Eskiden yapılan işin güçlüğünü anlatmak için “dağları
aştım da geldim” denirdi; şimdi dağların altından geçip geldiğimizi söylesek de
boş; zor bir iş yapmadığımız anlaşılıyor. Örneğin Apeninlerin altından geçtim
ben; tam on üç kilometre uzunluğunda bir tüneldi ama çok zor bir iş de değildi
doğrusu.
Dağlarla kuşatılmış bir ovanın çocuğuyum. Dağa her gün
bakarak büyüyen insanı, dağın eninde sonunda “çekeceğini” iyi biliyorum.
Yılanlı Dağ’a tırmandığımda on yedi yaşımdaydım. Yılanlı Dağ, denizden bin elli
metre yüksekteki Kayseri ovasının batısında, diğer dağlara bakınca höyük gibi
duran, bin altı yüz elli metrelik bir yükseltidir. Aman, ne de zormuş; on yedi
yaşında olmasam sanırım geri dönerdim.
Oradan gördüğüm Erciyes, eşsizdi. Dağ beni büyüledi; bu
"büyülenme"den sonra hiçbir dağın Erciyes'ten güzel ve heybetli
olabileceğine inanmadım. O gün nerede doğduğumu anladım, yaşadığım şehrin
topoğrafyasını kavradım ve şehrimi sevmeye belki de o gün başladım.
Yıllar sonra, eski albüme bakarken, Yılanlı Dağ’ın
tepesinde üç arkadaşımla yan yana çekilmiş bir fotoğrafımı gördüm. Hangi akla
hizmet ederek, neyi düşünerek o fotoğrafın arkasına Orhan Veli’nin bir şiirini
yazdığımı bilmiyorum. Ama sanırım dağın etkisiydi bu, çünkü o gün bugündür
Erciyes’in yükseklere çıktıkça insanda sarhoşluk uyandıran görüntüsünü
unutamıyorum.
Şiir şöyleydi:
Çocuk gönlüm
kaygılardan azade
Yüzlerde nur,
ekinlerde bereket
At üstünde mor kâküllü
şehzade
Unutmaya başladığım
memleket
Şakağımda annemin
sıcak dizi
Kulağımda falcı
kadının sözü
Göl başında padişahın
üç kızı
Alaylarla Kafdağına
hareket
Yaşlandıkça, yaşadıklarımıza “ben onu denedim, artık onda
gözüm yok” diyerek, doygun gözlerle bakacağımızı sanırdım. Nasıl da yanlış bir
şeymiş bu. Fotoğrafa baktıkça içim sızlıyor: Ne kadar güzel ve güneşli bir
günde tırmanmışız! O güneşi bugün de görüyorum ama hep o zamankini özlüyorum.
Çocukluğumu, annemin dizini, kaygılardan azade gönlümü, gölün başındaki
kızları, Kafdağına yolculuğumu.
Dağlar ve upuzun yollar. Asla unutmadığım memleket.