Dönüyor Zaman Yayımlandı



           Zaman Yeli
 ile başlayan zaman yolculuğu sona erdi. Bu yolculuk adım adım dallanıp budaklanan yazarlığımın yeni boyutlar kazanıp derinleşmesinin de tarihidir.
           Dönüyor Zaman Kapadokya’yı vatan bilen bir kişinin kavrayışıdır, oranın dil yapısı içinden edebi sözün yapısına tanınmamış, bilinmeyen eklentiler yapar.

 Dönüyor Zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş zamanı ile ilgili bir çağı görerek açılmaktadır. Asker kaçaklarını kovalayan ve cephe gerisinde doktorluk da yapan Kolağası Hakkı Bey’in etrafında düğümlenen çok aşamalı bir dönüşüme yer verir.

  Dağlarda asker kaçağı olarak gezenleri, Rum ahaliyi, mübadeleyi, Yunan iç savaşını, köy enstitülerini, Kore savaşını, Demokrat Parti’nin ilk yıllarını ve Kapadokya kiliselerinde çalışan sanat tarihçilerini konu edinir. 

            Dönüyor Zaman 1952 yılında yaşanan iki günü ve bunun yılların gerisindeki izdüşümleriyle ilgili bir olay örgüsüne yaslanır: Sözün acılı söylenişiyle, bugün artık tanımadığımız bir ülkeyi ve geçmişi anlatmaktadır. Orası hem biziz, hem değiliz. Zaman bir yel gibi gelip geçmiş ve her şeyi değiştirmiştir.
            Bu roman kendisinden önce yazılmış olan ilk üç kitapla (Zaman Yeli, Güvercine Ağıt ve Kalenderiye ile) ortak bir zemine yaslanır. Kitabın karakterleri geçmişi bilmezler ama biz okuyucular olarak oradan haberliyizdir. Bu nedenle kendisinden önce altı yüz yıldır yaşananlardan habersiz insanların, bir bakıma bilinçaltı tarihle yaşamasının tanığı oluruz. “Zamanın ruhu” “Zamanın biriktirdikleri” ya da “Zamanda iz bırakan” şeylerin önümüze zaman zaman düştüğü bir toplamdır bu. Şüphesiz, ilk üç kitabı okumadan da Dönüyor Zaman’ı okumak mümkündür. Kapadokya Dörtlüsü zorunlu olarak birbirini ilgilendiren bir olay örgüsüne sahip değildir. Birini okumadan da diğeri okunabilir. Fakat eğer baştan itibaren bu dört roman okunursa İç Anadolu’nun tarihsel bilinçaltında duran dünyayı en geniş düzeyde sezmeye başlarız: Sözcüklerin tozunu ve önümüzde şekillenen geçmişi silkelemek için bir imkân önümüzde açılabilir.

   Romanda Ürgüp-Göreme-Avanos- Zelve-Sinasos ve Çavuşin eksenli bir Kapadokya ile Kayseri Pazarören ve Yunanistan’da Nea Prokopi (Yeni Ürgüp) yer alır; fakat romanın düşünsel coğrafyası daha geniştir: Kut’ül Amare’den Hindistan’a, Sinop’tan Balkanlara varıncaya kadar pek çok yerde zihinsel bir yolculuk sürdürürüz.

   Kapadokya ile ilgili romanlar yazma yolculuğum sona ermiş görünüyor. Yine Doğdu Tanyıldızı ve Unutkan Ayna’yı da bu kapsama dahil edersek Kapadokya’yı konu edinen altı roman yazarak noktayı koymuş oluyorum.





Dörtlümüz sona erdiğine göre son olarak şunu belirtmeliyim: Kapadokya romanlarının başında deyişler ve kitabelerin yazara ait olduğu yazılıdır. Bu uyarı deyişlerin “ne kadar güzel yazıldığını” belirtmek için değil, kaynak soranların çokluğu yüzünden oraya konulmuştur.




Kardelen Dalokay’a Yanıtlar

 


 

 

 




 

Kristal Bahçe’de yazarı, yazınsal tutumu ve edebiyatı “Nasıl olmalı?” sorusu üzerinden değerlendiriyorsunuz. Bu soruları sorup kitabı tamamlama süreci sizin için nasıldı? Kristal Bahçe’nin yazım sürecinden biraz söz edebilir misiniz?

 

Bir edebi çalışma ömür gibidir. Tamamlanmadan nasıldı diye sormak yanlıştır. Hep ve daima nasıl olacak diye yola çıkarız.

Yöntembilimsel açıdan da bu böyledir. Verili olanlardan hareket ederek hep yeniyi arayıp bulmanın yolu budur.

Kristal Bahçe’nin ilk tasarımı, “dergilerde yazdığım yazıları bir araya toplamak” isteyen editörüme itiraz ederek başladı. (Yazılarımı yayınlama fikri Tanıl Bora’dan çıkmıştı, onu anmak gerek.) Ben bir yazıyı alıp aynen basmanın etkili olmayacağını, dergideki bir yazının anafikri ile örülmüş, kısa ve vurucu denemeler biçiminde yazmam gerektiğini bu sayede fark ettim. O sıralar Ulus Baker ölmemişti, Adorno’nun Minima Moralia’sı üzerine konuşur bunun hazırlıklarından heyecan duyardık. Biçimsel olarak Adorno işte o zamanlar yazdıklarıma bir biçimsel renk katmış oldu. 

Bu kitabın soruları bir yazarın ömürlük sorularıdır. Entelektüel sorun, daima önümüzdedir; onu tüm yönleriyle değerlendirmek zorundayız. Böyle bir çaba içindeyken deneme üslubunu seçmek benim için kendimi ve tüm tarafları sorgulamada iyi bir seçim oldu. Böylece edebiyat tarihi açısından enteresan denebilecek bir sistemle yazılmış olan bir deneme-eleştiri kitabı çıktı ortaya: “Hiç kimseyi beğenmem” tavrını reddettim, “Niçin beğenirim”, “Niçin benden uzaktır” “Ne edebiyatın konusu değildir” gibi yöntemsel soruları önüme koydum. 

