Adorno’dan sonra artık hiç kimse
sanatın özerk olmadığını iddia edemez.
Fakat sağcı kişi edebilir: Sağcı için
“bağlanmış edebiyat” icraatı, eski zulüm sahiplerinin koltuğuna oturup yeni bir
zulüm üreten sağcı hükümetin icraatına benzer: İktidardadır ve Sovyet Yazarlar
Birliği’nin “parti edebiyatı” tezini “Muhafazakar Edebiyat” “Gelenekçi
Edebiyat” gibi tavşanın suyunun suyu tezlerle dolaşıma sokar. Sağcı entelektüel
böylece bir bakıma “Siz sosyalist edebiyat derken oluyordu da biz muhafazakar
deyince niye olmuyor” demeye getirir.
Halbuki edebi tarih, neredeyse yüz elli
yıldır “güdümlü edebiyatla mücadele tarihi”dir. Bu mücadelede solun katkısı
şüphesiz büyüktür: Arthur Koestler Gün
Ortasında Karanlık’ı yazarken, Brecht Lukacs’a itiraz ederken, Frankfurt
Okulu bağlanmış edebiyatla açık açık mücadele ederken sağcılar uzun sürecek
uykularının başındaydılar.
Güdümlü edebiyat artık özellikle sağcılığın
kusurudur. Ülkemizin tarihine kısaca göz atmak bile bunu anlamaya yeter: İttihat
ve Terakki döneminde ısmarlanan “Turan” romanlarından başlayarak, Milli
Edebiyat ve sonrasının sağcı çığırı bütünüyle güdümlü edebiyattır. “Müslümanların
çilesi”ni anlatanlar, bozkurtları diriltenler, fetih romanları yazanlar kendi
yaptıklarını hak sayıp solcu edebiyatı güdümlü olmakla suçladılar. “Hiçbir
ideoloji ideolojik’im demez” diyen Althusser’i anarak, Peyami Safa’dan bu yana
yazılanlar da dahil-, bu ülkede henüz akademik teşrih masasına yatırılmamış
olan sağcı edebiyatı “asıl güdümlü edebiyat orada!” diye işaret edip devam
edeyim.
Edebiyata sağcı bir
iklimden beslenerek katılmış olanların en büyük sorunu, anlattığı konunun
“haklı” ve doğal tarafı haline
gelmektir. “İnceleyici”nin konusunu sevmesi başka, konusunun propagandasını
yapması ve onun tarafı haline gelmesi başkadır. Bizim üniversitelerimizin
edebiyat bölümlerine tek kutuplu bir sağcılık egemen olduğu için bu konularda
nesnel duyarlılık gösteren akademisyen varlık bulamaz. Türk Dili ve Edebiyatı
bölümlerinde genelde “özcü” bir Türkçülük ve etnik merkezli bir dünya algısı vardır.
Oralarda yandaş olanlara sevgi, olmayanlara nefret beslenir, kitaplar ve
incelemeler öyle yazılır. Bilimsel çalışma tekniğine uygun yapılan
araştırmalar, yalnızca “gibi”dir; bilinenin tekrarından öte gitmeyen “tez”ler
yazdırılır ve o yazılanlarda körler ve sağırlar, birbirini ağırlar.
Örneğin bu yazılanlardan
birini raftan çekip elime aldığımda ne görebilirim? Bu bir Peyami Safa
incelemesi olsun. Okuyunca anlarız ki, bu inceleme romancının başarısız
olabileceği konusunda hiçbir kuşku içermez; öyle bulanları zikretmez. İnceleme,
Safa’nın “dünyanın en önemli psikolojik romancıları arasında olduğu” iddiasının
baskısı ve gölgesi altında kalır ve maalesef yalnızca Türklerin bildiği bu
söylence önünde ezilip büzülür.
Gösterişli, iddialı adlar
taşıyan inceleme kitaplarında bile bilimsel şüpheye yer yoktur. Örneğin Peyami
Safa’nın “tezli romandan nefret ettiğini” söylemesi incelemeciye yeterli gelir
ve tezli romanların şahikasını yazmış olan yazarı asla sorgulamaz.[1]
“Attila yaratıcı tahripkârdır!” diyerek barbarlıkla övünen metinlerin yazarı
Peyami Safa, tez değil de sanki edebi hakikatler öne sürmüştür. Bırakalım
Attila için söylediklerini, Fatih Harbiye
romanında öne sürdükleri nedir? Matmazel
Noraliya’nın Koltuğu’nda, Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’nda, aklına her gelen yerde doğu-batı tezleri sayıklayan
Peyami Safa “tez öne sürmüyorum” dedi mi, bizim sağcı inceleme yazarı da buna
eyvallah deyip boynunu büker. “Kadın fıtratından” endişelenen (Bir Tereddüdün Romanı, Şimşek) ve onu
hakir gören Peyami Safa’yla hesaplaşmak, sağ fikriyatla hesaplaşmaktır çünkü:
“Peyami Safa kadından nefret eder ve aşağılar” dedin mi, o fikriyat içinde
kalamazsın. Hakikat neyse nedir, fakat ideoloji, yalnızca başkalarının ideolojik olduğunu ve yalnızca başkalarının tarafgir davrandığını düşünür.
