14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Sayı 2 Nisan Mayıs 2014
Güdümlü Roman ve "Muhafazakâr Sanat"
on 15 Nisan 2014 Salı
Etiketler:
Sağcı Edebiyat: Eyy Propaganda
/
Comments: (0)
Adorno’dan sonra artık hiç kimse
sanatın özerk olmadığını iddia edemez.
Fakat sağcı kişi edebilir: Sağcı için
“bağlanmış edebiyat” icraatı, eski zulüm sahiplerinin koltuğuna oturup yeni bir
zulüm üreten sağcı hükümetin icraatına benzer: İktidardadır ve Sovyet Yazarlar
Birliği’nin “parti edebiyatı” tezini “Muhafazakar Edebiyat” “Gelenekçi
Edebiyat” gibi tavşanın suyunun suyu tezlerle dolaşıma sokar. Sağcı entelektüel
böylece bir bakıma “Siz sosyalist edebiyat derken oluyordu da biz muhafazakar
deyince niye olmuyor” demeye getirir.
Halbuki edebi tarih, neredeyse yüz elli
yıldır “güdümlü edebiyatla mücadele tarihi”dir. Bu mücadelede solun katkısı
şüphesiz büyüktür: Arthur Koestler Gün
Ortasında Karanlık’ı yazarken, Brecht Lukacs’a itiraz ederken, Frankfurt
Okulu bağlanmış edebiyatla açık açık mücadele ederken sağcılar uzun sürecek
uykularının başındaydılar.
Güdümlü edebiyat artık özellikle sağcılığın
kusurudur. Ülkemizin tarihine kısaca göz atmak bile bunu anlamaya yeter: İttihat
ve Terakki döneminde ısmarlanan “Turan” romanlarından başlayarak, Milli
Edebiyat ve sonrasının sağcı çığırı bütünüyle güdümlü edebiyattır. “Müslümanların
çilesi”ni anlatanlar, bozkurtları diriltenler, fetih romanları yazanlar kendi
yaptıklarını hak sayıp solcu edebiyatı güdümlü olmakla suçladılar. “Hiçbir
ideoloji ideolojik’im demez” diyen Althusser’i anarak, Peyami Safa’dan bu yana
yazılanlar da dahil-, bu ülkede henüz akademik teşrih masasına yatırılmamış
olan sağcı edebiyatı “asıl güdümlü edebiyat orada!” diye işaret edip devam
edeyim.
Edebiyata sağcı bir
iklimden beslenerek katılmış olanların en büyük sorunu, anlattığı konunun
“haklı” ve doğal tarafı haline
gelmektir. “İnceleyici”nin konusunu sevmesi başka, konusunun propagandasını
yapması ve onun tarafı haline gelmesi başkadır. Bizim üniversitelerimizin
edebiyat bölümlerine tek kutuplu bir sağcılık egemen olduğu için bu konularda
nesnel duyarlılık gösteren akademisyen varlık bulamaz. Türk Dili ve Edebiyatı
bölümlerinde genelde “özcü” bir Türkçülük ve etnik merkezli bir dünya algısı vardır.
Oralarda yandaş olanlara sevgi, olmayanlara nefret beslenir, kitaplar ve
incelemeler öyle yazılır. Bilimsel çalışma tekniğine uygun yapılan
araştırmalar, yalnızca “gibi”dir; bilinenin tekrarından öte gitmeyen “tez”ler
yazdırılır ve o yazılanlarda körler ve sağırlar, birbirini ağırlar.
Örneğin bu yazılanlardan
birini raftan çekip elime aldığımda ne görebilirim? Bu bir Peyami Safa
incelemesi olsun. Okuyunca anlarız ki, bu inceleme romancının başarısız
olabileceği konusunda hiçbir kuşku içermez; öyle bulanları zikretmez. İnceleme,
Safa’nın “dünyanın en önemli psikolojik romancıları arasında olduğu” iddiasının
baskısı ve gölgesi altında kalır ve maalesef yalnızca Türklerin bildiği bu
söylence önünde ezilip büzülür.
Gösterişli, iddialı adlar
taşıyan inceleme kitaplarında bile bilimsel şüpheye yer yoktur. Örneğin Peyami
Safa’nın “tezli romandan nefret ettiğini” söylemesi incelemeciye yeterli gelir
ve tezli romanların şahikasını yazmış olan yazarı asla sorgulamaz.[1]
“Attila yaratıcı tahripkârdır!” diyerek barbarlıkla övünen metinlerin yazarı
Peyami Safa, tez değil de sanki edebi hakikatler öne sürmüştür. Bırakalım
Attila için söylediklerini, Fatih Harbiye
romanında öne sürdükleri nedir? Matmazel
Noraliya’nın Koltuğu’nda, Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’nda, aklına her gelen yerde doğu-batı tezleri sayıklayan
Peyami Safa “tez öne sürmüyorum” dedi mi, bizim sağcı inceleme yazarı da buna
eyvallah deyip boynunu büker. “Kadın fıtratından” endişelenen (Bir Tereddüdün Romanı, Şimşek) ve onu
hakir gören Peyami Safa’yla hesaplaşmak, sağ fikriyatla hesaplaşmaktır çünkü:
“Peyami Safa kadından nefret eder ve aşağılar” dedin mi, o fikriyat içinde
kalamazsın. Hakikat neyse nedir, fakat ideoloji, yalnızca başkalarının ideolojik olduğunu ve yalnızca başkalarının tarafgir davrandığını düşünür.