 

Özellikle romanlarınızla tanınan bir yazar olarak Kristal Bahçe’de edebiyat eleştirisini kaleme almak sizin için nasıl bir deneyimdi?

 

Oscar Wilde her yazarın belli bir biçimde yazmayarak zaten bir eleştirmen olduğunu söyler. Doğrusu bu fikre katılırım: Şu ya da bu biçimde yazmayı kabul etmeyerek yazınsal bir arayış içinde olmak doğal bir eleştiri içerir. Sadece yazmak, yazarlığın göstergesi değildir. Yazı yazmanın yeni biçimleri üzerinde düşünen herkes daima başka kişilerden ayrı düşmüş ve tartışmıştır. Benim tartışmaya dahil oluşum Edebiyat Dostları’na kadar gider. Orada “Edebi kaynağın Halk Edebiyatı olmadığını” öne sürmüş ve Gülten Akın’la bir polemiğe girmiştim. Birçok yazar hakkında öyle değil de böyle diyen itirazlar da yayımlamıştım. Şüphesiz böyle şeylerin okur gözünde yazar kadar anlamı yoktur. O sadece okuduğuna bakar ve belki de her yazarda aynı şeyi görür. Flaubert bir arkadaşına yazdığı mektupta “Şu, şu yeniliği yaptım, şöyle bir şey benimle başladı” gibi heyecanlı notlar yazmıştı ama okurun bundan haberdinin olması olanaksızdı. Yani yazı tekniğine dair şeyleri genel okur bilmez. Biraz da okura bunu gösterebilmek için çabaladım; çünkü yazarlar zaman zaman önemli fakat gerçekte önemi anlaşılmayan şeyler üretiyorlar. Örneğin Garip Şiiri deyip geçiyoruz, oysa o güne kadar öyle bir şiirin olmadığını bir düşünsek önemini anlarız. İkinci Yeni ile romanın aldığı boyutu değerlendirir, Nazım’ın nasıl bir biçim ve dil devrimi yanattığını görürüz. İşte ben o yüzden, okur isterse ilgilenmesin, kendi duruşum hakkındaki iddiamı otaya koymak için bu kitabı yazdığımı anlıyorum.

 

Kristal Bahçe’nin genişletilmiş yeni basımında okuyucularınızı hangi yeni bölümler bekliyor? Bu bölümleri eklemeye nasıl karar verdiniz?

 

Kristal Bahçe 2003 yılında tamamlandığı zaman ben genç yazardım. Yedinci kitabıma ulaşmıştım: Üç roman, bir öykü, iki incelemenin üstüne bunu yazıyordum. O nedenle “Neredeyim?” sorusunun yanıtını verir gibiydim. Kristal Bahçe’de (Dokunursan her şeyin kırılabileceği bu narin alanda) tutturduğum yolun nasıl oluştuğunu, hangi unsurları taşıdığını anlattım. Bu nedenle o kitap “kendi halimin genel duruş içindeki yerinin” anlatımıydı. 

Fakat zaman geçtikçe öykü kitabım ve romanlarım çoğaldı, oyunlarım, senaryolarım, çocuk kitaplarım, senaryolarım oldu. Denemelerim çeşitlendi. Ben Kristal Bahçe’yi genişletirken daha çok nelerden koptuğumu açık ve anlaşılır biçimde gösterdim. Yani ilk yazdığım zaman karşı çıkma ve tanımlama içindeydim. Eklediğim bölümlerle reddettiğim şeyleri de işaret etmeye başladım.

 

Kitabın genelinde yazarın konumunu ve yazını değerlendirdiğiniz bakış açısından düşündüğünüzde Kristal Bahçe’yi edebiyat dünyasında nasıl bir yere ve öneme sahip görüyorsunuz? Kendi gözünüzden değerlendirmenizi duymak isteriz.

 

Böyle bir şeyi yazarın söylemesi hoş olmaz. Bir yazar yalnızca kendi durumunu göstermek ve karşı çıktığı şeyleri işaret etmekle doğru davranmış olur. Genel resim içindeki kendi yerini söylemek ise bir edebiyatçıya yaraşmaz. Kestirme bir yanıt vereyim, tüm zamanların en güzel yanıtını Orhan Veli vermiştir: “Onu da edebiyat tarihçisi düşünsün.”


Varlık Dergisi 

Şubat 2023

Türkiye’de Romanın Yüz Yılı

 

 



Balzac'ın evinde. (Paris Passy, 2014)


 

Romancılık kentlerin ve sanayi devriminin ürünüdür. Uzun süre sözlü kültür dairesinde bekleyen ve sanayi devrimi yaşamayan ülkemizde roman sonradan öğrenilmiş bir yazılı kültür öğesidir: En az iki insanın hikayesini birlikte anlatmaya dayanır, olay örgüsü gerektirir ve kuruluş itibarıyla karmaşıktır. Genel olarak bir kişinin hikayesini anlatmaya dayanan, olay örgüsünden çok olay dizilişini gerektiren sözel kültür hikayeciliği nedeniyle ülkemizde modern romancılığın gerçekte 1900 yılında Aşk-ı Memnu ile doğduğunu söylemek yanlış değildir; şüphesiz 1850’de Vartan Paşa ile başlayan roman yazma sürecinin bir olgunluğa evrildiği ama ancak Stendhal ve Balzac’tan yaklaşık yetmiş yıl sonra Türkçeyle roman yazıldığı söylenebilir.

Zaten yol boyunca yaşanan maceralara dayanan pikaresk romanları saymazsak, modern roman iki yüz yaşındadır, bu durum ülkemizdeki romancılığın, hemen hemen tüm klasikler yazıldıktan sonra doğduğu anlamına gelmektedir.

