‘Felaketi Bekleyenlerle Bekledim Felaketi’



“Her insanın hem yüce hem de sefil bir ruh düzeneği içinden hareket edebildiği fikriyle masanın başına oturuyorum,” demişti vaktiyle Gürsel Korat, kendisiyle yaptığımız bir söyleyişinde. Bu kez 1915’te yaşananlara ayna tutuyor yeni romanında. Bu toprakların kapanmayan yaralarından birisidir Ermeni tehciri. Kapanmadığı gibi hâlâ kanayan bir yara bu. Üzerinden bir asır geçmiş olsa da… Gürsel Korat, zamanı 101 yıl öncesine götürüp, on günlük bir felâketin açtığı yarayı anlatıyor “Unutkan Ayna”da. Korat’la son romanı üzerine konuştuk…


Çağlayan Çevik

“Unutkan Ayna” gibi bir roman söz konusu olduğunda ve diğer romanlarınızla birlikte düşündüğümüzde, "zaman" mefhumundan uzun uzadıya söz etmek gerekiyor... Bilhassa "beklerken genişler zaman" sözü (sabah 8.40) bu yönden çok şey ifade ediyor... Yaklaşan bir "felaket"in yarattığı ruh halinin simgesi bu söz. diğer taraftan, diğer romanlarınızdan farklı olarak 10 günlük bir zaman dilimini anlatıyorsunuz bu kez. Ama bütün genişliğiyle... 

Diğer romanlarımda sözü edilen zaman uzun, öykü zamanı kısa olurdu. “Rüya Körü”nde 220 sayfada kırk yıldan fazla zamanı anlattım ama okura baştan hangi hızla gideceğimin işaretini verdiğim için bu bir sorun oluşturmadı. “Kalenderiye”de anlatıyı yüzyıllara böldüm! Doğrusu, benim zamanla derdimin anlatıya yansıyan cilveleri bunlar. Bu kez yazdığım en oylumlu roman olduğu halde “Unutkan Ayna”da hepi topu 12-22 Haziran 1915 tarihleri arasını anlattım ve üstelik onları kozmik zaman parçalarına böldüm: Kuşluk 10.40 ya da Yatsı 21.00 gibi. Çünkü tam da isabetle yaptığın alıntıda olduğu gibi deneyimlerim aklımdaydı, felaketi veya acıyı beklediğim zamanlarda o zamanın nasıl genleştiğini bilmekteydim. Bunu romana taşıdım: “Unutkan Ayna”da insanlar bir felaket beklentisi içindeler; felaketin geldiğini de görüyorlar ve üstelik kaçamayacaklarının farkındalar. Böyle durumlarda "Dur bakalım" denir de o gelen şeyin dokunmayacağı varsayılır ya, o duygunun da etkisi altındalar. Bu çok trajik bir haldi. Acı verici ve umutsuzluk dolu. Yazarı da kıskacına alan bir durum. Bu nedenle felaketi bekleyenlerle bekledim felaketi. Romanı yazarken, romanın yazıldığı zamanı ve kişileri tek tek kendi dünyamda deneyledim. Zamanın giderek duracağı ve donacağı bir halin peşindeydim çünkü. Böylece karakterlerin bitmek tükenmek bilmeyen bekleyişleri sırasında okur için zamanın nasıl da koştura koştura gittiğini gösterme fırsatı buldum. Okur romanı bitirmek istemesin, bittiğinde de çok kısa bir şey okumuş gibi doyamadan kitaba baksın istedim. Oysa kısa bir roman sayılmaz “Unutkan Ayna”.

