İnşaat Rejimi Enkaz Altında

 

Sinasos'ta Ayios Vasileos Kilisesi'nin ve "koruma altındaki" çevrenin 2022'deki durumu


Röportaj:

Kerim Can Kara & Ulaş Bager Aldemir

 

 

GÜRSEL KORAT


 

1.    Funda Şenol Cantek’in 2006 yılında editörlüğünü yaptığı Sanki Viran Ankara’da yayımlanan ve bu söyleşinin adına da ilham veren, “Bir Toplu Konut: Ankara” başlıklı yazınızda şöyle demiştiniz: “Ankara, her ne kadar birlik, hilal, sancak gibi sözlerle askerî düzeni kutsasa da, şehirlilik bilinci ve ahlâkından yoksun olanların yarattığı bir rant cehennemidir. Burası tüm şehirlerimiz gibi inşaat partisi tarafından yönetilir ve programında öncelikle din, millet, bayrak gibi sloganlar yer alır. Bu sloganlar her türlü yolsuzluk iddiasının panzehiridir; bütün eleştiriler vatan hainliği suçlamasıyla kolayca püskürtülür.” İnşaat Partisi derken tam olarak nasıl bir örgütlenmeyi kast ediyorsunuz? Ayrıca İnşaat Partisi olarak adlandırdığınız örgütlenme, dünden bugüne nasıl bir dönüşüm geçirdi, 6 Şubat depremleriyle nasıl bir ilişki içinde ve AKP bu süreçte neyi temsil ediyor?

 

Antik Yunan çağında savaşlardan sonra ölüleri toplar, hepsini saygıyla dizer ve bir toplu mezara gömerlerdi. Tanrılara yakarılarla biten bu törenin sonunda bir tümülüs oluşur ve herkes oranın önem verilen, saygıdeğer ölülere ait olduğunu bilirdi. Şimdi ise evler bir depremde höyüğe dönüşüyor, insanlar diri diri toplu mezarlara gömülüyor, saygısızca hakaretlere uğruyor.

Depremden sonra çöken apartmanları, enkazı, kurtarılamayan ölüleri, hiçbir saygı gösterilmeden ölüme terk edilenleri, yardım ulaşmayanları, çaresizliği söylemeyi bile yasaklayanları, yardım kuruluşlarını şirket haline getirenleri, daha depremin üçüncü gününde yurttaşlara acilen konutlar yapılacağını söyleyip yine İnşaat Partisi’ni harekete geçirenleri unutamayız. Böyle bir şey ölüm üzerinden ticareti akla getirir.

İnşaat Partisi kanımca tek bir siyasal parti değildir; her partide “uyuyan hücreleri” bulunan, iktidar değişse bile hep rant elde edebilen özel bir türdür ve dünya mimari literatürüne “canlı canlı insan gömülen tümülüsleri yapanlar” olarak girmiştir. Bilim ışığında yürütülen mimari çalışmaları terörizm etkinliği sayar ve işten el çektirir. Böyle bir şey, incelemeye bile değmez, utanç vericidir. Her kim ki böyle bir davranıştan yanadır, halkın yaşama hakkına karşı koymuş demektir.

 

 

2.    İnşaat Partisi, kuşkusuz ki “emek yoğun” yapılaşmaları önceleyen İnşaat Kapitalizmi’nin bir parçası. Peki İnşaat Rejimi küresel kapitalizm ve emperyalizm bağlamında nasıl bir anlama sahip? Öte yandan İnşaat Kapitalizmi, Marksist açıdan düşünecek olursak; üretici güçleri geliştiren bir üretim ilişkisi mi, yoksa kapitalizmin çürüme aşamasına tekabül eden gerici bir örgütlenme mi? 

 

Bu “partinin” ajandasını, kimlerden kredi alıp yatırım yaptığını bilmiyorum. Zaten bizim gibi insanlar bu kişilerin parayla kurdukları ilişkiyi tahmin bile edemez. Doğrusu ben aylık gelirimdeki ufak artışları mutlulukla hayatıma ekleyen yalın ama sevgi dolu bir yaşam sürdürüyorum. Oysa paraya para demeyen bu insanların mutsuzluğu yarattıkları yıkımdan anlaşılıyor. Sorduğun şeye bu nedenle dosyalar ve dekontlarla cevap veremediğim için üzgünüm.

Küresel kapitalizm 1930’a gelindiğinde kendine özgü bir tek şehir bilirdi, bu da New York’tu. Büyük gökdelenleri, dar sokaklarıyla bir şehir değildi de onun anıtı gibi bir şeydi. Sevilesi değildi, özel koşulların ürünüydü, benim sözlerimle “uygarlığa bir tahammül biçimi olan apartman” fetişi üzerine kuruluydu. 