Söylem etnik sağcılıktan
İslami radikalizme kaydıkça sağcı paradigma ya “bizim bildiğimizi bilmiyorlar”
kibriyle kendi düşüncesinden emin görünür ve kendini dinsel kerametin
burçlarına taşır, ya da nefret söylemini gerçek bir vandalizmle yan yana
getiren acarlığı kendi sözünden esirgemez.
Aklı başında bir inceleme
sanıp da elinize yanlışlıkla İhsan Süreyya Sırma’nın Tarih Şuuru adlı kitabını[2]
aldıysanız görüp göreceğiniz bu ikisinin bileşimidir: Hem her şeye vakıf
olduğunu sanan hem de İslam olmayan herkesten nefret eden bir söylem. Üstelik,
nesnel bir bakışla yazılmış bir şerh gibi başlayan ve önsözünde “Tarih ilminin
insan toplumlarına bir yararı yoksa, milletin kafasını geçmişin hikâyeleriyle
neden dolduralım” yazdığı için “İslami bir pragmatizm mi doğuyor” diyerek merak
uyandıran bu yazar, kısa süre içinde bu ilginizi büyük bir gürültüyle
söndürmeyi başaracaktır: Ona göre dünya tarihi peygamberlerle düşmanları arasındaki mücadelelerin tarihidir. Bu
durumda Marx’ın dünya tarihini sınıf
mücadeleri tarihi olarak okumasına yapılan bu göndermeye ve tatlı intihale
gülümsemekten başka yapacak bir şey kalmaz. Çünkü okuduğumuz şey objektif bir
tarih çalışması değil, ağırlaştırılmış taassup metnidir: Kulluk kavramıyla sorunu olmayan objektif bir tarih çalışması
olabilir mi? Hem şöyle şairane ve öfkeli sözlerin tüm insanlığı kucaklama
iddiasında olan bir dinin yandaşı tarafından söylenmesinin gereği nedir:
“Mü’min kokusu olmaz kâfirde. Allah’ın kanunlarına isyan bayrağı açmış olana
Allah güzel koku mu verir?” [3]
İnsan düşünmeden
edemiyor, niye koku? Beş duyu içinde kokuya dikkat neden? Üstelik bu
doğrulanabilir bir şey mi? Koku derken parfümü mü kast ettiniz, kolonyayı mı?
Hacı yağının ortalama bir gâvur parfümünden daha iyi koktuğu iddiasını öne sürüyorsanız bu nasıl kanıtlanabilir? Hem
ayrıca dünyada Müslümanlardan başkası iyi kokmaz derken kastınız nedir, mecaz
ise, hay mecazınız batsın, yahu bir de apaçık, dümdüz, eğretilemeden konuşun
denmez mi size?
Ya da şu söz:
“Cennet kılıçların
gölgesi altındadır.”
Basit ve saldırgan bir
politik ajitasyonun dilini İslami dile tercüme edip “kâfirleri” nefret tehditi
altında tutarak huzur içinde yaşamak, ancak adaletsiz bir dünya tasavvur
edenlerin işidir. Cennetteki huzurun kılıçların gölgesinde olduğunu söylemek,
fikir olsa ne olur, olmasa ne olur? Hadi “Ee, hep öyle kılıç gölgesinde mi
oturacağız” demeyelim, “Cennete mi geldik savaşmaya mı” sorusunu da sormayalım,
hatta kendimizi sıkıp buna fikirdir
bile diyelim, tüm cennet tasavvurumuz bu mu olacaktır? El insaf! İnsan dönüp
bir kerecik Meşşai irfanına bakar ve
oradan konuşur! Acaba optik ve perspektif çalışan ve Yeni Eflatuncu okulu
izleyerek dokuzuncu felek (Felekler Feleği) konusunda fikirler öne süren İbn-ul
Heysem böyle bir cennet tasavvur eder miydi? Acaba ideal site anlayışını Medinet’ül Fâzıla’da evrensel düzeye
çıkaran ve bir yeryüzü cenneti tasavvur eden Farabi bu lümpen tutum karşısında
ne derdi? Sağcı literatürün sorunu işte tam da buradadır: Kendi içinde gittikçe
tartışılmaz hale gelen bir söz düzeni vardır ve bunun eleştirisi de maalesef
yapılmamaktadır. Bundan eninde sonunda büyük bir kuşatıcı kanon doğacağa
benzer: Kendi sözlerinin sınırını çizen ve onu geçmekten korkan İslamcı söz
dağarcığı.
Peygamberlik, ülûhiyyet,
türban, dini sohbet veya dinin farizaları söz konusu olduğunda herkesin söz
hakkını kullandığı –ve dokunulmazlık kazandığı (dinime sövüyor!)- bu alanda,
kuşkusuz din ve Allah adını zikredenlere neden bunları konuştuğu sorulamaz. Ne
var ki söylenenlerin eleştirisini din referanslarıyla konuşmayanlar kadar,
konuşanlar da yapmak zorundadır. O halde eleştirisi yapılamayan, söylenenlerin
tüm insanlığa ait bir kabul edilebilirlik çizgisinde tartışılmasına imkan
vermeyen bu söz düzeni ideolojiktir, kendisi gibi olmayana dilediğince
sövmektedir ki salt bu nedenlerle bile bunları reddetme hakkı meşrudur.