Bu gecikme yalnız ekonominin gelişmesiyle değil, toplumsal özgürlüklerle de ilgilidir, Türkiye’de romancılık dikkatle bakılırsa ulusal devletin gelişimine paralel olarak ve hatta onu temsilen doğmuştur. Kralsız kraliçesiz, meclise ve yasalara dayalı bir özgür ülkeyi dünyada ilk kez kuran ülkelerden biri olan ülkemizde romancılığın -geç gelişse de- böyle “tabandan gelen” esaslı bir mantığa dayanması çok anlamlıdır.

 

 

Kurucu Edebiyat

 

1908’de İttihatçıların iktidara gelmesinden sonra romanda anlaşılırlık ve açıklığın öne çıktığını, bu dönemin yazarlarının ise Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu olduğunu görmekteyiz. Onların çağını “kurucu dönem” olarak adlandırmakta yarar vardır, çünkü belirgin bir biçimde İstanbul Türkçesini odağa yerleştirmişlerdir ve yalnız seçtikleri dille değil, bazı stereotip karakterlerle de kurucu niteliktaşımaktadırlar. Onların edebiyatında cumhuriyetin getirdiği yenilikler, kaygılar ve temel anlatı konuları vardır. Başka bir ifadeyle, kurucu dönemde romanların bazıları iktidar kanonuyla ele alınmış (Yeşil Gece, Ankara, Sodom ve Gomorra) niteliği belirsiz yapıtlar yazılabilmiş (Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Sinekli Bakkal, Şıpsevdi) veya özgün ve yaratıcı nitelikler taşıyan yapıtlar da ortaya konmuştur. (Yaban, Ateş Gecesi, Yaprak Dökümü,…)

Kurucu edebiyat aydınlanmacıdır, dili sadeleştirmeyi, uluslaşmayı ve halka ulaşmayı hedeflemiştir, Osmanlı’yı eleştirir. Cumhuriyetin kazanımları esastır ve dinciliğin karşısındadır.

 

 

“Müesses Nizamın” İlk Hareketleri

 

1930’lu yıllardan itibaren Sovyetler’in yükselişi Türkiye’yi olumlu ve olumsuz anlamda çok etkiledi. Sol düşmanı ve ırkçı eğilimlerle sınıf siyaseti arasındaki çekişme görünür bir haldeydi. Kurucu edebiyat merkeze yerleşmiş, bunun dışında iki kamp oluşmuştu. Bu dönemde özellikle solun morali yüksekti, işçilerin ve yoksulların kendi iktidarını kurabileceğine ilişkin öngörü yeni yeni biçimleniyordu. Fakat belki de bu nedenle sol siyasetle edebiyatın birbirine karıştığı, birinin ötekinin yerini aldığı görülebiliyordu. Bu durum Türkiye’de Alman nazizminin etkisinin artmasına ve gerçekçiliğin “servet düşmanlığı” olarak görülmesine yol açtı. Edebiyat var olanı reddetti, ülkemizde sınıf savaşı olmadığı tezini savunanlar öne çıktı. Böylece bir yanda Peyami Safa’nın öbür yanda da Nazım Hikmet’in yer aldığı çatışma görünür hale geldi.

1930’lu yıllarda tüm dünyada büyük bir sempatiyle sola yönelen, savaş karşıtı, sömürüye düşman, üretim araçlarında kollektif mülkiyeti savunan solcuların karşısına matbaa basan, insanların kafatasını ölçerek bağlı olduğu kaynağı bulmaya çalışan kişiler çıktı; sol, bütün dünyada sağcılığın karşısında entelektüel planda çok parlak bir konumdaydı. Bu nedenle tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de solcuların elimine edilme tarihi başlamış oldu. 1937’deki Donanma Davası sonucunda Nazım Hikmet’le birlikte Türkiye’nin çok kıymetli yazarlarının hapse atılması bu acı başlangıcın ilk adımıydı. O yıllarda Aziz Nesin, Kemal Tahir, Rifat Ilgaz ve Sabahattin Ali’nin yanısıra üniversitelerden çok sayıda parlak çalışmalar yapan akademisyenler uzaklaştırılmaya başlanmıştı. 

 

 

Entelektüel Aura

 

Peyami Safa Türkiye’nin Geç-Osmanlı’dan devir aldığı “az gelişmişlik kompleksi”ni ödünlemek niyetiyle “manevi niteliklerimizin yüksek olduğu” görüşünü öne çıkardı. Hemen hemen her romanında doğu-batı sorununu işlemekle kalmayıp Türkiye’de romanın bu konuya uzun süre hapsolmasına neden oldu. Simeranya gibi akıldışı toplumsal önerilerle ortaya çıktı ve üstelik romancılık yönünden herhangi bir parlak nitelik taşımayan kitapları her koldan desteklendi.

Oysa düşmanca saldırılara uğrayan ve sonunda katledilen Sabahattin Ali, roman yazmanın dayandığı asli unsurun “insanı gözlemek” olduğunu biliyordu. Kürk mantolu Madonna’nın edebiyat tarihindeki önemi büyüktür. Her türlü sansür ve baskıya rağmen değişik bir sestir bu: Karakterin içsel derinliği ile yetersizliği arasında bir dönem dikkati ediniriz ve sonunda iç acıtan Türkiye gerçekliğine ayak basarız. Doğrusu Sabahattin Ali’nin öykücülüğünü romancılığından daha çok beğenen biri olarak Kuyucaklı Yusuf’la pek aram yoktur ama yine de adil olmak için şunu söylemem gerekir: Sabahattin Ali cinayete kurban gitmeseydi, romancı olarak dönüşümler yaratabilecek gerçekçi bir yazar kumaşı taşıyordu. Bunu şundan çıkarıyorum: Nabokov, Edebiyat Dersleri’nde bir romancının “gözlerinin iyi” olması gerektiğini söyler; sanırım Türkiye’de bu konuda parmakla gösterilecek yazarlardan biri Sabahattin Ali’dir. 