Dünya kredi sistemi 1974 krizinden sonra özellikle elinde petrol ve hammadde bulunan ülkeleri hizaya sokmak için inşaat kredileri vermeye odaklandı. Özellikle Arap ve Uzakdoğu sermayesi “oltaya gelerek” inşaat fetişiyle kalkınmacılığı aynı zanneden bir ideolojik sersemliğin tuzağına düştü. Böyle bir şey teknoloji-yoğun bir yatırım düzeninden çok, emek-yoğun bir yatırımı gerektiriyordu ve istihdama destek oluyordu. Üstelik kâr oranı öyle yüksekti ki elinde para olup da bu alana girmemek enayilik gibi bir şeydi. Dahası, inşaatları yapmak için karmaşık teknoloji zinciri de gerekmiyordu, bu nedenle her taraf betonla dolmaya başlayabilirdi. Bunu özellikle Arap ülkelerinin inşaata düşkünlüğünden anlayabiliyoruz. Bu ahlâksızlar, Mekke’yi betonlaştırdı, daha ne denebilir ki? Bir de İslam’ın ilk örneklerine göre yaşamayı savunan Vahhabilik ideolojisini pohpohlayıp soru sormayı, akıl yürütmeyi durdurdular. Betonlar peygamberin sünneti miydi de bunu insanlara reva gördüler, bilinmez. Bu arada petrol üretmeyen, tarım alanlarından başka hazinesi olmayan Türkiye de aynı kumpasa neden kurban gitti, bunu anlamak zor. Herhalde pırasa, armut, incir, zeytin ve portakal gibi şeyler üretmek, gelişmeyi endüstriyel kirlilik yaratmak sananların ağırına gitmiştir. Buralarda maden açmak, tarım alanlarını köstebek gibi delip yüksek teknolojiye hammadde sağlamak gelişmişlik sanılmıştır. Böylece en az yedi yüz yıllık sofistike mimarlık tarihimiz şu çağda fütühatçılığı bir şey zanneden ergen kibrinin kurbanıdır. “Şehir, şehir!” diye bağıran sağcı mimarlık terennümlerine bu saatten sonra zerrece hürmet edilemez. Bakın artık New York dünyaya ihraç edilmiş durumda. Singapur, Malezya, Doha, Kuveyt, Wuhan, Pekin, Abu Dabi, Hong Kong gibi yerler New York’u belki de geçtiler. İlginç bir biçimde İstanbul da ve ülkemiz de bundan payını aldı. Para kazanmak isteyen herkes bulunduğu yeri betonlaştırmaya başladı. Apartman yetmedi, alışveriş merkezleri koca siteler halinde yapıldı, elektrik yüzünden ve doğal hayatın dışına çıkmaktan ötürü insanlar bilmediği hastalıklara tutuldu. Son pandemi bunun açık bir örneğidir. Göller kurudu, teknoloji tutkunluğu yüzünden yüzölçümü Türkiye kadar olan Aral Gölü Orta Asya’dan silindi, Urmiye ve Van Gölleri tehdit altında. Son romanım Uyku Ülkesi’nde şehirlerin her türlü beton fantezisinin deneme alanı olduğunu ne yazık ki hiç eğlenemeden yazdım. Şehirler insanca bir barınak olmaktan çıkıp insanın kaçmak için can attığı üretim birimleri haline geldi. Üretim öyle bir fetiş oldu ki Pekin’de hava kirliliği azalınca üretim düşüyor ve yönetim hava kirliliğinin artışına aldırmadan üretim yapmayı sürdürüyor. Zaten fabrikadan ayrılmadan çalışan köle-işçileri Çinlilerden öğrenmiştik; dolayısıyla İnşaat Kapitalizmi insanlıkdışı konut yığınlarından oluşan Çin şehirlerinin adeta alameti farikası oldu. Böylece şehirlerden ayrılmanın yasaklandığı bir dünyaya doğru ilerliyoruz: Dünya kırsal alanlarını ve tarımı kaybetmek üzeredir. Bu, insanlığın felaketidir, Çin kaynaklı “köleci kapitalizm”in ürünüdür. Önümüzdeki yıllarda kapitalizmin bu çeşidini daha çok işiteceğiz. Şüphesiz ki, insanlık var olmak istiyorsa bu keneden kurtulmak zorundadır.

İnşaat Rejimi tüm dünyayı yok etmek pahasına tarım alanlarını kemiriyor. İnsanlık yararına olmayan, yalnızca üretimi hedefleyip üretim kirliliğini aklına getirmeyen bir çılgınlık kurumsallaştı. Dolayısıyla inşaat kapitalizmi kendi kendini çürüten bir üretim düzeninden ibaret: Hayatın doğrudan gösterdikleriyle bile rahatlıkla söylenebilir ki, inşaat rejimi yarattığı şehirlerde yaşayamıyor. Beton pompalayan bu düzen tarım alanlarını yok ettikçe, distopya görünür oldu. Ya kurtulacağız ya da geri dönülmez adımlarla bu batağa saplanacağız.. 

 

3.    Mimari, egemenler için kuşkusuz ki ideolojik bir terkip. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında da geçerliydi. Peki sizce bu 100 yıllık süreçte mimarinin ve kentlerin ideolojik terkibi nasıl bir seyir izledi?

