Önce onu bir yer adı gibi düşünelim: Calendaria, bir takvim/zaman yurdudur. Zamanı söyleyen, zamana göre eyleyen dervişlerin ülkesidir. Bu, bana “gök cisimlerinin hareketine göre yolculuğa çıkan” dervişler için düşünülebilecek en özlü ad gibi gelmiştir.
Geçmişimizde önemli bir yer tutsa da, hep ayrıksı ve uzak sayılan kalenderlik tarihine “merkezden” yani İstanbul’un yönetim ideolojisinden uzaklaşarak bakmak gereği olduğunu düşünüyorum. İstanbul her ne kadar kozmopolit bir yer olsa da, yani her din ve soydan insan orada yaşasa da, merkezin dinsel hükümranlığı Sünni şeyhülislamda somutlanmaktaydı. Bir dinsel algılar çağı olan geçmişte, Sünniliğin imparatorluğu dışında başka dinsel merkezler de vardı: Konya’da Mevlevilik, Hacıbektaş’ta Bektaşilik, Lübnan’da Yezidilik, Antakya, Mısır ve Athos’ta Ortodoksluk, Kayseri’de Gregoryenlik bu merkezi bakıştan uzağa düşmüş pek çok dinsel yaklaşımın merkeziydi. Kalenderlik gerçekte bir yer adı değildir ama kitapta bu bir roman kahramanının adlandırmasıyla böyle bir fantastik yer adına dönüştürülmüştür.
Kitapta 14. yüzyılda, Anadolu’da dolaşan bir Venedikli tüccarın, Türkçe bilmesinden doğan bir yazım biçimi sürprizi vardır: Türkçeyi kendi dilinin ses değerlerine göre yazan tüccar, gerçekte resmi alanda böyle yazılması hiçbir zaman düşünülmemiş olan dilimizi şaşırtıcı bir başkalık içinde algılamamızı sağlar.
Romanda politik ve ekonomik tarih bir gölge fenomendir. Yazar olarak bu durumu tartışmayı hiç istemedim. Ayaklananlar niye ayaklandı, anlıyoruz; fakat bu konuda haklı olup olmadıklarına yazar olarak benim edeceğim söz yok. Ben kim olursa olsun, o insanın iç dünyasını anlamakla kendini görevlendirmiş bir yazıcı olmayı daha anlamlı buluyorum.
Kitap üç sayısının özelliklerine göre tasarlanmıştır. Zaman Yeli- Güvercine Ağıt ve Kalenderiye Kapadokya’yı anlattığım üç romandır. Üçüncü romanda üç bölüm vardır. Üç bölümde üç erkek vardır. Her bölüm üç günde yaşanır. (Bu üçlü hal devam eder gider)
Benim üç romanımın temel sorunlarından biri de zaman karşısındaki insanın aczidir. Roman kişilerim zamanı merak eder, her romanda zamanla ilgili temel bir görüş ortaya konulur. Bu görüşlerin kanıtlanması beni ilgilendirmez, ben bu görüşün estetik açıdan etkileyici olup olmadığına bakarım.
Ben vicdanın insan davranışının en süzülmüş, en toplumsal duygu olduğunu düşünüyorum. Doğruluk ve iyilik gibi kimsenin reddetmeyeceği bu insani hakikati romanın asal sorunlarından biri yapmakla, seçkincilikten uzak bir düşünsel zemini edebi dile indirgemeye çabalıyorum.
Kalenderiye’nin üçüncü bölümü, geleneksel bir anlatı tarzı olan hikâye anlatıcılığını ve meddahlığı birleştiren bir formdadır. Üçüncü bölümün anlatıcısı olan Sergüloğlu, 16. yüzyıldaki dil özellikleriyle çıkıp gelmiş, olayları bildiği gibi anlatan, bugüne ait olmayan, attan ve arabadan öte bir ulaşım aracı tanımayan, hayatı gök cisimleri ve dinsel sözler ekseninde tanıyan bir insandır. Çok yereldir ve İstanbullunun dilini anlamakta güçlük çeken bir taşralıdır. O konuştukça, bugün İstanbul diline göre yazan-okuyan bizlerden ayrı bir zamana ve başka bir yere ait olduğunu açıkça gösterir. Tanrı anlatıcının yerine ben anlatıcının arkaik denebilecek bir halini üçüncü bölüme yerleştirmekle, örneğine rastlanmamış bir yenilik yarattığımın farkındayım. Yazarın anlatıcı olduğu ve her şeyi içiyle dışıyla bildiği bir anlatım yolunu kitabın üçüncü bölümünde birdenbire kestim; bundan sonrası, yazıyı bilmeyen bir adamın anlatımıyla sürdü ve kimsenin iç dünyası –doğal olarak- anlatılmadı. Anlatıcı tekdüzelikten çıkıp kişilik kazandı, çünkü hep kendi sözleriyle konuşan bir anlatıcı, sanki yazara ve okura rağmen orada bulunan bir somut kişiyi akla getiriyordu. İşte bu yüzden, romanı daha yazarken bile Sergüloğlu tipinin edebiyatta benzeri olmadığının bilinciyle, sevinçten ne yapacağımı bilemiyordum.
