Atina 2015
2004 Olimpiyatlarından önce bir yayın kuruluşu için Atina’daki
hazırlıkları yazmak üzere yola çıktım. Apar topar verilmiş bir karardı bu. Ne
akreditasyon yapmaya ne de konuyu derinlemesine çalışmaya zaman vardı. Daha
önceleri Atina’yı bir iki kez yazdığım için benim gitmem isteniyordu. Hiç de
ilgili olmadığım sporla ilgili bir şeyler yazmak bana pek sevimli gelmediği
için söylene söylene yola çıktım.
Fakat yanıldığımı kısa sürede anlayacaktım.
Syntagma’da bir otele yerleştim; bütün insanlığın
varlığını bilmekten ötürü mutluluk duyacağı o tepeye, Partenon’a bakan
balkonumda nerelere gideceğime dair planlamayı yaptım.
1896’daki ilk dünya olimpiyat karşılaşmalarının
yapıldığı Kallimarmaro’yu özel olarak çalışmak gerekiyordu, Pire’deki kapalı ve
açık stadyumlar, şehrin değişik noktalarına konumlandırılmış pek çok spor alanı
da görüntülenmeliydi. Çok büyük güvenlik önlemleri vardı, Yunan polisi
akreditasyon yapmamış gazetecilere karşı pek sıcak davranmıyordu. Buna Türk
üsulü çözümler buldum ama bana bu itiş kakış iyi gelmedi. Bir çıkış yolu
bulmalıydım, Atina olimpiyatlarını Atina’nın içinden anlatmak zor görünüyordu.
Olimpiyatları değil de şehri anlatacak olsam işim çok kolay olurdu. Çünkü burada
insanlığın mekana bıraktığı izlerin büyüklüğü karşısında en akılsız kafaların
bile dize geleceği bir yücelik vardır. Örneğin neredeyse hiç zarar görmemiş
olan Hephaistos Tapınağı olduğu gibi durur.
Upuzun koridorları ve sütunlarıyla insanı bambaşka bir dünyaya sokan
Attalos Stoası ve yanındaki tarihi yol, insanı hayrete düşürür. Hele Pavlos’un
Atinalılara söylev verdiği Aeropagos Tepesi öyle bir yerdir ki, insan buz üstünde
bile o kadar kaymaz. Binlerce yıldır bu tepeden geçen insanlar yüzünden kayalar
cilalanmış gibi kaygandır. Taşın yüzeyinde milyonlarca ayağın dokunuşundan
kalan bir şeyler durur. Fakat artık hiçbir ayak, belki de bu yüzden, taşın
üzerinde güvenli bir biçimde duramaz. Günümüzde o tepe artık iskelelerle gezilmektedir.
Bunlarla şehri anlatmaya başlardım; evler, insanlar,
müzik ve tarih sıraya girmiş bir halde onları yazmamı bekler, ben de bu şehirde
tarihin eski kesişim noktalarından birine ulaştığımı bilmenin coşkusuyla
yazdıkça yazardım.
Fakat şimdi iş zordu.
Atina Areopağos'a doğru giderken, 2013
Kendime bir günlük tatil verdim ve uzun zamandır
görmeyi çok istediğim Gennadios Kütüphanesi’ne gittim. Bir tarih dergisinden
öğrendiğim kadarıyla orada bir kitap vardı: Bu kitap bir kilise krononiğiydi ve
1570 yılında Yunan harfleriyle Türkçe yazılmıştı.
Bu kitabı görmeliydim. Gennadios Kitaplığı Yunan
diline, Hıristiyanlığa ve Yunanistan’la ilgili yazılı belgelere yönelik özel
amaçlı bir kütüphane olduğundan, peşine düştüğüm kitap heyecan vericiydi: Bütün
Hıristiyan Roma imparatorlarının 1453’e kadar nerede kim tarafından doğurulup
nerede vaftiz edildiğine dair kilise kayıtlarından oluşuyordu. 820 sayfaydı ve
kocamandı.
O zamanlar dijital teknoloji çok yeniydi; benim elimde
ise slayt çekebildiğim bir makineden başkası yoktu ve flaş yasaktı. Kitabı
fotoğrafladım ama içime sinmedi, oturup bir bölümünü orada defterime geçirdim.
O bölüm şöyle başlıyordu:
Rumların Padişahlığı İçin
Istambol padişahları için. Kunstantinostan beri olan padişahlar.