 

Ülkemizde 1950’lerden beri hızlı ve bilinçli bir eskiyi yok etme programı uygulanıyor. Bu amaçla şehrin belleğini tarümar eden bir mantıkla yollar açılmış ve hızla bütün anıları silen bir yeni inşaat düzeni ortaya konulmuştur. Yetmiş beş yılda gelinen nokta şudur: Bu ülkede yüzyıllarca Hıristiyanlarla beraber yaşanmamış ve sanki böyle bir şey yalandan ibaretmiş gibi bütün mimari gelenek çöpe atıldı ve her yerinden inşaat filizleri fışkıran, ahlaksız rant düzeni bunun yerine kondu.

Herkes artık açıkça görmeli, İslam’a ait olmayan tarihsel yapılar öncelikle yok etme stratejisinin bir parçası olarak ideolojik gerekçelerle yıkıldı; sonra İslam mimarisi de dahil her şey “yatırım” ve “getiri” sözcüklerinin büyülü etkisiyle yok edildi. Sonuç olarak bu ülkedeki binalar, pencereleri ve dış yüzeyiyle aynı, yapısıyla çürük ve mantığıyla doğa düşmanı bir düzenin asıl göstergesi oldu. Şehirler tarım alanlarına yerleşti, en başlıca rant kaynağı konut oldu ve bu sayede Edirne’den Hakkari’ye kadar uzanan şu coğrafyada kendine özgü bir karakteri olmayan, bir örnek, zevksiz konut düzeni hayatımıza yerleşti.

1996 yılında daha bu işler hiç konuşulmazken Sokakların Ölümü adlı inceleme kitabını yazmıştım: Orada sözünü ettiğim şeyler maalesef bir bir ortaya çıkıyor, ama ne yazık ki benim gibiler yalnızca söz söylemiş olmakla kalıyorlar. Vicdan sahibi insanların duruma el koyması gerekir, çünkü hepimiz bu ülkede yaşıyoruz ve hepimizin şu ya da bu nedenle yıkıma aday olan binalarda yaşayan bir yakınımız var. Artık kamu vicdanı harekete geçmelidir, konutlar bireysel insiyatiflere bırakılamayacak nitelikteki toplumsal varlıklardır. Bu nedenle gelin her bölgenin mimari özelliklerine uygun bir yapılaşmanın başladığı bir dünya hayal edelim. Verili mimari çehreyi reddedelim. Tüm şehirlerimizde yerel geçmişi sentezleyen, ayırıcı mimari yapılar bulunmalıdır. Her şehrimizi bu özellikleriyle parmakla göstermeliyiz. 

Ülkemizde İtalya ve Yunanistan’dan bile daha fazla bir tarihi derinlik var; özellikle İtalya’daki çevre bilinci ve şehir korumacılığının zerresi bu topraklarda yok.  

 

 

4.    Daha önce Sivas Yangını dolayısıyla Gecekonduların Öcü’nü yazmıştınız. Gecekondu meselesini kuşkusuz ki 12 Eylül’le ilişkisi bağlamında da düşünmek gerekir. Bir dönem devrimcilerin örgütlenme alanları olan gecekondu mahalleleri, 12 Eylül’den sonra büyük ölçüde Ülkücü ve İslamcı çetelerin eline geçti. Siz bu siyasal eksen kaymasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 6 Şubat depremlerinde enkaz altında kalan İnşaat Rejimi, tam da bu siyasal eksen kaymasından beslenerek gelişmedi mi?

 

Gençliğimde gecekondu yapmak isteyen halka amelelik yaparak onları konut sahibi haline getiren bizi, devrimcileri anımsıyorum. Bu davranışımızı basit bir halk dalkavukluğuna çeviren şey, gecekonduların yasallık kazanması ve buralara otuz kırk katlı blokların yapılması olmuştur. Dün devrimcilerden briket, çatı, elektrik için yardım alan kent yoksulları, birdenbire kent rantiyeri haline geldiler. Gecekondululara yardım ederken mütevazı bir evde yaşayan ve toplumsal adalet için kavga eden bizler yine aynı evlerde yaşamaya devam ettik. Belki de bu yüzden bugünün rantiyerleri bizi hayalci ve ahmak buldular. Şüphesiz ki öyle olduğu anlaşılıyor; hayallerimizi onlar için kurmuş olduk ve gecekondulara taşıdığımız her briket inşaat rejiminin ekmeğine yağ sürdü: Buralarda “kentsel dönüşüm” adı altında rant dönüşümü sağlandı ama acısı yine halktan çıktı. Öyle bir rant düzeni ki bu, yalnızca halkı savunanlar ve halk bedel ödüyor, ne yazık ki hapishane ya da tabut yapanlara bir şey olmuyor. 