Korkarım ki yazarları katlederek hem siyasetin ve hem de edebiyatın önünü kesmek fikri Nazım’dan sonra Sabahattin Ali ile “otomatiğe bağlanmış”tır. Türkiye’de bu tarihten sonra yazarın siyaseten katl tarihinin yolu açılmıştır. Sabahattin Ali’den onu öldürerek kurtulan siyasal iktidar, öldüremediği solculardan da hapis, işkence ve sürgün yoluyla kurtulmak istemiştir. 

Nitekim Kırk Kuşağı’nın ve Köy Enstitülü yazarların başına gelen budur. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Ümit Kaftancıoğlu ve Dursun Akçam gibi yazarların öncülüğünde toplumsal gerçekçiliği bir aşırılık olarak yorumlayan siyasal erk, “komünist sapkınlığın” nedeni saydığı tarihin en güzel eğitim atılımlarından birini, Köy Enstitüleri’ni salt solcular kitap yazıyor diye mahvetmiştir. Yazarlık bakımından birçok sorunu olan ve aslında sanıldığı gibi sosyalist tezlere yakın durmaktan çok kalkınmacı söylemden öte bir dil geliştiremeyen bu akımı kötülemek, o dönemin en şehvet dolu eleştirilerinin başında geliyordu. İnsanlar “servet düşmanı” olarak damgalanıyor, Sait Faik’in “medar-ı maişet” kavramında bile komünizm görülüyordu. Doğrusu Köy Enstitüleri çok parlak yazarlar üretemese de açtığı çığır biricikti; bu gidişin önünü açan politikalar gerekiyordu. Çünkü hem çobanlık eden hem de Medea oynamak için hazırlanan köy çocuklarından olağanüstü büyük bir düşünsel devrim doğmak üzereydi. Bütün olumsuzluklara rağmen köy enstitüleri on yılda ülkemize çağ atlattı. Karma eğitimin güzelliğini ve başarısını en çok ona borçluyuz. Eğitim yoluyla insanların kurtulacağına dair bilinç köy enstitülerinden ötürü tabana yayıldı. Fakat acılar içinde, tüm yazdıklarını saklamak ve kaçırmak zorunda kalan solcuların hayatlarını içinde barındırarak. Yaşar Kemal’in evindeki aramada bir romanı ele geçiren ve yok edenler İnce Memed’e savaş açmıştı ama öbür tarafta Bozkurtların Dirilişi’nin yahut Minyeli Abdullah’ın sırtları sıvazlanıyordu.

 

 

Entelektüel Verim

 

Yüz yıllık tarihimiz içinde romanımızın biçimlenmesinde, bir epope olsa da, Memleketimden İnsan Manzaraları’nın etkisini anmadan geçemeyiz. Nazım Hikmet bu yapıtında yazar olarak estetik konumunu bir hayli anonimleştirmiş ve söyleyiş derinliğiyle Rus edebiyatına yaklaşmıştır. Özellikle Yevgeni Onegin’e nazire olarak yazdığı bu yapıtta Nazım Hikmet’in tutumu özgündür: İşçi sınıfına ve halka yönelenlerin davranışını belirleyen iki niteliği birden barındırır. Bu nitelikler gerçekçilik ve Puşkin gibi, dili adeta damıtan edebi seçimdir.

Unutulmamalı ki Nazım’la aynı dönemde varlık bulan ve 1930’larda doğan Garip Akımı, Oktay Rifat’la Melih Cevdet’in yalnızca şair değil romancı olarak da ayrıştığı derin bir entellektüel sahadır. Raziye ile edebiyatımızın parlak romanlarından birini yazan Melih Cevdet, yeni diliyle edebiyatımıza bir bomba gibi düşen Birinci Yeni’nin uzantısı olarak yeni romanı da öncelemiş görünmektedir. Üstelik Nazım’ın dilsel yenilik aurasından uzaklarda değildir. 

Nazım’ın hapse atıldığı yıllarda Nazizm ülkemizde gizli bir özne olarak çok iş görüyor ve bir çok kişinin benliğinde yer ediyordu. Bu yetmezmiş gibi Sovyetler’in ikinci dünya savaşı sonrasında Doğu Avrupa’yı işgal etmesi, dünyayı kana bulayan ırkçılığa karşı solun doğal olarak sahip olduğu haklılığı yok etti. Mehmet Ali Aybar ve sol entelektüeller 1934 Sovyet Yazarlar Birliği’nin yolundan ayrıldı: Avrupa, Frankfurt Okulu’nun yolunda ilerlerken, buna koşut olarak bizim ülkemizde de ikinci yeni kendini ortaya koymaktaydı. Ionescu’nun başını çektiği absürd, Camus ile yürüyen Hiçcilik ve bir nebze “serinlik” içeren Varoluşçuluk bu çağın gözdeleri olarak ortaya çıktı ve bu coğrafyada Vüsat O. Bener, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu olarak karşılık buldu.

Nazım’ın bir söyleyiş üstünlüğüne ulaştırdığı Türkçe, Garip’le birlikte tümüyle yeni idi; ikinci yeni ile benzersiz oldu. Türkçeye olağanüstü olanaklar kazandıran bu girişimler uydurukçuluk gerekçesiyle reddedilse de çok kalıcı ve inanılmaz etkiler taşıyordu. Toplumun dilini kuranların yazarlar olduğunu bundan daha iyi hiçbir şey gösteremez. Bunun karşısında yer alan doğucu, tutucu, aşağılık kompleksiyle dolu ve “medeniyet” tezleri öne süren romancılığın ne yaptığı ise ortada duruyor: Her türlü şiddet ve saldırganlığı onaylayan, eril tahakkümü dayatan ve düşünmekten kaçınan bir içerikten ibaret olarak, muktedirlerin desteğine rağmen yalnızca kendi kendine propaganda yapan, ergen bir kibir odağı olarak yerinde sayıyor. 