Koray Çalışkan’ın bir
makalesinde yazıldığına göre İslami romanlarda akıldışı olan İslam dışıdır,
akla dayanan alan ise İslam’dır. “Aydınlanmak” da İslamlaşmaktır.[4]
Kant’tan alınma bu kavramlar, İslamcılığa karşı sürülen Kemalist tezleri aynı
tezlerle “püskürtmek” için kullanılan “yobaz” kavramını akla getirir.
İslamcılar kendilerini yobaz olarak aşağılasın aşağılamasın, İslam olmayanlara
artık “yobaz” demektedirler. Bu hal roman alanında sakınımsız ama densiz bir
özgüvene ve İslam’a uygun olmayan her şeye hayret ve şüpheyle bakmaya varmıştır.
Buna bilgiyle davranan kişi davranışı diyemeyiz; çünkü bildikçe anlayışı
genişleyen insanın başkasını salt kendisine benzemediği için küçük görmesi
olanaksızdır. Oysa sağcı entelektüelin davranışı, olayları kavrayamadığını
görme olanağı bırakmayan bir kibirle sınırlanmıştır. Zaten kavrayışı olmayanın
kavrayamadığını öğrenmesi olanağı yoktur; trajikomik olan şey tam da budur: O,
başkalarını kavrayamıyor sanır. Yobaz, işte bu halin somut kişisidir.
Ateist denince aklına intihar edecek adam gelen ve Taş adlı öyküsünde bir dinsizi
aydınlatmakla ilgili bir irşat öyküsü anlatan Mehmet Alagaş’la veya sürekli
olarak türban irşadı için yazan Ahmet Günbay Yıldız’la, Şule Yüksel Şenler’le
veya Emine Şenlikoğlu ile entelektüel zeminde buluşmak sözkonusu bile olamaz:
Çünkü onlar yalnızca benzerlerine, tekrarlandıkça kemikleşen önermeleri taşıyan
insanlardır. Kur’an’da geçen ifadeyle konuşacak olursam asıl bu yazarların
“kalpleri mühürlü”dür: Dinden başka bir şeyi göremezler. Oysa edebiyat yapacağım diyerek kalemi eline
alan bir kimsenin gözleri ve kalbi tüm insanlığa açılmalıdır: İnsanlığı
kucaklamayan, tam tersine onların büyük bir bölümünü düşman sayan bir edebiyat
olur mu? Dünya entelektüel birikiminin ötekileştirme
saplantıları yoktur ve insanlığı kucaklayan herhangi bir yazarla ortak bir
zeminde buluşmak zor değildir. Ne var ki Alagaş, Şenlikoğlu veya benzerleriyle
buluşmak için ancak onlar gibi olmak
gerekir.
Biri de çıkıp söylesin
artık: Sanat yapıtı insan türünün ideolojik gruplarına ve benzer olanlarına
göre bölünmez, bütün evrensel değerler gibi, sanat yapıtı tüm insanlığın
malıdır.
Nazan Bekiroğlu’nun
yazdıkları edebiyat mıdır, yoksa Tanrıya yönelik zikrin metin şekline girmişi
mi?
“Seni seviyorum demek
ruhun ve bedenin bütün zerreleri zikre susamışken, söylenmezse ölmek demekti.
Söylemem değildi mesele, söylemezsem ölmemdi. Biri birine seni seviyorum dedi
mi fikrimce yer ile gök titrerdi. Ona defalarca kalbimi cilalayan bir zikirle
seni seviyorum dediğimde onun bir kez olsun kendiliğinden bana seni seviyorum
demediğini.” [5]
Mevlana “Her Allah diye
seslenişinde bizim buyur dememiz gizli” derken Tanrı’nın sürekli sükût ettiğini
söyleyen bu sitemkâr sözleri yüzyıllar öncesinden eleştirmiş görünmüyor mu?
Mevlana kendinden emin bir bakışla, ibadeti suçluluk dolu bir yakarış olmaktan
öteye götürmemiş miydi? Tanrısal meseller anlatmanın âlâsını yapan Mevlana’nın
çığırı geçeli de şöyle bir yedi yüz yıl olmamış mıydı?
Edebiyatı yepyeni
anlayışlarla kavradığımız şu çağda anlatılan dinsel öykünün temsilcisi, hatta
vahyedeni gibi konuşmak tuhaftır. Asıl şirk
koşmak budur! Eninde sonunda biri de çıkıp “Bunları vahyeden vahyetmiş,
size ne oluyor da sürekli aynı şeyleri tekrar edip duruyorsunuz” der. Bütün
dini meselleri modern edebiyatın olanakları içinde yeniden üretmek için
edebiyattan rol çalmak, başka nasıl yorumlanabilir?