Söylem etnik sağcılıktan
İslami radikalizme kaydıkça sağcı paradigma ya “bizim bildiğimizi bilmiyorlar”
kibriyle kendi düşüncesinden emin görünür ve kendini dinsel kerametin
burçlarına taşır, ya da nefret söylemini gerçek bir vandalizmle yan yana
getiren acarlığı kendi sözünden esirgemez.
Aklı başında bir inceleme
sanıp da elinize yanlışlıkla İhsan Süreyya Sırma’nın Tarih Şuuru adlı kitabını[2]
aldıysanız görüp göreceğiniz bu ikisinin bileşimidir: Hem her şeye vakıf
olduğunu sanan hem de İslam olmayan herkesten nefret eden bir söylem. Üstelik,
nesnel bir bakışla yazılmış bir şerh gibi başlayan ve önsözünde “Tarih ilminin
insan toplumlarına bir yararı yoksa, milletin kafasını geçmişin hikâyeleriyle
neden dolduralım” yazdığı için “İslami bir pragmatizm mi doğuyor” diyerek merak
uyandıran bu yazar, kısa süre içinde bu ilginizi büyük bir gürültüyle
söndürmeyi başaracaktır: Ona göre dünya tarihi peygamberlerle düşmanları arasındaki mücadelelerin tarihidir. Bu
durumda Marx’ın dünya tarihini sınıf
mücadeleri tarihi olarak okumasına yapılan bu göndermeye ve tatlı intihale
gülümsemekten başka yapacak bir şey kalmaz. Çünkü okuduğumuz şey objektif bir
tarih çalışması değil, ağırlaştırılmış taassup metnidir: Kulluk kavramıyla sorunu olmayan objektif bir tarih çalışması
olabilir mi? Hem şöyle şairane ve öfkeli sözlerin tüm insanlığı kucaklama
iddiasında olan bir dinin yandaşı tarafından söylenmesinin gereği nedir:
“Mü’min kokusu olmaz kâfirde. Allah’ın kanunlarına isyan bayrağı açmış olana
Allah güzel koku mu verir?” [3]
İnsan düşünmeden
edemiyor, niye koku? Beş duyu içinde kokuya dikkat neden? Üstelik bu
doğrulanabilir bir şey mi? Koku derken parfümü mü kast ettiniz, kolonyayı mı?
Hacı yağının ortalama bir gâvur parfümünden daha iyi koktuğu iddiasını öne sürüyorsanız bu nasıl kanıtlanabilir? Hem
ayrıca dünyada Müslümanlardan başkası iyi kokmaz derken kastınız nedir, mecaz
ise, hay mecazınız batsın, yahu bir de apaçık, dümdüz, eğretilemeden konuşun
denmez mi size?
Ya da şu söz:
“Cennet kılıçların
gölgesi altındadır.”
Basit ve saldırgan bir
politik ajitasyonun dilini İslami dile tercüme edip “kâfirleri” nefret tehditi
altında tutarak huzur içinde yaşamak, ancak adaletsiz bir dünya tasavvur
edenlerin işidir. Cennetteki huzurun kılıçların gölgesinde olduğunu söylemek,
fikir olsa ne olur, olmasa ne olur? Hadi “Ee, hep öyle kılıç gölgesinde mi
oturacağız” demeyelim, “Cennete mi geldik savaşmaya mı” sorusunu da sormayalım,
hatta kendimizi sıkıp buna fikirdir
bile diyelim, tüm cennet tasavvurumuz bu mu olacaktır? El insaf! İnsan dönüp
bir kerecik Meşşai irfanına bakar ve
oradan konuşur! Acaba optik ve perspektif çalışan ve Yeni Eflatuncu okulu
izleyerek dokuzuncu felek (Felekler Feleği) konusunda fikirler öne süren İbn-ul
Heysem böyle bir cennet tasavvur eder miydi? Acaba ideal site anlayışını Medinet’ül Fâzıla’da evrensel düzeye
çıkaran ve bir yeryüzü cenneti tasavvur eden Farabi bu lümpen tutum karşısında
ne derdi? Sağcı literatürün sorunu işte tam da buradadır: Kendi içinde gittikçe
tartışılmaz hale gelen bir söz düzeni vardır ve bunun eleştirisi de maalesef
yapılmamaktadır. Bundan eninde sonunda büyük bir kuşatıcı kanon doğacağa
benzer: Kendi sözlerinin sınırını çizen ve onu geçmekten korkan İslamcı söz
dağarcığı.