1950’lerden ta günümüze, bütün bunlara rağmen ne oldu? Saldırganlığıyla övünenler, onların dibek dövücüleri ve kibirli akademisyenler unutuldu ama Yaşar Kemal, Suat Derviş ve Nezihe Meriç’in açtığı yol büyüdü, derinleşti.

İkinci Yeni çağında yaşanan siyasal baskılardan ötürü halk gibi yaşayan, halk katmanlarında dolaşan, dilini oradan emanet almış, yeni bir biçim deneyen roman yazarları iyiden iyiye görünür hale geldi. Resim, öykü ve şiirde de yaşanan bu durum benzersizdir: Orhan Kemal, Sevim Burak, Leyla Erbil, Kemal Tahir, Necati Cumalı, Ayla Kutlu ve Attila İlhan bu entelektüel çığırdan türedi: Oradan Pınar Kür, Sevgi Soysal, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Füruzan gibi yazarlar fışkırdı.

Halbuki aynı dönemde sağcılıkla edebiyatı yan yana yürütenlerin örtülü ödeneklerle beslendiği artık bir sır değil. O çağda, solcuların hayal bile edemeyeceği  paralar el altında dönüyor, Peyami Safa’nın sol düşmanı tezleri, Necip Fazıl’ın “İdeoloçya Örgüsü” ve “Başyücelik” adını verdiği fikirler dolaşıma sokuluyordu. Fakat ne yapılırsa yapılsın, romanın ideoloçya övgüsünden yahut Simeranya’dan çok, insanla ilgili bir tasarım olduğu düşüncesi anlaşılmıştı. Edebiyat başka bir dille ve yeni bir içerikle kuruluyordu; bu nedenle eski dille ve içerikle yazan herkesi geldiği yere yolladı. Bunlar arasında eski dille yazmadaki gayreti yüzünden öne çıkamayan Abdülhak Şinasi Hisar yer almaz. Zaman bu değerli yazarın hakkını yavaş yavaş teslim etmektedir. Benzer bir yargı, Nahid Sırrı Örik için de geçerlidir. 

 

 

Nitelik ve Nicelik

 

1970’li yıllara gelindiğinde sol kitleselleşmiş ve entelektüel açıdan bir çözülme eğilimi taşımaya başlamıştı. İdeoloji ile felsefeyi birbirine karıştıran, bilimsel düşünceyi ezber etmeye çalışan bu yeni yığınsal kültür, lidere tapınmacılığı sol kültüre sokan ataerkil yapılardan gücünü aldı. Solun yenilikçi karakteri, sokak çatışmalarından ötürü tutuculuğa ve nefret söylemine kaymış, hem inanılmaz ölçüde yeni hem de yanında durulamayacak kadar geri sol görüşler bir arada yaşamaya başlamıştı. Sanat görüşü çoğu insan için politikanın aparatı olan metinler yaratmaktan öte ibaretti. Jdanov ve Mao’nun edebiyat tezleri revaçtaydı. Sosyalist gerçekçilik denince metinde sosyalist olmayı zorunlu olarak gören bir mantık esastı. Bunu toplumcu olmak, edebiyatı toplumun aynası olarak görmek biçiminde okuyanlar da vardı şüphesiz; fakat Hegelyan tezlerle Stalin’i destekleyen, toplumsal gelişme ile karakterin yaratılmasını başat gören Lukacs’ın görüşleri nedeniyle, sorunu edebiyatın içinden tartışmak mümkün olmadı. Edebiyatın üzerinde siyasetin ve felsefenin gölgesi hep durdu. Türkiye’de okur daha çok ulusal savaşların anlatıldığı, zevk çözülüşünü işaret eden bir seçimle başbaşa kaldı. Sayısal olarak çoğaldıkça, beğeni bakımından kaybeden kitleler ortaya çıktı. 

Buna karşılık, tüm dünyada sol, iktidarı yitiriyordu. Doğruya doğru: Çin dünyanın tanıdığı en vahşi kapitalist ülkelerden biriydi artık, Kuzey Kore, Laos ve Kamboçya utanç verici bir sol deneyim yaşamış, Ortadoğu ve Afrika’daki sol hareketler umutsuz girişimler olarak terk edilmişti. Latin Amerika entelektüel açıdan bir temsil yeterliliği kazanamamıştı. Bu durum, edebiyat değerlendirmesi yapılırken neden Avrupa merkezli bir yerde durmak gerektiğini açıklar: Lukacs kaybetmiş, Brecht ve Frankfurt Okulu’nun izinden gidenlerse yeni bir entelektüel zemin yaratmışlardır.

 

 

Objektif Durum

 

1980’den sonra Türkiye metropolleşti; hayatlar iç içe geçti, şortlu bir genç kızla fanatik islamcı metroda karşılaşmaya başladı. Bu durum her şeyin normalize olmasını sağlayabilirdi ama tam tersine çelişkileri arttırdı ve hayatları birbirinden kopardı. Edebiyatı propagandadan ibaret sayan görüşlerin hepsi, ötekileştirici metinlere sığınarak tebliğ alanına çekildi ve edebiyatı terk etti. Oysa 1980’den beri edebiyat sürekli yenileniyor: Ülkemizde korku romanından polisiyeye, fantastik edebiyattan tarih romanına kadar her şey yeni. Oysa geleneksel yapılar eskiyi tamamen eski yöntemlerle yineliyor: Aynı eril söylem ve zorbalığa övgü: Bunun adı roman oluyor. Öyle anlaşılıyor ki geleneksel yapılar için edebiyat yok artık. Egemen ideoloji, şehirlerdeki hayatın estetik dolayımından kavranmasını engellemeye başladı. Düşünürse dinden çıkacağını, aklından geçirirse eşcinsel olacağını ya da “deşelerse” kanıbozuk bir fitnenin parçasına dönüşeceğini sananlar için sanat gönül rahatlığıyla içinde dolaşılacak bir alan değil. Bu durum romandaki gelişimin bir eski-yeni buluşması biçiminde yaşanmadığını gösteriyor. Günlük yaşamımız, yeni romanın, eskiyle asla bağdaşmayacağını gösteren ip uçlarıyla doludur.