1993 Sivas Yangını’ndan sonra gecekondulara sahip çıkanlar Türkiye’yi islam sosu bulaştırılmış bir lümpenlikle bugüne kadar idare edebildiler. Şüphesiz gecekondular kendilerine taş taşıyan solculardan intikam aldı, kendine mezar hazırlayanlara ise oy verdi. Bugün işte sadece yirmi yılla açıklanması yetersiz olan, yetmiş yıllık bir rant düzeninin öcü hepimizden çıkıyor. Olan yine halka oldu. Bakın, İnşaat Partisi’nin bütün elemanları ellerini oğuşturarak olanı biteni bir kenardan izliyorlar çünkü kendilerine en az iki milyon konutluk alan açıldı. İşte buna artık dur demeliyiz. Para için her şeyi yok eden bu vicdansızlığın sonunu şimdi getirmeliyiz. Bu kadar zulüm yeter.

  

Ayrıntı Dergi Sayı 43 

Nisan 2023

Kapadokya’yı Bir Estetik Varlık Olarak Görüyorum




Jale Nihal İncedere

 

“Kapadokya’nın Yazarı” Gürsel Korat’ın 2022 yılında üç yeni kitabı yayımlandı: Uyku Ülkesi, Kurmacanın Yapısı ve Deniz Göründü.   

Daha önceki yıllarda yayımlanan iki kitap ise genişletilmiş yeni basım olarak yenilendi: Kristal Bahçe ile Dil, Edebiyat ve İletişim.  Ayrıca Kapadokya Dörtlüsü’nün başlangıç romanı Zaman Yeli de 2022 sonunda basıldı. Kitaplar bir dizinin parçası olacak biçimde belli bir kapak tasarımı ile hazırlanıyor. Bu gelişmeler doğrultusunda yazarımızla bir görüşme yaptık.

 

J. N. İncedere: Öncelikle bu kapak tasarımlarıyla ilgili olarak sorayım, nedir temel mantık?

 

Gürsel Korat: Kurmaca kitaplar konuyla ilgili kapak tasarımı yapılarak hazırlanıyor. Kapaklarda içeriğe uygun bir çizim var. Kurmaca dışı olanlar ise fotoğraflı ve iki renkli olarak tasarlandı. 

 

Tüm kitaplarınız Everest Yayınları’nda mı yayımlanacak?

 

Çocuk kitapları YKY’de kalıyor. Bunun dışında yetişkin kitapları (kurmaca olsun olmasın) hepsi Everest’e geçiyor. En azından dağınık halde duran yayınlarımın bir araya getirilmesinde ilk adım bu.

 

Uyku Ülkesi Kapadokya ekseninde gelişen romanlarınızdan olmadığı gibi, ütopik ve güncel. Bu farkın nedeni nedir?

 

Elbette bu, içinde Kapadokya’dan söz edilmeyen ilk roman değil. Ay Şarkısı, Rüya Körü ve hatta Yine Doğdu Tanyıldızı Kapadokya ekseninde ele alınamazlar.  Uyku Ülkesi şu yönüyle farklı: Rüyalar kurgu dışıdır ve serbest çağrışıma dayanır ya, burada öyle değil: Rüya kurguyu kovalıyor. Günümüzle çelişkisi olan bir aklın ürünü. Şehirleri bir virüse, çağımızın inşaat tutkusunu hastalığa benzeten ve zaten hastalandığı için sürekli rüya ile gerçek arasında gezinen bir kadının hikayesi bu. 

 

Çağımızdaki gelişmelerin rüya ile gerçeğin arasındaki çizgiyi kaldırdığı yönündeki saptama üzerinde durmak gerekir. Özellikle bu konuda, neler söyleyebilirsiniz?

 

Böyle bir değerlendirme yalnız benim değil hepimizin ortak yargısıdır; çevremizde “Bütün bu olanların rüya olmadığını söyleyebilir misiniz?” demeyen bir insan bile rastlayamayız.  Hem politik hem imgesel bakımdan durum böyle. Bu nedenle Uyku Ülkesi bizi “Boğaz’da suların yükseldiği zaman”la hesaplaştırır, Ayasoyfa’ya kadar yükselen, Yeni Cami’yi sular altında bırakan bir hayalle (olası bir tehlikeyle aynı zamanda) yüz yüze geliriz. Bu rüyada vitrinleri ışıl ışıl kapalıçarşıda balıkların yüzmesi, bizi bekleyen tehlikeyi de işaret eder. Uyku Ülkesi, rüya yoluyla şu inşaat düzenine bir itirazdır.

 

Kurmacanın Yapısı yeni bir kitap. Burada okur entelektüel bir kapsamla karşılaşıyor. Aristo’dan beri yazma üzerine düşünmenin tarihi üzerine çok tartışılması gereken tezler öne sürdüğünüzü görüyorum. Özellikle kurmacanın tarihsel gelişimini üç evreye bağlamanız ve bunu kanıtlar göstererek desteklemeniz önemli. Ne dersiniz?