Bütün Hıristiyan Roma İmparatorlarının soyağacını,
patriklerin kimler olduğunu kaç yıllık patriklik ettiklerini tek tek sıralayan
bu Yunan harfli belgenin Türkçe yazılmış olması karşısında duyduğum hayreti
nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. O anda düşündüğüm tek şey şuydu: İnsan
belleğinin mekanı binalardır; belleğin coğrafyası ise dilden anlaşılır.
İnsanların Yunan ve Türk, Müslüman ve Hıristiyan olarak birbirini boğazladığı
tarihlerde, hiçbir kavgaya aldırış bile etmeyen bu metnin büyüklüğü karşısında
gözlerim yaşardı. Daha sonraları, buradan edindiğim ilgiler nedeniyle elbette Yunan
harfleriyle yazılmış Türkçe İnciller, Türkçe ibadet kitapları da buldum ve
işler başka katmanlara ulaştı, şüphesiz.
Pirea, 2001
O gün pek neşeli bir halde otele döndüm ve
olimpiyatların hazırlandığı şehri genel hatlarıyla yazacak olsam da olimpiyat
kavramının mekanlarına bir yolculuk yapmam gerektiğini fark ettim. Nasıl ki
Yunan harfleriyle Türkçe yazanları anlamanın en başlıca yolu Türkçe konuşulan
dünyaya gitmek olacaksa, olimpiyatları anlamanın yolu da maratonun ve
olimpiyatların temsil mekanlarına gitmekti. Bu nedenle kanımca iki önemli yeri
görmeden olimpiyatlarla ilgili yazının yazılamazdı: Bunlar Marathonas ve
Olympia şehirleriydi.
Önce maraton koşusuna adını veren Marathonas şehri’ne
gitmeye karar verdim: Burada Perslerin
denizden geldiği alanı görecek ve Fidipides adlı bir askerin kırk iki kilometre
koştuktan sonra Perslerin yenildiği haberini Atina’ya ulaştırıp ölmesi hakkında
notlar alacaktım.
Marathonas’a giden bir otobüs buldum, kırk elli
dakikalık bir yolculuktan sonra hedefime ulaştım. Marathonas köyü, derli toplu küçük
bir yerleşim yeri değildi. Sahil boyunca uzayıp giden köylerden biriydi ve
tarihi imleyecek hiçbir şey apaçık görünmüyordu. Yol boyunca yürüdüm. Ağaçlarda
ağustosböceklerinin huzur verici sesleri, havada güzel bir Ege kokusu vardı. Çam ağaçlarıyla
dolu yolda, önüme bir höyük çıktı. Burası savaştan sonra, bütün ölüleri gömüp
üstlerine toprak yığarak oluşturulan höyüklerdendi. Bu höyüğün üstünde kurbanlar
kesilip tanrılara sunulmuş ve Persler karşısındaki zafer kutsanmıştı.
Fakat buradaki mekan geçmiş duygusu içermiyordu. Fazlasıyla şimdiydi ve
ileriden denize giren insanların neşeli çığlıkları işitiliyor, yollardan
araçlar geçiyor, elektrik direkleri ve levhalar geçmiş hayalini kurmama izin
vermiyordu.
Çaresiz, yürüdüm. Perslerin denizden
gelip karaya çıktıkları yeri aramaya başladım. O sırada camları olmayan kapalı
bir minibüs gördüm; yavaş yavaş yaklaştı, el ettim. Sürücüsü ağzında sigara
olan, belden üstü çıplak Iotis adında bir bıçkındı, yanında biri daha vardı:
Nereyi aradığımı anlattım. Arabaya atlamamı söyledi. Minibüsün kapısı sürgülüydü,
açtım, tepeleme çiçek doluydu. Bir saksıyı ters çevirip oturdum, yola çıktık.
Yanındaki adamı bir yerde indirdi ve beni özel olarak aradığım yere götürdü.
Perslerin yenildiği alan, hiçbir tarihi iz barındırmayan bir deniz kenarıydı. Sakin
ağaçların, duru bir denizin mutluluk yaydığı Panaiya Mesosporitissa denilen bu
yerde, bir zamanlar nelerin olduğunu hayal bile edemedim. Savaşın kazanıldığı
bataklık şimdi havaalanı olarak düzenlenmişti. Orada bugünü görmekten başka
yaptığım bir şey yoktu. Fakat mihmandarım tanrıyla arası hiç de hoş olmayan ve
Zeus dinine inandığını söyleyen Egeli tatlı kaçıklardan biriydi. Bana olimpiyatları
sona erdiren Hıristiyanlığın suçlarını anlatıp duruyor ve Irak’ta savaş varken
olimpiyatların saçmalık olduğunu söylüyordu. “Savaşı bitirip Olimpos Tanrıları
için ateş yakar ve hiç söndürmezsek bunun bir anlamı olur” diyordu.