Peygamberlik, ülûhiyyet,
türban, dini sohbet veya dinin farizaları söz konusu olduğunda herkesin söz
hakkını kullandığı –ve dokunulmazlık kazandığı (dinime sövüyor!)- bu alanda,
kuşkusuz din ve Allah adını zikredenlere neden bunları konuştuğu sorulamaz. Ne
var ki söylenenlerin eleştirisini din referanslarıyla konuşmayanlar kadar,
konuşanlar da yapmak zorundadır. O halde eleştirisi yapılamayan, söylenenlerin
tüm insanlığa ait bir kabul edilebilirlik çizgisinde tartışılmasına imkan
vermeyen bu söz düzeni ideolojiktir, kendisi gibi olmayana dilediğince
sövmektedir ki salt bu nedenlerle bile bunları reddetme hakkı meşrudur.
Koray Çalışkan’ın bir
makalesinde yazıldığına göre İslami romanlarda akıldışı olan İslam dışıdır,
akla dayanan alan ise İslam’dır. “Aydınlanmak” da İslamlaşmaktır.[4]
Kant’tan alınma bu kavramlar, İslamcılığa karşı sürülen Kemalist tezleri aynı
tezlerle “püskürtmek” için kullanılan “yobaz” kavramını akla getirir.
İslamcılar kendilerini yobaz olarak aşağılasın aşağılamasın, İslam olmayanlara
artık “yobaz” demektedirler. Bu hal roman alanında sakınımsız ama densiz bir
özgüvene ve İslam’a uygun olmayan her şeye hayret ve şüpheyle bakmaya varmıştır.
Buna bilgiyle davranan kişi davranışı diyemeyiz; çünkü bildikçe anlayışı
genişleyen insanın başkasını salt kendisine benzemediği için küçük görmesi
olanaksızdır. Oysa sağcı entelektüelin davranışı, olayları kavrayamadığını
görme olanağı bırakmayan bir kibirle sınırlanmıştır. Zaten kavrayışı olmayanın
kavrayamadığını öğrenmesi olanağı yoktur; trajikomik olan şey tam da budur: O,
başkalarını kavrayamıyor sanır. Yobaz, işte bu halin somut kişisidir.
Ateist denince aklına intihar edecek adam gelen ve Taş adlı öyküsünde bir dinsizi
aydınlatmakla ilgili bir irşat öyküsü anlatan Mehmet Alagaş’la veya sürekli
olarak türban irşadı için yazan Ahmet Günbay Yıldız’la, Şule Yüksel Şenler’le
veya Emine Şenlikoğlu ile entelektüel zeminde buluşmak sözkonusu bile olamaz:
Çünkü onlar yalnızca benzerlerine, tekrarlandıkça kemikleşen önermeleri taşıyan
insanlardır. Kur’an’da geçen ifadeyle konuşacak olursam asıl bu yazarların
“kalpleri mühürlü”dür: Dinden başka bir şeyi göremezler. Oysa edebiyat yapacağım diyerek kalemi eline
alan bir kimsenin gözleri ve kalbi tüm insanlığa açılmalıdır: İnsanlığı
kucaklamayan, tam tersine onların büyük bir bölümünü düşman sayan bir edebiyat
olur mu? Dünya entelektüel birikiminin ötekileştirme
saplantıları yoktur ve insanlığı kucaklayan herhangi bir yazarla ortak bir
zeminde buluşmak zor değildir. Ne var ki Alagaş, Şenlikoğlu veya benzerleriyle
buluşmak için ancak onlar gibi olmak
gerekir.
Biri de çıkıp söylesin
artık: Sanat yapıtı insan türünün ideolojik gruplarına ve benzer olanlarına
göre bölünmez, bütün evrensel değerler gibi, sanat yapıtı tüm insanlığın
malıdır.
Nazan Bekiroğlu’nun
yazdıkları edebiyat mıdır, yoksa Tanrıya yönelik zikrin metin şekline girmişi
mi?
“Seni seviyorum demek
ruhun ve bedenin bütün zerreleri zikre susamışken, söylenmezse ölmek demekti.