Unutkan Ayna" özelinde bakınca, üzerinden 100 yıl geçmiş bir vak'adan söz ediyoruz burada. Bu vak'anın yaşandığı 'an'ların hikâyesi bu. O yüzden gerçekten kısa bir roman değil, kapağını kapatıp düşündüğümüz zaman çok şey sökün ediyor. Örneğin, yıllarca yeni seçilen ABD başkanlarının "Ermeni Soykırımı"nı tanıyıp tanımayacağı üzerine tartışmalar kopardı ve kısa süre sonra unutulurdu. Daha çok "politik" düzeyde gündeme gelirken 2000'lerde meseleyi derinlikli sorgulamaya başladık ülkece. Ne yazık ki Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra ise "farkındalık" daha da yaygınlaştı. Ancak hâlâ bir hesaplaşmadan söz edemiyoruz. “Unutkan Ayna”ya Gürsel Korat'ın hesaplaşması demek ne kadar mümkün?

İki türlü mümkün: İnsan olarak ve yazar olarak.
Öncelikle kıyımı yapanların safında doğmuş, öyle büyümüş, Sünni ve Türk ideolojiye göre yetişmiş biri olduğum için bununla insani açıdan hesaplaşmak zorundaydım. Küçük bir kızgınlıkta "Ermeni tohumu" "gâvur çocuğu" hakaretlerini sağa sola savuran benzerlerimin başka coğrafyalarda "Türk tohumu" olarak aşağılanabildiği hiç aklıma gelmemişti. Bunu yirmili yaşlarımda fark ettim. Demek ki bu konuda uyanmam bir hayli zaman almış. Empati gelişmeye başladı yavaş yavaş. Öte yandan içimizden birilerinin aslında Ermeni yahut Rum olduğunu kanıtlamaya çalışanların sinizminden eh yetti artık diyerek çıkmam da gerekiyordu. Çıktım ama bu kez de sol jargon da uyuttu bir müddet beni: "Galata bankerleri Rum'dur, hmm burjuva. Ermeniler ise Fransızlarla işbirliği yapmış. Hmm. Hain." "Yahu arkadaş bunların içinde hiç mi fakir köylü yoktu?" sorusu sorulmalıydı elbette.
Sordum. O zaman da aklıma derhal annemin anlattığı 'damda öldürülen Civan'ın öyküsü' geldi. Şöyle anlatırdı annem: "Damda Civan'a diyorlar ki, oğlum kelime-i şehadet getir, oğlanın anası babası yeni ölmüş ne edecek ki kelime-i şahadeti. Ağlıyor, anamı isterim babamı isterim diyor. On iki yaşında bir sabi. Sıktılar kafasına, küllüğe düştü."
Bu hikâye hiç aklımdan çıkmadı. İlk işittiğimden bu yana neredeyse elli yıl geçti. Bu olayı ağlayarak anlatan annem de aklımdan çıkmadı. Çünkü anneannem de ağlayarak anlatırmış. Baktım ki sıra bana geliyor, "yok yeter bu kadarı" dedim.
İki türlü hesaplaşabiliriz demiştim, bu insani olanı. Öbürü ise yazar olarak hesaplaşmamdır.
Olayları insan öyküleri olarak anlatmamız gerekiyordu, bunun peşinde yıllarca dolaştım, kafa yordum. Aslında ilk küçük denemeyi 1996'da basılan “Çizgili Sarı Defter”de yapmıştım, orada "Ve Sonra İnsanlar Ölür"de Ermeni kıyımında annesinin eteğinin altına saklanarak kurtulan Hatice'nin öyküsünü anlatmıştım. Fakat karmaşık ve büyük, hepimizi kapsayan, biz gibi olan bir şey yazmalıydım, öykü bana yetmezdi.
Öyle bir konu ki bu, herkesi kızdırabilirsin. Yaptığın iş beğenilmeyecek; bu neredeyse en azından yüz üzerinden elli kesin, gerisi ise şansa kalmış.
Bunun için şu düşüncelerle hareket ettim:
1) Bizimkiler ve ötekiler yok,
2) İyiler ve kötüler yok,
3) Hainler ve vatanseverler yok. Yalnızca insanlık ve halleri var.
Bunu güzel kotarılmış bir hikâyeye bağlamaktı zor olan. Dengeli, hareketli, merak dolu. Aslolan iyi bir hikâye anlatmaktır, bunu hep böyle bildim ben. İlk defa değil. Hatırlarsın, “Yine Doğdu Tanyıldızı”nda hikâyeyi kendi kurduğum biçimiyle anlatabilmek için Celaleddin Rumi'den vazgeçtim, Niğde'de Nizamüddin Dârâ'yı yarattım. 
Böyle bir şeydi işte bu hesaplaşmanın iki ayağı.
En önemlisi de Ermeni kıyımına sessiz kalmamış bir yazar olmaktı. Sessiz kalamazdım ben. Ben, ben isem, bu olmazdı. 

