Babam


                                                        
Çocukluğumda bir Hıdrellez günü, babamın, ayağı burkulduğu için faytonla eve gelen ablamı dövmesi içimde bir yaradır. Babam, “faytonla kötü karılar gezer” dediği için ablama gözdağı veriyordu aklısıra; bu olay ne zaman aklıma gelse zavallı bir gelincik gözümün önünde salınır durur. Çünkü Hıdırellez zamanında gelincikler açar, Kayseri’nin etrafındaki kırlarda yeşille kırmızı cümbüşe dalardı.

Çocukluğumun en erken anıları arasında, Hisarcık’ta bir bağda vişne tadı hâlâ damağımda duran bir gün var. Gür yapraklarıyla gün ışığını tutan, altına geçirmeyen ağaçları ve tüm insanlara sinen sevinci anımsıyorum. O günden en çok aklımda kalan kişi ise babam. Şakakları kırlaşmış, güzel babam. Çok güzel bir adamdı; sert bir tabiatı vardı. Yaşlandıkça aynı yüzde sert ve mazlum iki maske belirdi, birbiriyle çekişti.

Benimle ilgili anılar ve nesneler biriktirmeyi severdi. “Bak, bu ilk ayakkabın, bu da ilk fotoğrafın” gibi sözler söylemeye bayılırdı. En çok da, annesinin memesini emen yavru kediye bakarak “baba bak, küçük kedi büyük kedinin çükünü yiyor” dediğimi anlatırdı. Mintan yerine pintan, atlet yerine aklet deyişimi anımsayınca geçmişe dalar, bir hoş bakardı.

Ağabeyimin hiçbir hareketinden hoşlanmazdı. Aralarındaki en yakın ilişki şiddetti. Babam en ufak bahaneyle ağabeyimi dövebilirdi. Çünkü sonradan, büyüyünce anladım ki, babam ağabeyime dedemin adını veriyor ve ona büyük umutlar bağlıyor. Ancak, tüm umutlar boşa çıkınca, ağabeyimi sanayiye çırak olarak veriyor. O acı günler aklımdadır: Tulumları her hafta yıkanan ağabeyimin ergenlikten delikanlılığa geçişini, bana ilk kez bira içirişini, sanayide çıraklık yapmaya ara verdiği zamanlarda mı, yoksa daha önceki bir zamanda mı bilmem, el arabası üzerinde meşrubat sattığımızı unutamam. Çok küçüktüm, meşrubatları hep içiyor olmalıydım. Ama tuhaf, şimdi bu ayrıntıyı anımsayınca gözlerim doldu, çünkü ağabeyimin hep sevgiyle bana baktığını anımsadım. Çok genç öldü, ölüm bir unutuştur, onu anımsadığımdan bile haberi yok biliyorum, ama ne zaman onu düşünsem içim burkuluyor, sesiyle yüzüyle içimde çınlarsa da ağlıyorum.

Altmışlı yıllarda Kayseri’nin çevresinde çok sayıda tarla vardı. Bu tarlalar büyük havuzlarla sulanır, çocuklar da bu havuzlarda yüzmeye giderlerdi. Bir keresinde ağabeyim beni havuza götürüp, dönüşte bisikletin terkisine bindirdi. Aksilik bu ya ayağımı bisikletin tekerleğine kıstırdım. İki çocuk ağlayarak eve geldik, babam “ne yaptın lan bu çocuğa eşşoğlueşşek” diyerek ağabeyimi döverken, haksızlık karşısında ilk kez isyan ettim. Ağlamayı kestim ve hıçkırarak “baba onu dövme, o suçsuz!” dedim. O an, bütün duygularıyla öylesine keskin bir şekilde içimde duruyor ki, bu yaşıma kadar, o günü de içimde bir yara olarak sakladığımı anlıyorum. Marcel Proust bu yüzden, yaşanan zamanı, her noktasına dokunabildiğimiz bir organizmaya benzetiyor olmalı.