İyimser bir bakışla bu
yazarların “kalbinin temiz” olduğunu düşünüyorum. Bu hal onlara edebiyatın
coşkunluklarından yararlanan, esrimiş bir inanç sahibi olarak görünmekten başka
bir fayda sağlamıyor fakat bir sorumluluk veriyor: Bütün bunların edebiyatla
ilgisi nedir, açıklamak zorundadırlar.
Taraftar, mümin veya
“sâlik” (tarikat üyesi) olmanın heyecanı anlaşılabilir bir şeydir fakat bunun
propagandasını yapmanın edebiyatta yeri bulunmaz. Celaleddin Rumi yedi yüz yıl
önce edebi olanla dinsel olanın ayrışmadığı Kant öncesi bir çağda yazıyordu;
anlattığı şeyin hem temsilcisi hem de vahyedeniydi, bir şeyhti ve en azından şuttar neşesiyle zıplıyor ve lâmelife
baktığında bu harfi ellerini havaya kaldırıp semâ eden dervişe benzetiyordu.
İnsan bir şey yazarken kendinden önce yazılmışlara bakmalı. Lâmeliften yola
çıkarak Adem ve Havva’nın hikayesini yazan Nazan Bekiroğlu[6],
hadi bundan esinlendi diyelim, fakat anlattığı hikâyenin kutsallık atfedilen
kişilerin (Adem ile Havva) hikâyesini yeniden
yazmak olduğunu aklına getirmeliydi: Öncekiler yanlış olduğu için mi bunu yazdı? Yazdığı bilinmeyen bir hikâye
miydi? [7]
Bir konu şüphesiz,
defalarca yazılabilir, Faust gibi. Fakat ben burada dinsel buyruklarla, dinsel
söylemi yeniden üreten edebiyata, edebiyat içinden soru soruyorum: Sizin
yeriniz edebiyat mı? Okura soruyorum: Ey edebiyatı aramayan okur, kitap diye
aldığın dinsel hikâyeyi okurken edebiyatı kurban ettiğinin farkında mısın?
Böyle yağma var mı?
Çünkü sanatı
araçsallaştıran bu tavır de facto Stalinizmdir.
Yıllarca komünizme ateş püskürüp sonra da Stalin’in edebiyat tezlerini
İslamileştiren İskender Pala’yı akla getiren bu tavır, edebi düşünceyi sanatsal
araç-politik amaç ilişkisine indirgemiş bir ortaoyunu olarak ibretle
izlenmelidir.[8]
Sağcı veya Müslüman yazar
olarak ortaya çıkanlarda sıklıkla rastlanan bu tutum, onlar arasındaki edebiyat
öncelikli yazarları ayırt etmek güçlüğü doğurmaktadır. Tahmin edilebileceği
gibi edebi tartışma ancak edebi
kavrayışa sahip kişiler arasında yapılabilir. Eğer edebi yapıtın bir edebi
çekirdeği yoksa, yapılan tartışma daha çok siyasi ve ideolojik alana kayar.
Elbette herkesin, dinsel,
felsefi veya siyasal düşüncesi vardır. Fakat nasıl ki motor üretirken motorun
bilgisi din bilgisinden ayrı ise, nasıl ki çiftçilik bilgisi din bilgisi
gerektirmezse, sanat bilgisi de din bilgisi ile yoğrulmaz. Sanat yapıtı, sanat
bilgisi ile kurulur. Sağ literatürde, pek çok yazar bunun farkında olsa da,
anlattığı “fikrin” ve “davanın” kişisi olmaktan kurtulamıyor. Örneğin Mustafa
Kutlu, Yahya Kemal’in açtığı o huzursuz “fetih” yolunu tırmalamaktan, Peyami
Bey’in, Tanpınar Bey’in, Tarık Bey’in ve nicelerinin travması olan doğu-batı medeniyeti tartışmalarını bir kez
daha yinelemekten başka bir şey yapmıyor! Kutlu’nun, derinliksiz tipler yaratmaktan
öteye gücü yetmiyor; üstelik Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye zıtlığının çapını
genişleterek, zıtlığı Maslak-Suriçi boyutlarına taşıyor.[9]
Bu, tekrarın tekrarına düşmektir.
Galiba edebiyatı
araçsallaştıran sağcı metnin yeni aruz kalıbı bu: İçinde mimari, fetih ve batı
kavramları bulunan bir yapıyı kurmadan, ne okur bunu anlıyor, ne yazar bir şeyi
yazmaya heves ediyor. Belki de bu ısrar yüzünden konu bir türlü “insan”a
gelemiyor.
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Sayı 2 Nisan Mayıs 2014
[3] Taassup sözcüğünün
kökü doğrudan "sinir"le ilgili. "Asabım bozuk" derken
kastedilen öfke Arapçadan, olduğu
gibi geçmiş. Fiil olarak kullanımı da bu kökle ilgili: Bir şeyi sarmak,
çevrelemek gibi anlamları var. Sinir
ağının tüm vücudu sarmasını akla getiriyor. Güç, şiddet anlamları da sözcükte içerili. Asabiyet, bir kavmin fanatik
savunuculuğu anlamına da geliyor. Taassup
sözcüğü bir fikrin, düşüncenin insanın zihnini sararak başka bir şeyi görmesine
engel olması demek. Baş örtmek de
sözcüğün anlam çerçevesi içinde; tutucu
anlamı da. (Doç. Dr. F. Asiye Kazancı’ya bu etimolojik açıklama için teşekkür
ederim.)