Yaklaşan felaket dedik başlarda. “Yine Doğdu Tanyıldızı”nda da yaklaşan bir felaket temel dinamiği oluşturuyordu. Fakat bu seferki felaket “içeriden” çıkıyor. Bir ay öncesine kadar birbirine selâm veren insanların birden bire birilerinin malına mülküne hatta karısına bile göz diktiğini görüyoruz. Bu açıdan insan doğasındaki hoyratlığı bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor aslında…

İnsanlar hakkında genelleyici bir yargıya varmak bir roman yazarı için sıkıntılı bir durumdur. İnsanlar kötüdür, hoyrattır falan diyemez bir yazar. Özel koşullara bakar ve insanların özel durumları karşısındaki halleri hakkında aforizma söyler.
Ermeni kırımı günlerinde yaşadığımızı bir an düşünelim: Birileri gidecek ve bu önlenemeyecekse, içimizden bazıları o gidişe sevinecektir. Bundan çıkarı olanlar sevinebilir mi evet. Fakat bu çıkarı reddedenler ve bununla asla bağdaşamayacak kişiler de olur. Romancı bunu görmek zorundadır.

Diğer taraftan meselenin "insanlık hali" ile ilgili olduğunu en iyi gösteren örnek kanaatimce Miralay ile Binbaşı'nın aynı orduya mensup iki insanın kasabalıya ve Ermenilere olan yaklaşımı olsa gerek. Bu durum biraz da tarafsızlığın(ızın) bir tezahürü sanırım.

"Yazarın nesnelliği" daha iyi bir ifade olur, "tarafsızlık" biraz yargıçlık yahut hakemlik gibi bir konuma denk düşüyor. Siyaset dışılık gibi anlam da içeriyor. Romanında nesnel olabilir yazar. Fakat romanı bitirip de kapağını kapattığınızda yazara sorun bakalım, bu olaylar karşısında tarafsız mıdır, hayır. Ben Ermeni meselesinde mazlumlardan yanayım, kim acı çekmişse ondan yana. Kitabım dışında bunu söylerim, kitabımdaki yazar sesi bunu dile getirmez.

Peki bu açıdan bakınca, romandaki kahramanların kaderini belirleyen kişinin büyük ölçüde bir "çoban" olması da bu nesnel duruşun bir tezahürü sanırım. 

Bilmem, bunu böyle düşünmedim. Belki de çobanın biraz dengesiz ve heyecanlı biri olması bunu akla getiriyor. Bir de öyle kritik anlarda ve durumlarda ortaya çıkıyor ki, okurun yerinde olmak istemem. Yürek sızısı bir adam. Benzeri yok bir fenomen. Onun edebiyatta bir benzeri olmadığının yazarken farkındaydım. Kıvançlıyım insanlığa onu gösterdiğim için.

Romanlarınızın alıştığımız coğrafyası Nevşehir ve havalisi… Bu romanda da bütün kozmopolit yapısını görüyoruz bütün unsurlarıyla. Üstelik en küçük kasabada bile… Haliyle durup baktığımızda, aslında bu çoklu kültürü yitirdiğimizi görüyoruz üzülerek. Bugün baktığınızda bir kuraklık hissi veriyor mu size?