 

İnsanın anlatıcı olarak başladığı yolculuğu, yazıcı olarak sürdürmesi hep dikkatimi çekti. Hem anlatıcı hem de yazıcı olduğumuz yeni bir çağa yedi yüz yıl önce girdik ama olayı değil de bireyi fark ederek iki yüz yıldır yazıyoruz. İşte bunun tarihi üzerinde söylenecek çok temel kuramsal sözleri bulup çıkarmam gerekiyordu. Uzun bir öğreticilik dönemimin, öğrencilerimin ve derslerimin bir ürünüdür bunlar. Biliyorsunuz, anlatıcılar iyi öğrenir; bu konuyu “anlatının üç çağı” ekseninde görmek benim için de bir hayli eğitici oldu.

 

Öbür yeni kitabınız Deniz Göründü’yü doğrusu şaşırarak okudum. Bir kere alışılmamış bir üslubu var. Flaneur üzerine ettiğiniz sözler nedeniyle doğrusu kitaba tutuldum. Flaneur olmadığınızı, çünkü bu çağda insanların kalabalıklardan demlenen bilgi peşinde dolaşmadığını söylediğiniz bir yer var. Bu çağda insanın kentlerden bir şey öğrenmeyeceğini söylüyorsunuz fakat kentleri yazmışsınız. Bu çelişik değil mi?

 

Sanat çelişkinin farkına varıp yüzleşmektir. Unutmayalım, artık

flaneur değiliz diyorum ama yine de kentlerde dolaşmayı sürdürüyoruz. Kalabalıkların bilgisine değil, içimize döndüğümüz artık bir gerçek. İnsan yığınlarında saklı duran bir bilginin değil, mimarinin bize ayna tutan yönleriyle ilgiliyiz. 

Bu kitap oturayım da yazayım denecek bir şey değil, belki de kitaplarım içinde en yavaş yazılanıdır; çünkü 1993’ten beri neredeyse otuz yıldır kentler üzerine tuttuğum notların bir ürünü bu. Sokakların Ölümü’nü 1997’de yayımlamıştım, onun kardeşi olarak Deniz Göründü’yü, yirmi beş yıl sonra 2022’de tamamladım. 

 

Kristal Bahçe 2003 yılında yayımlandığı zaman yazarları apaçık tartışan, edebiyatçıların edebiyatçılar üzerinde söz söylediği değişik bir deneme kitabı olarak entelektüel okur katında bir hayli yankı buldu. Bilindiği gibi edebiyatımızda genel olarak diğer yazarları yok sayan ve deyim yerindeyse “ölmüşlerle idare eden” bu tarza karşı koymak bu kitabın özelliğiydi. Şimdi genişletilmiş haliyle bu denemelerin yeniden basıldığını görüyoruz. Eklenen veya değişen nedir?

 

Kristal Bahçe’nin ilk 88 maddesi olduğu gibi duruyor. Kitaptaki değişiklik, madde sayısının 156’ya çıkarılmasından ve ek monogramlardan ibaret.  Zaten daha önce bu denemelerde tutturduğum o kısa yoğun üslubu sürdürüyorum. Ek olarak bu bölümde yazarların tekilliği ile ilgili konuları ele aldığımı söyleyebilirim. Eril yazıcılığın fotoroman benzeri bir anlatıcılıktaki ısrarının temellerini sorguladığım gibi, sağcı iklimden gelen edebiyat dışı salvoların gülünç niteliğini gözler önüne serdiğimi de söylemeliyim. Kanımca her yazar, yazı ve edebiyat hakkında düşünsel sözler edebilmelidir. Bu bakımdan Kristal Bahçe’nin benim düşünsel röntgenim olduğunu söylemeliyim.

 

Dil Edebiyat ve İletişim, bir üniversitedeki göreviniz sonucunda yazdığınız bir inceleme kitabı sayılabilir mi?

 

Bütünüyle hayır diyemem. Hocalığın bu kitabın yazılmasında büyük bir payı var.  Fakat okumaktan kaçındığımız, saf-akademik ders kitaplarından da değil. Elbette bu kitabın hedef kitlesi daha çok iletişim ve edebiyat okurlarıdır fakat o okura edebiyat ve dil dolayımından iletişime dahil olan şeyi de göstermektedir. 

 

Gelelim Zaman Yeli’ne. Anladığım kadarıyla bu roman 1995’te yayımlandığı zaman tarihsel roman dalgası yeni başlıyordu. Hatta Feridun Andaç, Kemal Tahir’i kast ederek “Tahirîliğin Dönüşü mü?” başlığı altında bir soruşturma da yapmıştı. Yıllar sonra geriye dönüp baktığınızda bu kitapla birlikte başlayan düşüncelerle yan yana mısınız yahut varsa ayrı olduğunuz neler görüyorsunuz? 