[7] Ayrıca kadının, yoldan
çıkarıcı şeytanın tuzağına ilk düşen kişi olduğunu onaylamak bir kadın
yazara düşmeli midir, bu da ayrı bir konu. Bekiroğlu şöyle yazıyor: “Havva,
başını kaldırıp da onun yüzüne dikkatle bakınca Âdem’in gözbebeklerinde yasak
ağaç suretinde yerleşmiş bir Havva suretini fark etti. Kendisini hiç böyle
görmemiş, hiç böyle seyretmemişti. Haklıydı ateş. Ona yaklaşanın aynı kalması
mümkün olmamıştı. İkisinin de düşünde daha evvel bilmedikleri bir şey uyandı:
Arzu!” (a.g.y, s.106) Aman ne feci
demek geçiyor içimden gülerek: Orwell’ın 1984’te söylediği şu sözü anımsıyorum
ister istemez: “Bütün totaliter rejimler arzuyu yok etmek ister!” Evet, şahane!
Ben de bu önermeden, “sanata el koymak isteyen bütün sanat düşüncelerinin
totaliter olduğu” sonucuna varıyorum.
[8] Yirmi maddelik Muhafazakarın
Sanat Manifestosu’nda Pala, şunları söylüyordu: “Muhafazakâr Sanat (MS),
sivildir; devlet eliyle kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı sağlamasından yanadır. (…)
MS, din eksenli bir sanat değildir, ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır. (…) nüfusunun kahir
ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden rahatsızlık duyar.” (25.11.2011 Zaman) Buna itiraz eden Dücane Cündioğlu, Pala’yı
eleştirdi şüphesiz, fakat blogunda dini vaaz ile karışık bir eleştiri yapmakla
yetindi: “Sanat rahim olana değil, rahman olana yönelenlerin, uyumsuzların
işidir (...) Sanat
tekkede tezahür eder. Ara sokaklarda. Kaldırım kenarlarında. Abes olanın,
muğlak ve meçhul olanın sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. Zer'le zor'la olmaz
bu yüzden” (6.6.2012
İstanbul Haber) diyerek bu abesle iştigal halini reddettiyse de, afili
üslubuyla meseleye tüy dikti. Ömer Lekesiz Yeni Şafak’ta ve Şükrü Hanioğlu da
Sabah’ta bu bildiriyi açık bir dille eleştirdiler.
Fethi Naci'den Sonra Tufan
on 3 Nisan 2014 Perşembe
Etiketler:
Piyasa ve Roman
/
Comments: (0)
Fethi Naci’nin
“Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitabında 1980 yılına kadar olan
roman dünyasına genel olarak bakılır. Naci’nin beğenisine etki eden politik
ölçü açıkça görülse de onun açık seçik bir
edebi ölçüsü olmadığı özellikle hissedilir. Fethi Naci ölçüsünü “beğeni”
ile sınırlamıştır, yazara toplumsal olayları kavrama ödevi vermesi Lukacs’ı anımsatır:
Devrimci davayı övenlere kötü de yazsalar sempati duyduğu açıktır. Fethi Naci,
edebiyatın siyasetten kavranmasının son solcu eleştirmenidir. Ondan sonra siyasal
odaklı eleştiri yer değiştirmiş, onun gittiği yol “islami duyarlılıklar”
ekseninde revize edilerek sağcılar tarafından kullanılır olmuştur.
“Türkiye’de Roman
ve Toplumsal Değişme” adlı kitapta Fethi Naci’nin en beğendiği yirmi Türk
romanı, onun nedeni anlaşılmaz yargılarının niteliğini göstermesi bakımından
bir hayli ilginçtir: Üç İstanbul, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sultan Hamid
Düşerken, Küçük Ağa, Sahnenin Dışındakiler gibi muhafazakar yazarların
romanlarının yanı sıra Esir Şehrin İnsanları, Bir Gün Tek Başına gibi “sol
bakışlı mücadele” romanlarının seçilmesi edebi ölçülerden çok politik
dengelerin hesap edildiğini akla getirecek cinstendir.[1]
Bu listede Cehennem Kraliçesi neden vardır artık orasını Fethi Naci bilir;
fakat bu romanlar listede varsa aşağıda sayacağım (Seksen öncesinde yazılmışlık
hesabıyla) romanlar niye orada yoktur, bunu kimse bilemez: Anayurt Oteli
(Y.Atılgan), İnce Memed (Y.Kemal), Ateş Gecesi (R.N.Güntekin), Sinekli Bakkal
(H. Edip Adıvar), Kiralık Konak (Y.K.Karaosmanoğlu), Sokaktaki Adam (Attila
İlhan), Kurtlar Sofrası (Attila İlhan),
Çalıkuşu (R.N.Güntekin), Odalarda (Erdal Öz), Aylaklar (M.C.Anday), Raziye
(M.C.Anday), Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay), Yenişehirde Bir Öğle Vakti (Sevgi
Soysal), Ateşten Gömlek (H.Edip Adıvar)
Yaban (Y.K.Karaosmanoğlu), Asılacak Kadın (Pınar Kür) , Gecede (Leyla Erbil),
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (Bilge Karasu) Çamlıca’daki Eniştemiz (A.Şinasi
Hisar), Karılar Koğuşu (Kemal Tahir).