Hem de nasıl. En büyük kaybımız Hıristiyanlarımızdır. Burada olsalardı da keşke onları sevmeseydik. Öyle de olurdu zaten; pis şişkolar derdik bazılarına, kapatın şu manastırları diye haberler çıkardı, yahut paskalya bayramı trafiğinden söz ederdik, kafası açık başı açık konusu bu kadar dert olmazdı, kapalı olmak da aynı. Çok ileri bir toplum olurduk, aynı zamanda gerilimli ve çelişki dolu olurduk. Hıristiyanlar Türkçe ibadet ederdi, Müslümanlar Arapça, buna gülerdik. Dünyamızda böylesi çocukça nefretler olmazdı, kiliseleri yıkıp onların taşıyla kurulmuş imam hatipler olmazdı en azından. Kiliseler ahır olmazdı, esnafımızın ahlakı tümüyle selefi ahlakına dönmezdi. Yazık oluyor halen, korkarım daha da çok olacak.  

Belki yanılıyor olabilirim ama, en kalabalık “kadın kahraman” kadrosu sanki “Unutkan Ayna”da karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan bütün varlıklarıyla en az erkekler kadar etkinler. Hatta Zabel özelinde değerlendirecek olursak en kilit noktada yine kadınlar yer alıyor…

Ermeni sorunu yalnızca ekonomik ve insani bir sorun değil aynı zamanda bir kadın ve çocuk sorunudur. Hatta bazıları için cinsel sorundur. Bu söylediklerimi tam açıklayabilmem için o zamanın sürgün havasına bir bakmamız gerek: "Ermenileri sürdük" diyorlar birileri; katletmediklerini söylüyorlar ama diyelim ki öyle, sürülmek az şey mi? Çoluğunla çocuğunla hop diye bir sürgüne git bakayım ne oluyor? "Onlar öldürülmedi, sürgüne gitti" deyince her şey hallolmuş gibi konuşanlara bakıyorum da Ermeniler tatile gönderilmiş gibi davranıyorlar. Ermeni sorunu kadın sorunudur demiştim, bu yüzden. Adamları öldürüp yahut sürgün edip kadınları seçiyor adam, sabileri de. Kimi kız kimi oğlan. Bunları ya ikinci karı olarak alıyor, ya hizmetçi ya besleme. Ucuz işgücü. Bedava cinsel köle. Beğenmediğinin de artık nesini alıyorsa alıyor, gönderiyor. Bir arkadaşım "herkes kadınlara ne kadar sulanıyor bu romanda" dedi, erkek olmadığı için böyle dedi, biliyorum. Erkeklik bilgisiyle düşünse böyle demezdi. Bu yüzden bu romanın kahramanları gerçekten seven erkeklerle, kadınlara göz diken erkeklerin karşısında ne yapacağını bilen, derin düşüncelere sahip kadınlar oldu. Bunu hep ürpererek düşündüm romanı yazarken, kadınlığın hallerine onlar adına çok üzülerek. Bir kız babası olarak. Bu nedenle bu romanda kadınlar benim kahramanımdır, o kadınlara tutkun erkekler ise ancak kadın dolayımından kahramanım olabilirler.

Bir şey daha var ki, romanda çok göz önünde olmasa da tuhaf bir yere sahip olan şey "at" imgesi. Başından sonuna askerden sivile, bir metafor olarak karşımızda dikiliyorlar. Felaket de iyi haber de at sırtında geliyor... Atla başlayan roman yine atla bitiyor.

Atın o dünyada işlevini çok düşündüm elbet. Bir de çerçinin atı çok özel bir şey; kabul edelim ki boyunduruğunda fenerle dolaşan bir at imge olarak güzel. En azından bunu tasarladığımda beni çok etkiledi. At bütün insanların sevdiği bir hayvandır aynı zamanda, görsel bir işlevi vardır. Bu roman bilinçli ve apaçık bir biçimde, görselliği, bir perdeyi ansızın açar gibi kullandım. Varlıkları hışımla ortaya getirip koyduğum bir teknikle yazabildiysem, hayvan varlıklara yakından bakabildiğim içindir. Bunda yazarı yalnız insan dolayımından değil hayvanlar ve nesneler dolayımından da düşünen bir kişi saymamın etkisi de vardır.