 

 

Kehanet

 

2023 yılındayız. Dünyanın büyük ekonomilerinden biri iken sürekli gerileyen, yoksulluğa itilen bir diyarda yaşıyoruz. Aslında bilimsel gelişme ve verimlilik için gereken çok şeye sahibiz ama okullarda bilim safdışı oldu. Edebiyat derslerinde 1940 yılını aşmamış, insanın öğrenmekten nefret ettiği, ezbere dayanan bir bilgi yığını var. Yazarlar eğitim yoluyla halka ulaşamıyor. Ne var ki, popüler kültür kitapları çok satıyor, edebi zevk iyice düştü. Çünkü eğitim yoluyla dilden gelen mutluluğu yayma olanağı kalmadı. Eğitimsiz göçmenler, yoksulluğu ve işsizliği katlayarak büyütüyor: Bu durum, toplumun yüzde onbeşinin tamamen yabancılardan oluştuğunu ve bu sayının doğumlar sonucu artacağını fısıldıyor. Mülteciler yokken bile örgün eğitimle halka ulaşamayan edebiyat, adım adım dilimizden habersiz yığınların ötesine düşüyor. Bu durum demografik bakımdan edebiyatın ortasından yarılması demektir. Bilgisizlikten oluşan bir sıradanlık, parlak romancılığımızı yok etmeye doğru hızla ilerlemektedir. 

Cumhuriyetin yüzüncü yılında maalesef olanlar bunlardan ibarettir.


gazeteduvar.com

İnşaat Rejimi Enkaz Altında

 

Sinasos'ta Ayios Vasileos Kilisesi'nin ve "koruma altındaki" çevrenin 2022'deki durumu


Röportaj:

Kerim Can Kara & Ulaş Bager Aldemir

 

 

GÜRSEL KORAT


 

1.    Funda Şenol Cantek’in 2006 yılında editörlüğünü yaptığı Sanki Viran Ankara’da yayımlanan ve bu söyleşinin adına da ilham veren, “Bir Toplu Konut: Ankara” başlıklı yazınızda şöyle demiştiniz: “Ankara, her ne kadar birlik, hilal, sancak gibi sözlerle askerî düzeni kutsasa da, şehirlilik bilinci ve ahlâkından yoksun olanların yarattığı bir rant cehennemidir. Burası tüm şehirlerimiz gibi inşaat partisi tarafından yönetilir ve programında öncelikle din, millet, bayrak gibi sloganlar yer alır. Bu sloganlar her türlü yolsuzluk iddiasının panzehiridir; bütün eleştiriler vatan hainliği suçlamasıyla kolayca püskürtülür.” İnşaat Partisi derken tam olarak nasıl bir örgütlenmeyi kast ediyorsunuz? Ayrıca İnşaat Partisi olarak adlandırdığınız örgütlenme, dünden bugüne nasıl bir dönüşüm geçirdi, 6 Şubat depremleriyle nasıl bir ilişki içinde ve AKP bu süreçte neyi temsil ediyor?

 

Antik Yunan çağında savaşlardan sonra ölüleri toplar, hepsini saygıyla dizer ve bir toplu mezara gömerlerdi. Tanrılara yakarılarla biten bu törenin sonunda bir tümülüs oluşur ve herkes oranın önem verilen, saygıdeğer ölülere ait olduğunu bilirdi. Şimdi ise evler bir depremde höyüğe dönüşüyor, insanlar diri diri toplu mezarlara gömülüyor, saygısızca hakaretlere uğruyor.

Depremden sonra çöken apartmanları, enkazı, kurtarılamayan ölüleri, hiçbir saygı gösterilmeden ölüme terk edilenleri, yardım ulaşmayanları, çaresizliği söylemeyi bile yasaklayanları, yardım kuruluşlarını şirket haline getirenleri, daha depremin üçüncü gününde yurttaşlara acilen konutlar yapılacağını söyleyip yine İnşaat Partisi’ni harekete geçirenleri unutamayız. Böyle bir şey ölüm üzerinden ticareti akla getirir.

İnşaat Partisi kanımca tek bir siyasal parti değildir; her partide “uyuyan hücreleri” bulunan, iktidar değişse bile hep rant elde edebilen özel bir türdür ve dünya mimari literatürüne “canlı canlı insan gömülen tümülüsleri yapanlar” olarak girmiştir. Bilim ışığında yürütülen mimari çalışmaları terörizm etkinliği sayar ve işten el çektirir. Böyle bir şey, incelemeye bile değmez, utanç vericidir. Her kim ki böyle bir davranıştan yanadır, halkın yaşama hakkına karşı koymuş demektir.

 

 

2.    İnşaat Partisi, kuşkusuz ki “emek yoğun” yapılaşmaları önceleyen İnşaat Kapitalizmi’nin bir parçası. Peki İnşaat Rejimi küresel kapitalizm ve emperyalizm bağlamında nasıl bir anlama sahip? Öte yandan İnşaat Kapitalizmi, Marksist açıdan düşünecek olursak; üretici güçleri geliştiren bir üretim ilişkisi mi, yoksa kapitalizmin çürüme aşamasına tekabül eden gerici bir örgütlenme mi? 