Fethi Naci’nin
listesi karavana atıştır ve 1980 yılına kadarki romanın karakteristiğini
görmeye engeldir.
Bu karakteristiğe
şöyle bir bakarsak, ellili yılların ortasında yazılan İnce Memed’e gelinceye
kadar, tarihimizin ilk büyük romanı olan Aşk-ı Memnu’dan başlayarak Kiralık
Konak, Sinekli Bakkal, Ateş Gecesi, Miskinler Tekkesi, Sokaktaki Adam ve
Karılar Koğuşu gibi birkaç roman dışında edebi ölçülerle yazılmış,
politik-dinsel angajman sınırlarına girmeyen roman sayısı çok azdır. Saydığım
yazarların (Y.Kadri, H.Edip, R.N.Güntekin A.İlhan ve Kemal Tahir’in) bu
kitapları dışında bağlanma edebiyatına dahil edilebilecek kötü romanları
olduğunu da unutmayalım. Çünkü yeni bin yılın başlangıcına kadar -bağımsız
birkaç örnek dışında- ülkemiz edebiyatı bu temsil ilişkisi içinde var olmuştur.
1960’larda yıllar
boyu baskılar ve yasaklarla bunaltılan sosyalist düşünce adeta patlayarak
entelektüel iktidarı eline aldı. Doğrusu hak ve özgürlükler yönünden olumlu
gelişmeler içeren bu dönemde, “bağlanma edebiyatı”ndan daha önde ve ağırlıklı
bir biçimde yeniliklerle dolu bir edebiyat ortaya çıkmıştı. Özellikle İkinci
yeni’nin etkisiyle altmışlardan başlayıp yetmişlerin sonuna kadar uzanan bu
yenilikçi edebiyata öncülük eden yazarlar, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Yusuf
Atılgan, Erdal Öz, Füruzan, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Nezihe Meriç ve Oğuz
Atay’dı. Bu devrim siyasal değil, bütünüyle edebi içerikle ilgili bir zihin
devrimiydi: Edebiyatta anlatıcı odağı değişmiş, o güne kadar kahramanın
duruşunu her şeyiyle bilen; toplum, din, erkekler, millet ve bilmem ne hakkında
sayısız aforizmalar öne süren anlatıcı tavrı ortadan kırılmıştı. Aslında
yaşanan şey Peyami Safa ve A.H.Tanpınar roman dilinin sonuydu ya, sağcılar bunu
fark edecek halde değildiler. Bazı solcular da topluma ayna tutmak ve
eleştirmek işinin sanatın görevi olmadığını anlayacak olgunluğa ulaşamadıkları
için köycü ve savaşçı bir romanın arkasından koşmaya devam ediyordu şüphesiz.
Bu durum
eleştirinin sanatın gerisinde kaldığı ve bir daha onu yakalayamadığı kritik
çağı gösterir: Türkiye’de edebiyat eleştirisi Stendhal’den beri söylenegelen
“toplumun aynası olmak”, “çağının tanığı olmak” gibi argümanlara ek olarak,
Çernişevski’nin “Eleştirel Gerçekçilik”i, “Jdanov’un “Sosyalist Gerçekçilik”i
eşliğinde Lukacs’ın despotça dayatılmasından ibaretti. Üstelik bu konuda
fikirler açık olmadığı için Sartre ve Marcuse sonrasında Avrupa’da yürüyen “sanatın
özerkliği” tartışmaları hakkında hiç konuşulamıyor, yazarlara toplumu yansıtma
bilgisi dışında bakılamıyordu.
Bu eleştirisizlik
hali edebiyattaki devrimi görünmez hale getirdi, yenilikçi yazarlar fark
edilmeyişin acısıyla kıvranırken 1980’e kadar solcu romancıların bazıları
Jdanov’dan devraldıkları sosyalist gerçekçiliğin kamburuyla vasat romanlar
yazıyor, sağcı romancı da İttihat ve Terakki’den miras kalan millet ve din
ödeviyle ağır narkozlu yaşamını sürdürüyordu.
Yetmişli yıllarda
iç savaşa doğru giden gerilimler nedeniyle irrasyonel bir ölüm düşkünlüğü ve devrim
şehitleri övgüsü, solcuların edebiyatını adeta komaya soktu. Devrim yapmış
ülkelerdeki biyografilerin roman olarak okunup yüceltildiği bu dönemde,
propaganda niteliğindeki her türlü çer çöp, popüler edebiyat ürünü oldu. Bu
hal, günümüzde içinde İslami ton bulunan her türlü çer çöpün yaygın olarak
okunmasını akla getirecek kadar kapsamlı bir modaydı.
1980 SONRASI
Bu dönem dört
yazarla açılmıştır: Orhan Pamuk, Latife Tekin, Mehmet Eroğlu ve Ahmet Altan.
Şüphesiz bu yılların edebiyatında Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil ve Pınar Kür hız
kesmiş değildi fakat yeni bir şeyin geldiği 1980’lerin başında Latife Tekin ve
Orhan Pamuk’un yazdıklarından belli olmuştu: Latife Tekin’in Sevgili Arsız
Ölüm’ünde bambaşka bir toplumsal gerçeklik, dil ve yazar konumu ortaya çıktı.