Söze zaman mefhumundan girdik, yine onunla tamamlayalım. Genel olarak "tarihsel roman" söz konusu olduğu için zaten zaman ile ilgili bir şeylerin peşine düştüğünüz ortada. Öyle veya böyle artık "değiştirilemeyecek" şeylerin, "geçmişte kalmış" hadiselerin yeniden kurgulanması bir roman zamanı içinde ele alınmasından söz ediyoruz. Tem nesnelliğe ve diğer yaklaşımlara rağmen yine o "zamanı" bükme aslında zamanla bir alıp veremediğiniz olduğunu göstermiyor mu?

Zamanla sorunum olduğunu söylemek hoşuma gitmiyor. "Kavgam var" demiş gibi oluyorsun. Ben zamanla uğraşmayı bir zihin eğlencesi, bir keşif gibi gördüğüm için "zamanla bir dostluğum var" demeyi yeğlerim doğrusu. Şüphesiz zamanla ilgili bir yığın gönderme yaparım, her zaman yapmayı da severim. Fakat bunu felsefi bir olanak gibi değil, artistik bir olanak gibi görmekten yanayımdır. Sonuçta zaman metafiziğin ve felsefenin alanına giriyor. Romanda felsefe yapmak hoşuma gitmez, romanda felsefi çıkarımların yolunu açmak doğru görünür gözüme. Yani ben her türlü sözü öncelikle artistik-estetik düşünce için bükerim; bundan isteyen felsefi, siyasal ve hatta isterse dinsel sonuçlar çıkarır. Bir de zamanı niye eğip büküyoruz, bugün için. Bugüne yazılır roman çünkü, kalabilecekse de yarına. 1915'te günün kozmik dilimlerini gösteren dijital saat yoktu, ben o yüzden bugünün okurunun anlayacağı dille, kozmik saatlerle anlattım dünü. Bu, çok kıymetli olan zamanın önemini göstermek için gerekiyordu. Anlattığımız şey, yaşamak için en kör umuttan bile kazanılmak istenen bir zaman parçasıydı çünkü.

Tam burada araya gireceğim, bu romanın diğerlerinden önemli farklarından birisi şu; her ne kadar bir asır geçmiş olmasına rağmen üzerinden hâlâ güncelliğini, etkisini koruyan, öyle veya böyle adam akıllı hesaplaşılmadığı için tartışılan bir mesele bu. Bu açıdan baktığımızda da "zaman" olgusunun devamlılığı karşımıza çıkıyor. Her ne kadar romanda bölüm adlarını zamana dair cümlelerle oluşturmuş olsanız da...

Onu okurun çağrışımına bırakmayı yeğledim. Ermeni sorunuyla hesaplaşmadık doğru, ama bunun yeri roman değil. Siyaset hesaplaşır, sanat yüzleşir. Ben yüzleşmeyi öne çıkardım. Roman dünyayı değiştirmek için yazılmaz fakat eminim ki iyi bir roman dünyayı değiştirme arzusu uyandırır.