O gün Atina’ya dönüş yolunda gözümü pencereden hiç ayırmadan o zamanki
engebeli arazide durmadan koşan Fidipides’i düşündüm: Marathonas, Atina gibi
bir mekansal belleğe sahip değildi. Bu nedenle
bazı mekanların belleği olduğu halde bazılarının da belleği saklamadığını
söylemek yanlış olmayacaktı. Buna karşılık sükse olsun diye Zeus dinine inandığını
söyleyen bizim bıçkından olimpiyat ateşlerini hiç söndürmeyen bütün kurumlara
varıncaya kadar, tüm insanlığın olmasa da, birilerinin dramatik mekanların
anısını yaşattığını hissederek sarsıldım.
Gennadios’ta yazılı olarak saklanan Türkçe belleği
düşündüm sonra. Anadolu’da yok edilmiş kiliseleri, Selanik’te yok edilmiş
camileri düşündüm. Bütün bunların, yani geçmişi korumak denen şeyin salt
muhafazakarlıkla yapılan bir iş olmadığını ilk kez orada şaşırarak hissettim:
Geçmiş, yani insanlığın belleği, hepimizin geçtiği yolu gösteren bir duraktı ve
aslında geçmişi koruduğumuz yerlerden ötürü biz kendimize, bugüne bakmayı
başarabiliyorduk.
Olympia'daki stadyum; mermer izleyici katmanları yok, Mora Yarımadası, 2004
Bunu bir kenara not ettim ve ikinci hedefim olan
Olympia şehrine doğru yola çıktım. Mora Yarımadası’nın ortalarında, Atina’ya
beş saat uzaklıkta, antik Isparta’ya yakın olan bu şehirde bütün olimpiyat
oyunları malzemesi bir araya toplanmış ve burası bir müze şehir haline
getirilmişti. Olympia gerçek anlamda bir mücevherdi; insan burada tarihin o
kadar eski bir zamanına dokunuyordu ki hayret etmemek olanaksızdı. Örneğin antik
stadyum basamaklı değil de, dört yana eğimli olarak yükselen bir çayırlıktı.
Yani henüz taş mimarinin olmadığı kadar eski bir zamanın belleğini temsil
ediyordu bu yer!
Bir ara oturduğum taşın üzerinde fosilleşmiş deniz
kabukları gördüm: İçinde dolaştığım evrenin geçmişi aklımı başımdan aldı.
O gün doğum günümdü.
Şöyle düşündüm: Tarihin
belleği ancak çılgın gibi korunmuş alanlarda insanı etkisi altına alır. Atina’da
kendimden geçmemin, geçmişe ve şimdiye sıkı sıkıya ayağımı basmamın nedeni budur.
Benzer bir etki İtalya’da da yaşanır: Bu ülkenin
şehirlerinde insan geçmiş zamana gösterilen hürmet karşısında aptallaşır ve
kendi ülkesinde talana gösterilen hürmeti anımsayıp nereye basacağını
şaşırabilir. Bundan tarihsel geçmişi korumanın iki önemli gerekçesi olduğu
sonucuna varmak gerekir: Geçmişi korumanın birincisi haklı gerekçesi, kişisel
benliklerin güvenlik içinde kendi habitatında yaşadığını düşünmesini sağlamasıdır.
Vatandır bu. İkincisi gerekçe ise, geçmişi korumanın tüm insanlığa karşı bir
sorumluluk olmasıdır. Ödevdir bu. Nedeni açık: Gennadios’ta korunan Türkçe
kilise kroniğiyle Ayasofya’da korunan Yunanca yazılı mozayiğin önem farkı
yoktur. Biri dil üzerinden coğrafyayı özetler, öbürü mimari üzerinden yaşamı.
Olimpiyatları yazmak için yaptığım bu yolculuk, hiç de
ummadığım halde yazarlık yaşamımın yönünü değiştirecek güçte bir macera oldu.
Ben İthaka’dan çıkıp yurduma böyle döndüm.
-->