Söylemem değildi mesele, söylemezsem ölmemdi. Biri birine seni seviyorum dedi
mi fikrimce yer ile gök titrerdi. Ona defalarca kalbimi cilalayan bir zikirle
seni seviyorum dediğimde onun bir kez olsun kendiliğinden bana seni seviyorum
demediğini.” [5]
Mevlana “Her Allah diye
seslenişinde bizim buyur dememiz gizli” derken Tanrı’nın sürekli sükût ettiğini
söyleyen bu sitemkâr sözleri yüzyıllar öncesinden eleştirmiş görünmüyor mu?
Mevlana kendinden emin bir bakışla, ibadeti suçluluk dolu bir yakarış olmaktan
öteye götürmemiş miydi? Tanrısal meseller anlatmanın âlâsını yapan Mevlana’nın
çığırı geçeli de şöyle bir yedi yüz yıl olmamış mıydı?
Edebiyatı yepyeni
anlayışlarla kavradığımız şu çağda anlatılan dinsel öykünün temsilcisi, hatta
vahyedeni gibi konuşmak tuhaftır. Asıl şirk
koşmak budur! Eninde sonunda biri de çıkıp “Bunları vahyeden vahyetmiş,
size ne oluyor da sürekli aynı şeyleri tekrar edip duruyorsunuz” der. Bütün
dini meselleri modern edebiyatın olanakları içinde yeniden üretmek için
edebiyattan rol çalmak, başka nasıl yorumlanabilir?
İyimser bir bakışla bu
yazarların “kalbinin temiz” olduğunu düşünüyorum. Bu hal onlara edebiyatın
coşkunluklarından yararlanan, esrimiş bir inanç sahibi olarak görünmekten başka
bir fayda sağlamıyor fakat bir sorumluluk veriyor: Bütün bunların edebiyatla
ilgisi nedir, açıklamak zorundadırlar.
Taraftar, mümin veya
“sâlik” (tarikat üyesi) olmanın heyecanı anlaşılabilir bir şeydir fakat bunun
propagandasını yapmanın edebiyatta yeri bulunmaz. Celaleddin Rumi yedi yüz yıl
önce edebi olanla dinsel olanın ayrışmadığı Kant öncesi bir çağda yazıyordu;
anlattığı şeyin hem temsilcisi hem de vahyedeniydi, bir şeyhti ve en azından şuttar neşesiyle zıplıyor ve lâmelife
baktığında bu harfi ellerini havaya kaldırıp semâ eden dervişe benzetiyordu.
İnsan bir şey yazarken kendinden önce yazılmışlara bakmalı. Lâmeliften yola
çıkarak Adem ve Havva’nın hikayesini yazan Nazan Bekiroğlu[6],
hadi bundan esinlendi diyelim, fakat anlattığı hikâyenin kutsallık atfedilen
kişilerin (Adem ile Havva) hikâyesini yeniden
yazmak olduğunu aklına getirmeliydi: Öncekiler yanlış olduğu için mi bunu yazdı? Yazdığı bilinmeyen bir hikâye
miydi? [7]
Bir konu şüphesiz,
defalarca yazılabilir, Faust gibi. Fakat ben burada dinsel buyruklarla, dinsel
söylemi yeniden üreten edebiyata, edebiyat içinden soru soruyorum: Sizin
yeriniz edebiyat mı? Okura soruyorum: Ey edebiyatı aramayan okur, kitap diye
aldığın dinsel hikâyeyi okurken edebiyatı kurban ettiğinin farkında mısın?
Böyle yağma var mı?
Çünkü sanatı
araçsallaştıran bu tavır de facto Stalinizmdir.
Yıllarca komünizme ateş püskürüp sonra da Stalin’in edebiyat tezlerini
İslamileştiren İskender Pala’yı akla getiren bu tavır, edebi düşünceyi sanatsal
araç-politik amaç ilişkisine indirgemiş bir ortaoyunu olarak ibretle
izlenmelidir.[8]
Sağcı veya Müslüman yazar
olarak ortaya çıkanlarda sıklıkla rastlanan bu tutum, onlar arasındaki edebiyat
öncelikli yazarları ayırt etmek güçlüğü doğurmaktadır. Tahmin edilebileceği
gibi edebi tartışma ancak edebi
kavrayışa sahip kişiler arasında yapılabilir. Eğer edebi yapıtın bir edebi
çekirdeği yoksa, yapılan tartışma daha çok siyasi ve ideolojik alana kayar.