Istanbul Art News (IAN) Haziran 2016

Geçmişin Zamanı Bugündür

Halim ŞAFAK
Herhangi bir edebiyat yapıtı hakikatle hangi bağlam ve düzeyler üstünden ilişki kurmuş olursa olsun bize bir geçmiş tartışması yapma konusunda zorlaması bir yana bu tartışmanın insanın kendine dönük bir vicdan değerlendirmesine dönmesi beklenmelidir.
Dünyadaki uluslaşma süreçleri sonuçları düşünüldüğünde ötekiyle birlikte yaşamanın şiddetle karşılıklı olarak ya da değil ortadan kaldırıldığı/ kalktığı bir zaman olarak anlanabilirler. Bu memlekette de bu Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler ve Alevilerle Türkler ve devlet arasında yaşanmıştır.
Ne var ki bu tür kıyımların olduğu her yerde azınlıkta da kalsa farklı ve insana gelecek bahsinde umut veren şeylerin yaşandığı ve yaşanacağı da muhakkak söylenmelidir. Çünkü bir avuç insan her şeyi ölme ve öldürmenin belirlediği süreçlerde de insani olanın özellikle vicdani temelde gelişmesi ve yaşanması için de can havliyle mücadele etmiştir. Geçmiş kıyımlar kadar dünyaya yayılmış bu türden hikâyelerle doludur. Söz konusu etmeye çalıştığım kıyımları önlemeye yetmemiştir ama can havliyle kurtarabildiği kadarını zulüm edenin elinden kurtarmıştır.
Gürsel Korat’ın yeni romanı “Unutkan Ayna”da söz konusu ettiği 1915 kırımı geçmiş zamanın bu bağlam ve düzeyde ele alınması mümkün örneklerinden biridir. (YKY,2016) Bir hafta gibi kısa bir zamanı dilimi içinde Nevşehir ve etrafında yaşananlar üstünden oluşturulan roman özellikle Kirkor ve Memet’in arkadaşlıklarının aynı dünya karşısında oluşturduklarına ve yaptıklarına bakarak belirtirsek söz konusu zamanın insani ama nedense uzakta tutulmuş önemli bir boyutunu ele alıyor.  Aynı dönemde insan ilişkileri kadar aşk ilişkileri de başka bir düzey olarak aynı anlayışın bir parçası olarak romanda söz konusu ediliyor.
KIRIM KARŞISINDA İNSANLIK DURUMLARI
“Unutkan Ayna”da tehcir sürecinde bir devlet tartışması yapılırken bir yandan da o devlet karşısında Ermenilerin, Rumların, Alevilerin ve Türklerin içinde düştüğü/düşürüldüğü durum orda gelişen ölme ve öldürme temelli şiddet kadar bunun karşısında tam bir insanilikle verilen yaşama ve yaşatma mücadelesini konu ediliyor.
Gürsel Korat çocukluğunda anlatılanları da unutmadan ama daha çok tarihte yaşananların derin etkisiyle oldukça akıcı ve imgeye pek sığınmayan bir dille “Unutkan Ayna”da bunları yazıyor. Bu akıcılığa bağlı olarak “Unutkan Ayna”ya 1915’lerde Nevşehir, Yozgat, Kayseri ve etrafında geçen bir polisiye roman da denilebilir. Romanın asıl özelliği insan duygularının öne çıkarılması ve aynı dönemde başka ve gizlilikle kendini gerçekleştiren bir sürecin bu duygularla birlikte tüm şiddete ve onun yaydığı ölme ve öldürülme korkusuna rağmen insanın kötücüllüğü karşısında hem insani hem de vicdani olan üstünden yaşanmasıdır.
“Unutkan Ayna” bu noktada “insaniyetleri benzer” tabirinin karşılığını 1915 kırımına bakarak söz konusu ediyor başka bir deyişle ortaya çıkarıyor. Kirkor’la Mehmet arasındaki dostluktan, Binbaşı’nın ve Doktor’un tavrına ordan aşk ve insan ilişkilerine kadar giden geniş bir düzeyde kırım karşısında insanlık durumları romanın asıl konusudur diyebiliriz.
Romancının tarihin bir dönemine ait bu tavrını geçmişle kurduğu ilişkiden çıkardığı bir sonuç ve arzusunu duyurduğu bir şey olarak da değerlendirebiliriz. Geçmişin asıl zamanının bugün olduğu ve bu yüzden bugünü etkileyeceği düşünülürse insani olanı öncelemiş bir romanın yine bugün karşısında “insaniyetlik” çağrısı olarak algılanması ve öyle kabul edilmesi mümkündür.
BİRLİKTE YAŞAMA ÇAĞRISI
Kaldı ki çocukluğu Yozgat, Kayseri ve etrafında kırımdan kurtulanlarla birlikte geçmiş/yaşanmış birinin bu yaptığı aynı zamanda söz konusu çocukluk ve geçmişle kurulmuş bir ilişki olarak anlanabilir. Hatta bu haliyle romanın geçmişin bugüne dönük ya da geçmişten kalkınan bir birlikte olma ve yaşama çağrısı olarak kabul edilmesi de mümkündür.
Geçmişi hatırlatması ve saklaması mümkün olan fotoğrafları bulup yok etme ve onları koruma arzusunun da şiddetle çarpıştığı roman bir ucuyla fotoğraf sanatı üstünden dünyaya dönük bir karşılık da oluşturuyor. Söz konusu ettiğim bir yanıyla Ermeni ve Rumların her türden gelişmeye dönük ilgisini açık ederken –ki bu baştan beri bu memleketteki düzeyi göstermesi açısından önemli bir örnek olmuştur- bir yanıyla olup biteni belgeleyerek geleceğe bırakma arzusunun güçlülüğünü de somutlaştırmaktadır. Aslına bakılırsa bugün de sürmekte olan tartışmalar yazılı ve sözlü tarih kadar bu fotoğraf ve belgeler üzerinden yürütülmektedir.
Geçmiş özellikle Anadolu topraklarında Ermeniler, Rumlar ve Türkler’in, daha başkalarının birlikte yaşadıkları ya da yaşamayı bildikleri için bugün de deneyimlenmesi gereken bir olgu olarak orda tarihin bir yerlerinde durmaktadır. İnsani olanın özelliği birileri kötülük ederken birilerinin de zulme uğrayana yardıma gelmesidir.  Alain Touraine”nın “Bir zamanlar uzakta olan yaklaşmakta ve geçmiş şimdiki zamana taşınmaktadır “ demesinin vahim sonuçları memleket yüzeyinde tüm şiddetiyle yaşanmaktayken “Unutkan Ayna”nın hatırlamaya ve hatırlatmaya çalıştığı insaniliğin yine insanın insana borcu olduğu muhakkak söylenmelidir.
Evrensel, 16 Mayıs 2016