 

Bu “partinin” ajandasını, kimlerden kredi alıp yatırım yaptığını bilmiyorum. Zaten bizim gibi insanlar bu kişilerin parayla kurdukları ilişkiyi tahmin bile edemez. Doğrusu ben aylık gelirimdeki ufak artışları mutlulukla hayatıma ekleyen yalın ama sevgi dolu bir yaşam sürdürüyorum. Oysa paraya para demeyen bu insanların mutsuzluğu yarattıkları yıkımdan anlaşılıyor. Sorduğun şeye bu nedenle dosyalar ve dekontlarla cevap veremediğim için üzgünüm.

Küresel kapitalizm 1930’a gelindiğinde kendine özgü bir tek şehir bilirdi, bu da New York’tu. Büyük gökdelenleri, dar sokaklarıyla bir şehir değildi de onun anıtı gibi bir şeydi. Sevilesi değildi, özel koşulların ürünüydü, benim sözlerimle “uygarlığa bir tahammül biçimi olan apartman” fetişi üzerine kuruluydu. 

Dünya kredi sistemi 1974 krizinden sonra özellikle elinde petrol ve hammadde bulunan ülkeleri hizaya sokmak için inşaat kredileri vermeye odaklandı. Özellikle Arap ve Uzakdoğu sermayesi “oltaya gelerek” inşaat fetişiyle kalkınmacılığı aynı zanneden bir ideolojik sersemliğin tuzağına düştü. Böyle bir şey teknoloji-yoğun bir yatırım düzeninden çok, emek-yoğun bir yatırımı gerektiriyordu ve istihdama destek oluyordu. Üstelik kâr oranı öyle yüksekti ki elinde para olup da bu alana girmemek enayilik gibi bir şeydi. Dahası, inşaatları yapmak için karmaşık teknoloji zinciri de gerekmiyordu, bu nedenle her taraf betonla dolmaya başlayabilirdi. Bunu özellikle Arap ülkelerinin inşaata düşkünlüğünden anlayabiliyoruz. Bu ahlâksızlar, Mekke’yi betonlaştırdı, daha ne denebilir ki? Bir de İslam’ın ilk örneklerine göre yaşamayı savunan Vahhabilik ideolojisini pohpohlayıp soru sormayı, akıl yürütmeyi durdurdular. Betonlar peygamberin sünneti miydi de bunu insanlara reva gördüler, bilinmez. Bu arada petrol üretmeyen, tarım alanlarından başka hazinesi olmayan Türkiye de aynı kumpasa neden kurban gitti, bunu anlamak zor. Herhalde pırasa, armut, incir, zeytin ve portakal gibi şeyler üretmek, gelişmeyi endüstriyel kirlilik yaratmak sananların ağırına gitmiştir. Buralarda maden açmak, tarım alanlarını köstebek gibi delip yüksek teknolojiye hammadde sağlamak gelişmişlik sanılmıştır. Böylece en az yedi yüz yıllık sofistike mimarlık tarihimiz şu çağda fütühatçılığı bir şey zanneden ergen kibrinin kurbanıdır. “Şehir, şehir!” diye bağıran sağcı mimarlık terennümlerine bu saatten sonra zerrece hürmet edilemez. Bakın artık New York dünyaya ihraç edilmiş durumda. Singapur, Malezya, Doha, Kuveyt, Wuhan, Pekin, Abu Dabi, Hong Kong gibi yerler New York’u belki de geçtiler. İlginç bir biçimde İstanbul da ve ülkemiz de bundan payını aldı. Para kazanmak isteyen herkes bulunduğu yeri betonlaştırmaya başladı. Apartman yetmedi, alışveriş merkezleri koca siteler halinde yapıldı, elektrik yüzünden ve doğal hayatın dışına çıkmaktan ötürü insanlar bilmediği hastalıklara tutuldu. Son pandemi bunun açık bir örneğidir. Göller kurudu, teknoloji tutkunluğu yüzünden yüzölçümü Türkiye kadar olan Aral Gölü Orta Asya’dan silindi, Urmiye ve Van Gölleri tehdit altında. Son romanım Uyku Ülkesi’nde şehirlerin her türlü beton fantezisinin deneme alanı olduğunu ne yazık ki hiç eğlenemeden yazdım. Şehirler insanca bir barınak olmaktan çıkıp insanın kaçmak için can attığı üretim birimleri haline geldi. Üretim öyle bir fetiş oldu ki Pekin’de hava kirliliği azalınca üretim düşüyor ve yönetim hava kirliliğinin artışına aldırmadan üretim yapmayı sürdürüyor. Zaten fabrikadan ayrılmadan çalışan köle-işçileri Çinlilerden öğrenmiştik; dolayısıyla İnşaat Kapitalizmi insanlıkdışı konut yığınlarından oluşan Çin şehirlerinin adeta alameti farikası oldu. Böylece şehirlerden ayrılmanın yasaklandığı bir dünyaya doğru ilerliyoruz: Dünya kırsal alanlarını ve tarımı kaybetmek üzeredir. Bu, insanlığın felaketidir, Çin kaynaklı “köleci kapitalizm”in ürünüdür. Önümüzdeki yıllarda kapitalizmin bu çeşidini daha çok işiteceğiz. Şüphesiz ki, insanlık var olmak istiyorsa bu keneden kurtulmak zorundadır.

İnşaat Rejimi tüm dünyayı yok etmek pahasına tarım alanlarını kemiriyor. İnsanlık yararına olmayan, yalnızca üretimi hedefleyip üretim kirliliğini aklına getirmeyen bir çılgınlık kurumsallaştı. Dolayısıyla inşaat kapitalizmi kendi kendini çürüten bir üretim düzeninden ibaret: Hayatın doğrudan gösterdikleriyle bile rahatlıkla söylenebilir ki, inşaat rejimi yarattığı şehirlerde yaşayamıyor. Beton pompalayan bu düzen tarım alanlarını yok ettikçe, distopya görünür oldu. Ya kurtulacağız ya da geri dönülmez adımlarla bu batağa saplanacağız.. 