Geçmişimizde önemli bir yer tutsa da, hep ayrıksı ve uzak sayılan kalenderlik tarihine “merkezden” yani İstanbul’un yönetim ideolojisinden uzaklaşarak bakmak gereği olduğunu düşünüyorum. İstanbul her ne kadar kozmopolit bir yer olsa da, yani her din ve soydan insan orada yaşasa da, merkezin dinsel hükümranlığı Sünni şeyhülislamda somutlanmaktaydı. Bir dinsel algılar çağı olan geçmişte, Sünniliğin imparatorluğu dışında başka dinsel merkezler de vardı: Konya’da Mevlevilik, Hacıbektaş’ta Bektaşilik, Lübnan’da Yezidilik, Antakya, Mısır ve Athos’ta Ortodoksluk, Kayseri’de Gregoryenlik bu merkezi bakıştan uzağa düşmüş pek çok dinsel yaklaşımın merkeziydi. Kalenderlik gerçekte bir yer adı değildir ama kitapta bu bir roman kahramanının adlandırmasıyla böyle bir fantastik yer adına dönüştürülmüştür.
Kitapta 14. yüzyılda, Anadolu’da dolaşan bir Venedikli tüccarın, Türkçe bilmesinden doğan bir yazım biçimi sürprizi vardır: Türkçeyi kendi dilinin ses değerlerine göre yazan tüccar, gerçekte resmi alanda böyle yazılması hiçbir zaman düşünülmemiş olan dilimizi şaşırtıcı bir başkalık içinde algılamamızı sağlar.
Romanda politik ve ekonomik tarih bir gölge fenomendir. Yazar olarak bu durumu tartışmayı hiç istemedim. Ayaklananlar niye ayaklandı, anlıyoruz; fakat bu konuda haklı olup olmadıklarına yazar olarak benim edeceğim söz yok. Ben kim olursa olsun, o insanın iç dünyasını anlamakla kendini görevlendirmiş bir yazıcı olmayı daha anlamlı buluyorum.
Kitap üç sayısının özelliklerine göre tasarlanmıştır. Zaman Yeli- Güvercine Ağıt ve Kalenderiye Kapadokya’yı anlattığım üç romandır. Üçüncü romanda üç bölüm vardır. Üç bölümde üç erkek vardır. Her bölüm üç günde yaşanır. (Bu üçlü hal devam eder gider)
Benim üç romanımın temel sorunlarından biri de zaman karşısındaki insanın aczidir. Roman kişilerim zamanı merak eder, her romanda zamanla ilgili temel bir görüş ortaya konulur. Bu görüşlerin kanıtlanması beni ilgilendirmez, ben bu görüşün estetik açıdan etkileyici olup olmadığına bakarım.
Ben vicdanın insan davranışının en süzülmüş, en toplumsal duygu olduğunu düşünüyorum. Doğruluk ve iyilik gibi kimsenin reddetmeyeceği bu insani hakikati romanın asal sorunlarından biri yapmakla, seçkincilikten uzak bir düşünsel zemini edebi dile indirgemeye çabalıyorum.
Kalenderiye’nin üçüncü bölümü, geleneksel bir anlatı tarzı olan hikâye anlatıcılığını ve meddahlığı birleştiren bir formdadır. Üçüncü bölümün anlatıcısı olan Sergüloğlu, 16. yüzyıldaki dil özellikleriyle çıkıp gelmiş, olayları bildiği gibi anlatan, bugüne ait olmayan, attan ve arabadan öte bir ulaşım aracı tanımayan, hayatı gök cisimleri ve dinsel sözler ekseninde tanıyan bir insandır. Çok yereldir ve İstanbullunun dilini anlamakta güçlük çeken bir taşralıdır. O konuştukça, bugün İstanbul diline göre yazan-okuyan bizlerden ayrı bir zamana ve başka bir yere ait olduğunu açıkça gösterir. Tanrı anlatıcının yerine ben anlatıcının arkaik denebilecek bir halini üçüncü bölüme yerleştirmekle, örneğine rastlanmamış bir yenilik yarattığımın farkındayım. Yazarın anlatıcı olduğu ve her şeyi içiyle dışıyla bildiği bir anlatım yolunu kitabın üçüncü bölümünde birdenbire kestim; bundan sonrası, yazıyı bilmeyen bir adamın anlatımıyla sürdü ve kimsenin iç dünyası –doğal olarak- anlatılmadı. Anlatıcı tekdüzelikten çıkıp kişilik kazandı, çünkü hep kendi sözleriyle konuşan bir anlatıcı, sanki yazara ve okura rağmen orada bulunan bir somut kişiyi akla getiriyordu. İşte bu yüzden, romanı daha yazarken bile Sergüloğlu tipinin edebiyatta benzeri olmadığının bilinciyle, sevinçten ne yapacağımı bilemiyordum.