Orhan Pamuk’un yazdığı Kara Kitap da Sevgili Arsız Ölüm’den sonraki büyük
bombaydı: Bu romanla romancı tahayyülünün sınırları değişmiş, zamanı
algılayışına yeni bir halka eklenmişti. O sıralarda Oğuz Atay, 1977 yılında
öldüğü halde, -yani roman yazmasa bile- yeni romanın sınır çizgilerini
belirliyor, seksenlerin debdebeli yazarları kadar önde görünüyordu.
Bu gelişmeler
karşısında “eski kafa”nın başkaldırısı da gecikmedi: Yalçın Küçük’ün Stalinist
bir refleksle küfür romanları olarak yargıladığı dönemin yazarları, Doğu
Avrupa’daki sosyalist rejimlerin yıkılmasından edebiyat sorumluymuş itilip
kakıldı ve edebiyat politika için heba edilmek istendi.
Bir bakıma edildi
de: Çünkü doksanlı yılların başında Kürt mücadelesinin yükselişi, devletin Kürt
köylerini mahvetmesi ve iletişim ağının devlet propagandası şeklinde
düzenlenmesi, her alanda keskin bir politik şiddet yaşanmasına yol açtı.
Milliyetçiliklerin ve İslamcılığın giderek ağırlık kazandığı, Sivas’ta olduğu
gibi provokatif öldürme eylemlerinin havayı bulandırdığı, kadınların giyimine
kuşamına karışıldığı akıldışı bir karanlık çağ başladı. Bu çağın etkileri hemen
ortaya çıkmadı, edebiyattan başka her şeye benzeyen ürünlerin raflara çıkması
2000 yılı sonrasını bekledi.
Yani 1980 ve 2000
arasındaki dönem geleneksel solun entelektüel olarak iktidarını adım adım
yitirdiği ama başka hiç kimsenin de iktidarda olamadığı bir ara dönemdi. Bu
çağa romantik tepkime çağı diyebiliriz: Çünkü bu çağda önceden örneği
görülmemiş bir tarihi roman çığırı başladı. Örneği görülmemişti, çünkü
edebiyatın edebiyat olarak gerekliliğini kavramış yazarlar tarihi roman
yazıyordu. “Milli reflekslerle” yazılmış romanlarla kıyaslandığında eşi benzeri
olmayan bu yeni yol, kısa sürede popüler roman yazarları tarafından işgal
edildi. Hatta dönemin öncüleri arasında yer alan Elif Şafak zamanla kendini
fesh ederek popüler yazıcılığın başını çekti: Yani bu alanın bazı öncüleri bile
onu taşıyamadı. Çünkü öyle yazarak her yazdığı beklenen yazar olmak zordu.
Orhan Pamuk ve Ahmet Altan bunun sırrını anladılar: Yazarın yazmaktan fazla
emek harcayacağı şey, yazdığını duyurmaktı. Bu edebiyat dışı yol, eminim bazı
yazarları edebiyattan fazla etkiledi. Böylece Orhan Pamuk ve Ahmet Altan,
tirajı ve reklam panosunu yaşamımıza sokan ilk iki yazar olmak talihsizliğine
düştüler.[2]
Böylece –eminim
ki Pamuk ve Altan’ın hesap edemediği bir şey oldu ve- edebi ürünün değil, bir
meta olarak “edebi malın” yatırım değeri arttı. Yayınevleri ve pazarlama
birimleri, giderek yazarın ne yazdığından çok onun magazinsel kişiliğine
yönelmeye, yazarın ne yazdığına bakmadan onu ünlü etmeye dayalı bir strateji
geliştirdi. Edebi açıdan değeri olsun olmasın yazarlar bir reklam yıldızı gibi
bilboardlarda, kitapçı önlerindeki maketlerde, afişlerde göründü. Eleştiri de
bu dönemde tamamen yok olarak kitap tanıtım yazıları yazmaya dönüştü. Hatta
yayınevlerinin reklam gücüne bağlı olarak -eleştiri değil- tanıtım yazısı
siparişlerinin verildiği bir dünyayı böylece ilk kez görmüş olduk.
Büyük kitap
marketleri açıldı: Peynir veya süt için kullanılan “raf ömrü” kavramı, kitaplar
için de kullanılır oldu. Çünkü artık yazardan bol bir şey yoktu: 2000’li
yılların başında, yılda yirmi otuz roman yazılan bu ülkede artık üç yüz dört
yüz roman yazılmaya başlandığı için “piyasanın” böylesine canlı oluşu
yatırımcıların gözünden kaçmadı. Kitap süpermarketleri açma ve “küçük esnafı
bitirme” dramı bu alanda da yaşandı. İşin kötüsü nitelikten çok niceliğe dayalı
bu satış merkezlerinde edebiyat yerine “çoksatar” olanlar raflarda yer buldu,
kitap –elbette bir mal olduğu için- yüceltilirken edebiyat marjinalleşti.
