitmesi, suçüstü yakalanan ama kadını suçlu çıkaranlar, kadın olarak yaşamanın getirdiği güçlükler aklında kalıyor Sevda Kül’ün ve rüyaları gerçeklikle bağını hiç koparmıyor. Bir erkek yazar olarak tüm bunları yazmanın sizin için anlamı nedir?

Beuavoir’ı on yedi, Engels’i on sekiz yaşımda okudum. Ailede, sokakta, gelenekte cinsiyet kalıplarıyla hep savaştım ve erkeklerin kadınlar karşısında oynadığı rolün, efendinin köle karşısında oynadığı rolle aynı olduğu görüşüne içtenlikle onay verdim. Kadın erkek ilişkilerinde şiddetin egemenliği çok bilinen bir şey. Eril saldırganlık bir eylem olarak değil, kavram olarak da erkeğin fikrinden silinmedikçe, cinsiyetler arası eşitlik bir hayal olur. Bu nedenle yüksekten atılan, öldürülen, tecavüz edilen kadınlar hepimizin sorunudur.

“Yaşadığım şeyler toplumca yaşadıklarımıza benziyor: Çevremizde öylesine işler döndürülüyor ki, parça parça bazı şeyleri anlıyoruz ama bütünü kavramamıza engel olan temel bir mantık yasası var: O da anlamak yasaktır sözüyle açıklanıyor (…) Bir toplumda rüyada görülenlerle yaşananlar arasında bir fark yoksa oranın adı Uyku Ülkesi’dir” diyor anlatıcımız. Bu alıntıya dair söyleyecekleriniz de bu röportajın finali olsun. 

Hangimiz bugünlerde “Böyle bir şey olabilir mi?” diye sormadık? Kim “Bu yaşananlar ancak rüyada olur” demedi? Uyku Ülkesi’ni yazarken zeytinlikleri yok edip maden ocağı yapanları, ağaçları söküp baraj inşa edenleri, tarlalara apartman dikenleri, olmadık yerlerde havaalanı açanları çok düşündüm. Anladığım şu ki, apartman, inşaat, köprü ve yol için çok elverişli bir iktisat düzenimiz var. Bu gibi işler için hemen kredi bulunuyor ve dünya kısa sürede büyük kârlar için mahvediliyor. Adım başı cami yapmak bile inşaat ihalesiyle, para kazanmayla ilgili; din sömürüsü bu işi kolaylaştırıyor. Çünkü inşaatın yapılması kolay, uzay teknolojisi istemiyor ve çok kârlı. Ben buna “New York’un dünyaya ihracı” diyorum. Yıllardır Osmanlı mimarisi ile övünenler, “şehir” sözünü dilinden düşürmeyenler işte böyle batağa saplandı: Para için o görkemli tarihimizi mahvettiler. 1996’da Sokakların Ölümü’nü yazarken bu tehlikeyi işaret etmiştim. Kısa sürede haklı çıkmanın acısı içindeyim. O yüzden söylemem gerek: Yetsin bu betonun, paranın ve hastalığın egemenliği. 


Oksijen, 11 Mart 2022