 

1995 Ocak ayında bu kitap taze bir fidan gibi içimden yükseldi, bunu biliyorum. Anladığım şey şuydu ki ben geçmiş tarihsel mirası yinelemiyordum, ne Tahiriliğin peşindeydim ne de minyatüresk bir bakış içinde, çizgi romana balon içinde söz yazar gibi  kahramanlık edebiyatının izinden gidiyordum. Ben büyük bir fiziksel yenilgi yaşamış solun acılarıyla yoğurulduğumu ve oradan doğduğumu hissediyordum. Ütopyalar yenilgiye uğramıştı, sorun ütopyanın güzelliğinde değildi, sorun bunun gelecekte insanlığımızı elimizden alan kuruluğundaydı. Ben ütopyayı bir gelecek imkanı olarak değil, bir geçmiş olasılığı olarak ele aldım ve Moğolların gelişi nedeniyle zorunlu olarak beliren direniş ruhuyla, ortak yaşamın göstergesi olan yeraltı komünlerine ulaştım. Tarih benim için sadece zemindi, onun gerçeğe uymasına dikkat ettim. Fakat asıl uğraştığım şey bu zemindeki insan davranışıydı. Bir de tarihsel varlığımızın bize hiç de anlatıldığı gibi olmadığını söylemenin en kestirme yolu buydu. Bir tez öne sürmedim, tersine romanlarım hakkında tezler öne sürüldü. Özellikle Güvercine Ağıt, içerdiği tarihsel bilgi birikiminin insana uygunluğu ile  şaşırtıcı bir derinlik kazandı. Kalenderiye ile Kalender Çelebi isyanını anlatmaktan öte bir şey yaptım, Osmanlı’yı ve Venedikli tüccarları eş zamanlı anlattım; bu nedenle romanlarım soğukkanlı bir anlatıcının oyunbaz aklının bir ürünü oldu. Calenderia, göklerin takvimini bizden öğrenen gezgin tüccarlara, eşitliği ve azla yetinmeyi de öğreten dervişlerin yaşam biçiminin adıdır. Kalender, boşuna takvim anlamına gelmez. İşte böyle şeyler anlatan Kapadokya Dörtlüsü’nün ilki olan Zaman Yeli şimdi  yeniden basıldı. İkinci roman Güvercine Ağıt ve üçüncü roman Kalenderiye ise hazırlanıyor.

 

Son roman?

 

O da Dönüyor Zaman başlığıyla henüz yazılıyor. Anlaşılan o ki bu roman da tamamlanınca Kapadokya Dörtlüsü, otuz yılda tamamlanmış olacak. Dönüyor Zaman sanırım birkaç ay içinde biter. İlk üç romanda tanıdığımız pek çok olay bu sonuncuda değini olarak yer alacak. Böylece okurun bildiği ama son romandaki karakterlerin bilmediği bir tasarım önünde olacağız. Kanımca Kapadokya defteri bu roman tamamlandıktan sonra büyük bir trajediyle kapanmış olacak. 

 

Bir büyük trajedi olarak Unutkan Ayna’yı yazdınız. Öyle bir romana “yardım ve yataklık eden” Kapadokya defteri nasıl kapanır?

 

Yazar olarak kapanır. Ama okuyucu olarak değil. Unutkan Ayna

artık Nevşehir’in ve Uçhisar’ın malıdır. Buralar artık edebiyata aittir. Hakkında öykü ya da roman yazılmamış coğrafya parçalarına acırım. Kapadokya’yı estetik varlık olarak gören ve bu amaçla algıyı dönüştüren bir yazarım. Kapadokya’yı otellere gidilen, balonla uçulan bir yer olarak değerlendirmediğim için mutluyum. Biliyor musunuz, Unutkan Ayna’yı yazarken bölgenin genel karakterinden hareketle orada da bir yer altı şehri olabileceğini düşünmüş ve romanı öyle yazmıştım. Roman yayımlandıktan bir ay  sonraydı, Nevşehir’de, tarihi SİT alanında yapılan TOKİ inşaatı durduruldu. Nedeni, yıkılan yapıların altından bir yer altı şehrinin çıkmasıydı. Kehanet değildi bu; edebiyatın heyecansal ve bilgisel olduğu kadar sezgisel oluşundandı. 

 

Kitaplarınızın yolu açık olsun.

 

Teşekkür ederim.

 

Cumhuriyet Kitap Eki

20 Nisan 2023

Yeni Kitaplar

 

Everest Yayınları'na geçtiğim geçen yıl önce Uyku Ülkesi ile bir başlangıç yaptım.  Bu romanda bir anestezi uzmanı doktorun,  (işi uykularla ilgili bir uzmanın) ansızın beyin kanaması geçirmesiyle birlikte yaşadığı rüya ve kâbus döngüsünü anlattım. Bu roman yaşamımızın üçte birini kapsayan ve hatta gündüz de bazı hallerde de süren rüyaların yapısıyla insanın düşünce yapısının benzerliğine dayanır. Fiziksel yaşamda ortaya çıkan bir anormallik ruhsal yapımızda da karmaşaya yol açar; işte Uyku Ülkesi bunun romanıdır. Uyku Ülkesi, rüyanın ve çağrışımsal dilin özellikleriyle gerçekliğin bir harmanıdır. Bu kitapta oluşturduğum dil yapısını bir daha başka bir kitapta oluşturacağımı sanmıyorum, yani kitaba özel bir dilsel yapı bu: Ünik ve kendine özgü.


