Nesnel Bakış Üzerine



Çocukların ve soyut düşünemeyenlerin gördükleri şeyler, öncelikle nesnelerdir. Aslında tüm insanlar günlük yaşamda öncelikle nesneleri görür. Soyut düşünenlerin tek farkı, üretilmiş nesnelere bakınca onların üstündeki insan düşüncesini görebilmektir. Aristo buna "idea" demiştir, Marx da "soyut emek".
İdeanın hiçbir tasarlama çabası olmadan kendiliğinden varolduğunu söylediği için katılmasam da Aristo'ya şükran borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü insan emeğiyle oluşmuş bir nesneye baktığımızda onda içerili duran düşünceyi aklımıza ilk düşüren odur.
Metalara bakınca -idea olsun, soyut emek olsun- oradaki insan düşüncesini görebilmenin, insanın kendine bakışındaki nesnelliği artırdığı inancındayım. Çünkü nesnel bakış, insanın kendi dışına baktığında yalnızca nesneleri, kendine baktığında ise yalnızca özneyi görmekten vazgeçebilmesiyle mümkündür.

Romana İmza Atmak

Gentile Bellini'nin İstanbul'a geldikten sonra yaptığı resimlerden biri: Yeniçeri

Son romanı Masumiyet Müzesi'yle, "yazdığı romanın içinde görünme"yi, artık iyiden iyiye "oyunculuğa" vardıran Orhan Pamuk ve benim de içinde olduğum bazı yazarlar, geleneksel şairlerin son dörtlüğe imza atmasını beğenmeyip, şiir öznesini bütünüyle ben özneye çeviren modern şairleri akla getirebilirler.
İhsan Oktay Anar, ilk kitabından beri bunu yapıyor; Hasan Ali Toptaş Uykuların Doğusu'nda, kendi adını söylemenin adeta tadını çıkarıyor ve sürekli "Hasan'ım Ali" diyen dayıyı seslendiriyor. Ben de Gölgenin Canı'nda bir öyküde doğrudan beni görüyorum, Kalenderiye'de Sergüloğlu karakteri olup varlık buluyorum ve Rüya Körü'nde de umulmadık bir anda perdeyi aralayıp görünür oluyorum.
Nicedir bu "görünür olma" eğilimi hakkında düşünmekteydim. Zihnimi bunun bir eğilim mi, yoksa döneme uygun bir "anlatım tarzı" mı olduğu konusu çok kurcalıyordu ve içimde çeşitli sorular dönüp duruyordu:
*Eski şairler gibi, yapıtına "benimdir" demenin böylesi bir yolunu bulan yazar, bencil biri gibi mi görünür?
*Acaba bu tavır, romanın asıl laboratuvarını korkusuzca ifşa etme gözüpekliği olarak da görülebilir mi?
*"Yazara romanın kapağındaki adı yetmiyor mu" diyenler haksız mıdır?
*"Yazarın romanında bir kurmaca kişi olarak görünmesini, romanın kurmacalığına müdahale saymak gerektiği"ni söyleyenlere nasıl yanıt verilebilir?
Bu durumda kanımca aşağıdaki iki olasılıktan birine göre tartışma sürdürülebilirdi:
Bu tür romanlar ya teknik olarak birbirine çok benzemiştir, ayrılıkları görünüştedir; ya da romancılıkta yazarın neredeyse roman kahramanı gibi görünme ve kişilik bulma eğilimini koşullayan bir dönemsel tutum belirmiştir.
Doğrusu, ben günümüzün, roman kahramanı gibi olmayı koşulladığı düşüncesine yakınım. Çünkü bu eğilimle yazan ve adını andığım şu dört yazarı yan yana koysak, bunların birbirine benzer şeyler yapmadığından, hatta estetik yaklaşım bakımından farklı olduğundan kimsenin şüphesi olmaz.
Birbirinden farklı edebi yaklaşımları olanların benzer şeyler yapması ancak dönemin koşulladığı bir hal olabilir çünkü.
Sanatçının yarattığı yapıta "imza koymasının" ayıplandığı bir çağda, bunu ilk kez gerçekleştiren Jan Van Eyck'tan bugüne yüzyıllar geçti. Emile Zola'nın Nana'da üstü örtülü bir biçimde göründüğü, Doğalcı akımı ironik bir biçimde tartıştığı sahnenin üstünden de yüz otuz yıl. Eyck, "Arnolfinilerin Düğünü" tablosuna Johannes de Eyck fuit hic yazarak, bugün romana kadar uzanan "görünür olma" furyasını başlatmış, deyim yerindeyse bu eylemin babası olmuştu. Bu nedenle hiç çekinmeden "Sanatçının bayağılığa düşmeden kendini görünür kılması sanata dahil bir eylemdir" diyorum.
İnsan zihninin yazıdan çok fotoğrafik imgeyi önce gördüğü çağımızda sanatçının "soyut ben"den somuta doğru gittiğini, Oğuz Atay'ın Turgut Özben karakterinin Masumiyet Müzesi'ne konularak, o müzenin kurucusu Kemal Bey'in Orhan Bey'i anlattığı bir çağa gelindiğini düşünüyorum.
Bu sözlerim bir olumsuzlama değildir. Tam tersine, romanda yazarın görünür olması, sürekli tekrarlanabilecek bir tarz olmadığı için kanımca çok değerlidir. Teknik açıdan yeni çıkışlar arayan yazarlar, belki de bu yoldan yeni dönemin işaret fişeğini havaya atıyorlardır. Çünkü günümüzde o kadar anonim dille yazılmış roman var ki, o kadar "roman geleneği"nden habersiz bir dil ve üslupla yazılıyor ki, roman kahramanı kılığına girerek yazanların ancak bu yoldan meydan okuduklarını düşünüyorum.
Çünkü anonim şiirde değil modern şiirde; minyatürde veya kilise vitrayında değil resimde; (estetik özgürlüğün imkanı bulunan o yerde) sanatçı görünür olmak istedi. Para keselerinin ve piyasanın okuru iğdiş ettiği bir dünyada, yazarın elbette para keselerinden ve piyasadan yüksek bir ruha sahip olması ve adını bunların dışına koyacağı o ayrıksı evreni kurması sürpriz değildi.
Tekvin'de "Allah'ın insanı kendi suretinde yarattığı" yazılıdır. "Allah bilinmek, görünmek istediği için insanı yarattı" diyen Batınî Müslüman da aynı şeyi söyler.
Belki de bu yüzden, edebi evrende sürekli olarak kendi varoluşunun silindiğini hisseden yazar, oraya Adem veya Havva olarak kendini koyuyor diyebiliriz. Bir Tanrı gibi davranan yaratıcı, kendini yeniden yaratarak, belki de kendi yok oluşunu izliyor.
Çünkü resme ve şiire ilk kez imza koymayı akıl edenler çoktan tarih oldular. Roman için de belki böyle bir sonun başlangıcı geldi: Belki de tümüyle görsel malzemenin diliyle yazılan, anonim bir roman çağının başındayız da haberimiz yoktur.