Elbette herkesin, dinsel,
felsefi veya siyasal düşüncesi vardır. Fakat nasıl ki motor üretirken motorun
bilgisi din bilgisinden ayrı ise, nasıl ki çiftçilik bilgisi din bilgisi
gerektirmezse, sanat bilgisi de din bilgisi ile yoğrulmaz. Sanat yapıtı, sanat
bilgisi ile kurulur. Sağ literatürde, pek çok yazar bunun farkında olsa da,
anlattığı “fikrin” ve “davanın” kişisi olmaktan kurtulamıyor. Örneğin Mustafa
Kutlu, Yahya Kemal’in açtığı o huzursuz “fetih” yolunu tırmalamaktan, Peyami
Bey’in, Tanpınar Bey’in, Tarık Bey’in ve nicelerinin travması olan doğu-batı medeniyeti tartışmalarını bir kez
daha yinelemekten başka bir şey yapmıyor! Kutlu’nun, derinliksiz tipler yaratmaktan
öteye gücü yetmiyor; üstelik Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye zıtlığının çapını
genişleterek, zıtlığı Maslak-Suriçi boyutlarına taşıyor.[9]
Bu, tekrarın tekrarına düşmektir.
Galiba edebiyatı
araçsallaştıran sağcı metnin yeni aruz kalıbı bu: İçinde mimari, fetih ve batı
kavramları bulunan bir yapıyı kurmadan, ne okur bunu anlıyor, ne yazar bir şeyi
yazmaya heves ediyor. Belki de bu ısrar yüzünden konu bir türlü “insan”a
gelemiyor.
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Sayı 2 Nisan Mayıs 2014
[3] Taassup sözcüğünün
kökü doğrudan "sinir"le ilgili. "Asabım bozuk" derken
kastedilen öfke Arapçadan, olduğu
gibi geçmiş. Fiil olarak kullanımı da bu kökle ilgili: Bir şeyi sarmak,
çevrelemek gibi anlamları var. Sinir
ağının tüm vücudu sarmasını akla getiriyor. Güç, şiddet anlamları da sözcükte içerili. Asabiyet, bir kavmin fanatik
savunuculuğu anlamına da geliyor. Taassup
sözcüğü bir fikrin, düşüncenin insanın zihnini sararak başka bir şeyi görmesine
engel olması demek. Baş örtmek de
sözcüğün anlam çerçevesi içinde; tutucu
anlamı da. (Doç. Dr. F. Asiye Kazancı’ya bu etimolojik açıklama için teşekkür
ederim.)
[7] Ayrıca kadının, yoldan
çıkarıcı şeytanın tuzağına ilk düşen kişi olduğunu onaylamak bir kadın
yazara düşmeli midir, bu da ayrı bir konu. Bekiroğlu şöyle yazıyor: “Havva,
başını kaldırıp da onun yüzüne dikkatle bakınca Âdem’in gözbebeklerinde yasak
ağaç suretinde yerleşmiş bir Havva suretini fark etti. Kendisini hiç böyle
görmemiş, hiç böyle seyretmemişti. Haklıydı ateş. Ona yaklaşanın aynı kalması
mümkün olmamıştı. İkisinin de düşünde daha evvel bilmedikleri bir şey uyandı:
Arzu!” (a.g.y, s.106) Aman ne feci
demek geçiyor içimden gülerek: Orwell’ın 1984’te söylediği şu sözü anımsıyorum
ister istemez: “Bütün totaliter rejimler arzuyu yok etmek ister!” Evet, şahane!
Ben de bu önermeden, “sanata el koymak isteyen bütün sanat düşüncelerinin
totaliter olduğu” sonucuna varıyorum.
[8] Yirmi maddelik Muhafazakarın
Sanat Manifestosu’nda Pala, şunları söylüyordu: “Muhafazakâr Sanat (MS),
sivildir; devlet eliyle kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı sağlamasından yanadır. (…)
MS, din eksenli bir sanat değildir, ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır. (…) nüfusunun kahir
ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden rahatsızlık duyar.” (25.11.2011 Zaman) Buna itiraz eden Dücane Cündioğlu, Pala’yı
eleştirdi şüphesiz, fakat blogunda dini vaaz ile karışık bir eleştiri yapmakla
yetindi: “Sanat rahim olana değil, rahman olana yönelenlerin, uyumsuzların
işidir (...) Sanat
tekkede tezahür eder. Ara sokaklarda. Kaldırım kenarlarında. Abes olanın,
muğlak ve meçhul olanın sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. Zer'le zor'la olmaz
bu yüzden” (6.6.2012
İstanbul Haber) diyerek bu abesle iştigal halini reddettiyse de, afili
üslubuyla meseleye tüy dikti. Ömer Lekesiz Yeni Şafak’ta ve Şükrü Hanioğlu da
Sabah’ta bu bildiriyi açık bir dille eleştirdiler.