 2003'te yazdığım Kristal Bahçe'nin genişletilmiş bir baskısı da yapıldı bu arada: Bu kitapta bir manifesto gibi edebiyatın halini göstermeye çalışmıştım; bunu genişlettim ve 2003-2020 arasında düşündüklerimi de bu deneme kitabına ekledim ve böylece geniş bir basımı, yenileyerek ortaya çıkarmış oldum.




Daha sonra Kurmacanın Yapısı okura ulaştı. Bu inceleme kitabını öncelikle Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Bölümü'nde Senaryo Stüdyosu ve Oyun Yazma dersleri verirken düşünmeye başlamıştım. 2007-2016 yılları arasında notlarımı aldım. Bu arada film çekimleri de yapmaktaydık, yazı ve senaryo üzerinde çok düşündüm ve sonuçta edebiyat üzerinden tanımladığım bir görsel anlatımın yapısını tanımladım. Bu konuda Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'ndeki öğrencilerimin payı da büyük oldu. Orada bu kitabı yazma konusundaki isteğimi artıran çok sayıda akademik beklenti oluştu, Hacı Bayram Veli Üniversitesi'nin Gölbaşı'ndaki yerleşkesinde Güzel Sanatlar Fakültesi'nin değerli öğrencileri de bu isteği kamçıladılar. Halen çalıştığım HBV İletişim Fakültesi'nin değerli öğrencileri de bu arada özellikle anılmalı; bu kitabı dört gözle bekleyenler olduğunu biliyorum.



Öte yandan 2008'de yine derslerim için yazdığım Dil Edebiyat ve İletişim adı kitabım da gözden geçirilerek basıma çıkmak üzere. Bunu da yeri gelmişken haber vermeliyim.



Sonra deneme seven ve yolculuğu özleyenlere hazırladığım, belki de otuz yıldır yazdığım bir deneme kitabını bitirmenin doğru olduğunu düşündüm. Bu kitap fotoğraflı; üstelik pek çok mimari, şehirlerle ilgili kavramları kısa denemeler halinde ele alıyor. Pek yakında onunla da tanışmak sözkonusuydu olacak. Adı Deniz Göründü.  Bu kitap Sokakların Ölümü'nü yazdığım 1996'dan beri şehirler üzerinde düşündüğümün bir göstergesi olacak. Elbette Sokakların Ölümü de Kapadokya ile birlikte yakında raflarda olacak.

Kısacası yıllardır roman yazarı olarak kurmacaya (özellikle ve önemle)
eğildiğim doğrudur; şimdi, yeni yayıneviyle birlikte bütün yapıtlarımın basılmaya başlanacağını duyurmuş olayım.

Bu arada çalışmalarımı eşsiz bir editöryal çalışmayla okura ulaştıran Didem Ünal Demir'e içtenlikle teşekkür etmem gerekiyor; onun  içtenlik dolu bilgi birikimi olmasa  bu kitaplar okura güçlü bir biçimde ulaşamazdı. Böyle bir editörle çalışmak benim için gerçek bir şanstır, sanırım okurun da şansı olacaktır.



Göreme'ye Yol Yapmak Bilgisizliktir

 

 

Tokalı Kilise I ve II. Yol yapımından ve denetimsiz ziyaretçilerden ötürü ömrü yakında sona erecek. Bu yapı ve bezemesi eşsizdir, dünyanın en önde gelen yapılarındandır.


Gençken Kapadokya’daki tepelere her baktığımda tek başına duran bir oyuk, hatta bir kapı görürdüm. Bana öyle gelirdi ki dağın kapısı vardır.

Zamanla bunun zaten böyle olduğunu fark ettim: Dağın kapısı olmak bir yana, merdivenleri, sütunları, kubbesi, ambarı, ayazması olduğunu da fark ettim. 

Çocuk resimleri gibi:  Eve dışarıdan bakarız ama içindeki lambayı masayı ve hatta merdivenleri görürüz. Kapadokya böyle bir yer işte, dışarıdan bakınca dağların içinde yollar, geçitler ve duvar resimleri olduğunu hayal etmemiz mümkündür.

 

Kapadokya denince bir romancı olduğum halde Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya adlı kitabımla bu bölgeyi hem neolitik dönem, hem Bizans hem de Selçuklu dönemleri açısından değerlendirdim. Fotoğraflı bir kitaptır ve bölgeyi özellikle Hristiyan resimlerinin anlamları açısından değerlendirmede önem taşır.

 

Tokalı II'de Çarmıh Sahnesi. İsa'nın iki hırsızla birlikte Golgotha'da çarmıha gerilme sahnesi. Üç meryem, yüzbaşı ve askerler orada. İsa Yuvannis'e işte annen diyor, Meryem'i gösteriyor. Resmin sıvası dökülmüş, düşen parçaların altında ikonakırıcı döneme ait çizimler var.