 

3.    Mimari, egemenler için kuşkusuz ki ideolojik bir terkip. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında da geçerliydi. Peki sizce bu 100 yıllık süreçte mimarinin ve kentlerin ideolojik terkibi nasıl bir seyir izledi?

 

Ülkemizde 1950’lerden beri hızlı ve bilinçli bir eskiyi yok etme programı uygulanıyor. Bu amaçla şehrin belleğini tarümar eden bir mantıkla yollar açılmış ve hızla bütün anıları silen bir yeni inşaat düzeni ortaya konulmuştur. Yetmiş beş yılda gelinen nokta şudur: Bu ülkede yüzyıllarca Hıristiyanlarla beraber yaşanmamış ve sanki böyle bir şey yalandan ibaretmiş gibi bütün mimari gelenek çöpe atıldı ve her yerinden inşaat filizleri fışkıran, ahlaksız rant düzeni bunun yerine kondu.

Herkes artık açıkça görmeli, İslam’a ait olmayan tarihsel yapılar öncelikle yok etme stratejisinin bir parçası olarak ideolojik gerekçelerle yıkıldı; sonra İslam mimarisi de dahil her şey “yatırım” ve “getiri” sözcüklerinin büyülü etkisiyle yok edildi. Sonuç olarak bu ülkedeki binalar, pencereleri ve dış yüzeyiyle aynı, yapısıyla çürük ve mantığıyla doğa düşmanı bir düzenin asıl göstergesi oldu. Şehirler tarım alanlarına yerleşti, en başlıca rant kaynağı konut oldu ve bu sayede Edirne’den Hakkari’ye kadar uzanan şu coğrafyada kendine özgü bir karakteri olmayan, bir örnek, zevksiz konut düzeni hayatımıza yerleşti.

1996 yılında daha bu işler hiç konuşulmazken Sokakların Ölümü adlı inceleme kitabını yazmıştım: Orada sözünü ettiğim şeyler maalesef bir bir ortaya çıkıyor, ama ne yazık ki benim gibiler yalnızca söz söylemiş olmakla kalıyorlar. Vicdan sahibi insanların duruma el koyması gerekir, çünkü hepimiz bu ülkede yaşıyoruz ve hepimizin şu ya da bu nedenle yıkıma aday olan binalarda yaşayan bir yakınımız var. Artık kamu vicdanı harekete geçmelidir, konutlar bireysel insiyatiflere bırakılamayacak nitelikteki toplumsal varlıklardır. Bu nedenle gelin her bölgenin mimari özelliklerine uygun bir yapılaşmanın başladığı bir dünya hayal edelim. Verili mimari çehreyi reddedelim. Tüm şehirlerimizde yerel geçmişi sentezleyen, ayırıcı mimari yapılar bulunmalıdır. Her şehrimizi bu özellikleriyle parmakla göstermeliyiz. 

Ülkemizde İtalya ve Yunanistan’dan bile daha fazla bir tarihi derinlik var; özellikle İtalya’daki çevre bilinci ve şehir korumacılığının zerresi bu topraklarda yok.  

 

 

4.    Daha önce Sivas Yangını dolayısıyla Gecekonduların Öcü’nü yazmıştınız. Gecekondu meselesini kuşkusuz ki 12 Eylül’le ilişkisi bağlamında da düşünmek gerekir. Bir dönem devrimcilerin örgütlenme alanları olan gecekondu mahalleleri, 12 Eylül’den sonra büyük ölçüde Ülkücü ve İslamcı çetelerin eline geçti. Siz bu siyasal eksen kaymasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 6 Şubat depremlerinde enkaz altında kalan İnşaat Rejimi, tam da bu siyasal eksen kaymasından beslenerek gelişmedi mi?

 

Gençliğimde gecekondu yapmak isteyen halka amelelik yaparak onları konut sahibi haline getiren bizi, devrimcileri anımsıyorum. Bu davranışımızı basit bir halk dalkavukluğuna çeviren şey, gecekonduların yasallık kazanması ve buralara otuz kırk katlı blokların yapılması olmuştur. Dün devrimcilerden briket, çatı, elektrik için yardım alan kent yoksulları, birdenbire kent rantiyeri haline geldiler. Gecekondululara yardım ederken mütevazı bir evde yaşayan ve toplumsal adalet için kavga eden bizler yine aynı evlerde yaşamaya devam ettik. Belki de bu yüzden bugünün rantiyerleri bizi hayalci ve ahmak buldular. Şüphesiz ki öyle olduğu anlaşılıyor; hayallerimizi onlar için kurmuş olduk ve gecekondulara taşıdığımız her briket inşaat rejiminin ekmeğine yağ sürdü: Buralarda “kentsel dönüşüm” adı altında rant dönüşümü sağlandı ama acısı yine halktan çıktı. Öyle bir rant düzeni ki bu, yalnızca halkı savunanlar ve halk bedel ödüyor, ne yazık ki hapishane ya da tabut yapanlara bir şey olmuyor. 

1993 Sivas Yangını’ndan sonra gecekondulara sahip çıkanlar Türkiye’yi islam sosu bulaştırılmış bir lümpenlikle bugüne kadar idare edebildiler. Şüphesiz gecekondular kendilerine taş taşıyan solculardan intikam aldı, kendine mezar hazırlayanlara ise oy verdi. Bugün işte sadece yirmi yılla açıklanması yetersiz olan, yetmiş yıllık bir rant düzeninin öcü hepimizden çıkıyor. Olan yine halka oldu. Bakın, İnşaat Partisi’nin bütün elemanları ellerini oğuşturarak olanı biteni bir kenardan izliyorlar çünkü kendilerine en az iki milyon konutluk alan açıldı. İşte buna artık dur demeliyiz. Para için her şeyi yok eden bu vicdansızlığın sonunu şimdi getirmeliyiz. Bu kadar zulüm yeter.

  

Ayrıntı Dergi Sayı 43 

Nisan 2023