Bu gelişmeler
“kötü paranın iyi parayı kovması”na benzemişti: Bu analoji “kötü edebiyatın iyi
edebiyatı kovması”yla iyiden iyiye doğrulandı. Edebi alan niteliksiz yazı
tarafından işgale uğradı, tarih romanı yazarlığı harcıalem bir tarihçiliğe
dönüştü. Yazarlar siyasal konumlarına göre bölündüler ve edebiyatı politik veya
ideolojik kampları için yağmaladılar: İskender Pala, Sinan Yağmur gibi kişiler
edebiyatı ideoloji için kurban eden sağcı buzdağının görünen yüzündeki
isimlerdi. Ulusalcı cephede “roman” denmesi gerekmeyen hikayelere “roman” demek
zaten gelenekseldi: İlhan Selçuk Yüzbaşı Selahaddin’in Romanı adlı kitabıyla bu
geleneği başlatmıştı ve Turgut Özakman da
Şu Çılgın Türkler adlı tarih anlatısına roman adını vererek şahı, şahbaz
hale getirmişti.
Bu durum
eleştiriyi de kıyılara sürdü: Kitap tanıtımı fikrini aşmayan eleştiriye ilk kez
2000’lerden itibaren tanık olduk. Çünkü sözün iktidarını elinde tutanlarla
piyasa güçleri ilk kez bu kadar iç içe geçmişti: Yayınevleri, yayımladıkları kitaplar hakkında
çıkan olumsuz eleştirilere kızıyor, o dergiye veya yayın grubuna reklam vermeme
tehditleri yolluyordu. Böylece edebiyatta “dönemi görmemek” ve “dönemi
görmezden gelmek” gibi, eleştiri açısından çok ağır sonuçları olan bir evreye
girilmiş oldu.
Yanlış da olsa
listeler hazırlayan, “zarımı atıyorum” diyerek meydan okuyan eleştirmen
tavrından “soruşturma”lar hazırlayarak listelerin varsa kabahatini, yoksa
mutluluğunu kendi hesabına yazan “sorumsuz” eleştiri çağına geçildi. Piyasanın
civalı zarlarının farkında olan bu eleştiri, şüphesiz ki meydan okuyarak güç
duruma düşmektense, güç elde ederek meydanda kalmak tavrını seçmiş oldu. Ne
yazık ki insanlara “10 büyük roman”, “50 unutulmaz yazar”, “100 Temel eser”
anketi yaptırıp onların yanıtlarıyla listeler hazırlamanın sorumluluğu, eleştiriden
kaçınarak “sistemi yeniden üretmek” açısından düşünüldüğünde zaten fazlasıyla
ağırdır. Bu eleştiri popüler romanı ve romancılığı eleştiremez, popüler edebiyat
ikonlarıyla baş edemez. Edebiyatın yenilik treni o eleştirinin bakış açısından
çoktan çıkmıştır: Benim anladığım o ki, bu eleştiri anlayışının listeler ve
soruşturmalar dışında bir “kritik” olanağı kalmamıştır, çünkü durum onlar
açısından pek kritiktir.
Fethi Naci’nin,
öznel çıkışlarıyla pek çok yazarı üzdüğü bilinir. Fakat onu bugün hürmetle
anımsamamızın nedeni en azından yaptığı listelerle birlikte itiraz edilebilecek
bir düşünce ortaya koymasıydı. Bugünkü listeler, partilerin yönetim organlarının
seçimindeki çarşaf listelere benziyor: İktidarın önceden belirlediği bu
listelerdeki isimler ve onların yapıtları hakkında tartışmak, “çiziği yemek”
için yeterli neden oluşturuyor ve bu nedenle o iklimde eleştiri artık pek de mümkün
görünmüyor.
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Şubat/Mart 2014 Sayı 1
[1] Kitabın 99. maddesinde yer alan
listedekilerin tamamı şunlar: Aşk-ı
Memnu (H.Z.Uşaklıgil) Kuyucaklı Yusuf (S.Ali), Üç İstanbul (M.C.Kuntay)
Miskinler Tekkesi (R.N.Güntekin) Huzur (A.H.Tanpınar) Bereketli Topraklar Üzerinde
(O.Kemal) Esir Şehrin İnsanları (K.Tahir) Sultan Hamid Düşerken (N.S.Örik)
Tutunamayanlar (Oğuz Atay) Aylak Adam (Y.Atılgan) Ortadirek (Y.Kemal) Saatleri
Ayarlama Enstitüsü (A.H.Tanpınar) Küçük Ağa (T.Buğra) Sahnenin Dışındakiler
(A.H.Tanpınar) Bir Gün Tek Başına (V.Türkali) Şafak (S.Soysal) Yalnızlar (Erhan
Bener) O (F.Edgü) Bir Düğün Gecesi (A.Ağaoğlu) Cehennem Kraliçesi
(S.İleri)
[2] İslami cenahın panolara yansımış ilk reklam yıldızı İskender Pala’ydı;
onunki reklamın yarattığı edebiyat yanılsamasının başlangıcı olarak özel bir
inceleme konusu olabilir. Bu yanılsamanın zirvesi Serdar Özkan adlı bir kişinin
reklam gazıyla “uluslararası bestseller” olarak ilan edilişi oldu: Kayıp Gül
yazarı meğer Türklerin Küçük Prens’ini yazmışmış! Doğrusu edebiyat edebiyat
olalı böyle bir palavracılık görmemişti.