Bu kitapta benim değerlendirmelerim ışığında Tokalı Kilise kompleksi büyük bir Roma Kilisesi, bir Ayasofya kadar önemlidir. Üstelik burası zaman içinde değişik biçimlerde oyulmuş Tokalı II ile son halini almıştır. Tokalı I denilen giriş bölümünde tavan yarım silindir gibidir. Burada resmin sağ üst köşesnden başlayarak sol alt bölümüne kadar çevrimli anlatım bulunur. Yani İncil’deki sıraya göre İsa’nın doğuşundan haça gerilmesine kadar olan olaylar halinde sırayla resimlenmiştir. Bu durum Kapadokya dahil pek çok yer için sıklıkla karşılaşılan bir durum değildir. Özeldir. İkinci bölüm daha sonra oyulmuş, sonra resimlenmiş ama sonra üstü sıvanarak bugün gördüğümüz mavi ağırlıklı başın gövdeye oranla küçük olduğu bir tarz elde edilmiştir. Buradaki resimler Makedon Rönesansı denen bir tarzdadır. Perspektifi bilen ama kullanmayan bir el tarafından çizilmiş gibidir. Perspektif  Ortodoks kilise resminde yasaktır, Katolik sanatında ise Rönesans sonrasında gelişmiştir. Bu durum, resimlerin yapıldığı 1200’lü yıllar düşünüldüğünde anlamlıdır.


Göreme Açık hava Müzesi'nde Karanlık Kilise. Anastasis Sahnesi. Bu resmin Hades'le birlikte kurulmuş olan düzeni Hıristiyan ikonolojisinde ender rastlanır: Çünkü Antik Yunan'dan Hıristiyanlığa geçen bir simge burada vardır.


Göreme Açık Hava Müzesi’nde bulunan bütün kiliseler özel bir önemdedir. Çevrimli Anlatıma sahip olmasa da Karanlık Kilise Kapadokya sanatının özeti gibidir. Buralara giriş konusunda çok özensiz davranıldığı açıktır. Hatta  yakın zamanda yapımı süren ve vadinin karşı yamaçlarını tamamen tahrip edip araba titreşimleriyle yok edecek olan çift şeritli yol yapımı Kapadokya olarak andığımız tarihsel varlığın sonu demektir. Kapadokya’nın balon ve atla özdeşleştirildiği bir yanlış çağ başlamıştır. Özellikle belirtmek ihtiyacı duyuyorum: Kapadokya güzel atlarıyla ünlü bir yer değildir, bu Perslerin zamanında bu bölgede at çiftlikleri kurmasından ötürü verdiği bir isim olmalıdır. Kapadoks zaten varolan bir isimdir ve Persler nasıl işlerine geliyorsa öyle söylemişlerdir. Balonlar bölgeye bir kitch görünümü vermişlerdir, bunların uçması güzel de konacakları zaman bağlara indikleri ve bağcıların bir üzüm çubuğu başına ceza ödediğini kimse biliyor mu? Bağcılık yasak ama balonculuk serbest. Bir acentanın en az iki yüz atv denen dört tekerlekli motosikleti var. Sahada bunlar dolaşıyor. Atla gezintiler serbest. Niye güzel atlar ülkesi burası. Komik. Burası mimari ve eşsiz doğa parçası olmak yönünden benzersiz ve bunu korumak zorundayız. Kapadokya yeniden ulusal park ilan edilmeli, içinden geçen arabalar belli bir tanıtım kartına bağlanmalı, tren tarzı taşıma araçları dışında bölgeye giriş yasaklanmalı, balonlar ve atv araçları Kayseri ve Avanos’un doğusundaki alanlara doğru itilmelidir. Kapadokya’ya giriş hem zor, hem özel olmalıdır. İspanya’da Prado Müzesi’ne, İtalya’da Sistina’ya yahut Frenze’de bazı yapılara girişte belli bir kota uygulandığı ve buraların biraz pahalı yerler olarak tutularak birçok insanın içeri girmekten caydırıldığı unutulmamalı. Kapadokya’da buna nefeslerin duvar resimlerini soldurduğu ve titreşimin kiliseleri yok etmeye başladığı gerçeğinden hareketle ulaşmalıyız. Zaten rüzgar, yağmur ve güneş bir yandan yapacağını yapmaktadır.


Resimde yeni yol çalışmasının on beş metre yakınından geçtiği Saklı Kilise görülmektedir. Bu kilisede Yahya'nın Çölde saklanması gibi ünik sahneler vardır ve dozerlerin altında ezilmektedir.

 

Bu nedenle Göreme Açık Hava Müzesi’nin üstünden, iş makinalarıyla, hangi akla hizmet edilerek çift şeritli yol geçirildiğini, kamyonculardan, inşaatçılardan ve otelcilerin bazılarından başka anlayan biri var mı? Tarihin yok edilmesi, belleğin sonu anlamına gelir. Üstelik bu bellek hoşgörüyle övündüğümüz geçmişimizin üzerine beton dökmek anlamına geliyorsa orada artık dur demek kaçınılmazdır.


NOT: Bu yazıda kullanılan fotoğraflar Gürsel Korat'ın Taş Kapıdan Taçkapıya: Kapadokya adlı yapıtından alınmıştır.