Roman Bütün İnsanlığın Sesidir








“Romanın ‘Biz’i ‘öteki’si olmaz, roman bütün insanlığın sesidir” diyen Gürsel Korat’la Unutkan Ayna’yı konuştuk.

Suzan Demir


Zaman kitaplarınızda hep görünür bir aktör olarak yer alıyor. Geçmişiyle geleceğiyle… Nedir sizdeki zamanın algısı?
Zaman metafizik bir kavramdır; ben bilimsel düşünüşü yaşamımın rehberi olarak gördüğüm için metafizik kavramları dine bırakmam, onları varoluşumuzla ilişkilendirerek düşünürüm. “Bir yerde yaşıyoruz.” Bu sözü söyleyen Thomas Hobbes beni çok etkilemiştir. Bir yerde... Hepimiz sürekli olarak değişen bir yerdeyiz. Fakat bu yerde “daha önce” denilen zaman yok. “Gelecek” de yok. Bunları içimizde taşıyarak yaşarız. İşte bir romancı için iyi bir koşu alanı.
Benim zaman algım “değişimin kaçınılmazlığı” üzerinedir. Bu beni bilimsel çizgiye ve nesnelliğe yaklaştırır. Öykü dilinde özneye bağlı belirsizliği seçmekten bu nedenle uzak dururum. Somut, beş duyuya dayalı, tempolu ve keskin çelişkiler üzerine bir kurmaca. Benim metin zamanım bunlar tasarlanarak kurulur.

Unutkan Ayna’da zaman neredeyse dakika dakika geçiyor. Bir şeylerin başlama, bitme ya da belirtme zamanlarımız hep tam saatlerdir. Ama siz hikâyede, örneğin o günün saat 14.27’sinden bir kesit anlatıyorsunuz. Bu bana “Bir yerde yaşıyoruz” diyen Hobbes’tan zamanın bir yerini gösteren size bir yansıma gibi geldi. Neden böyle bir “zaman dilimi” seçtiniz?
Hayır pek öyle değil. Zamanın bir yerinden çok, somut bir yer. Zaman ve süre insanın düşünerek bulduğu birer kavram. Dolayısıyla ben o “yere”bakıyorum, örneğin Kapadokya’ya. Önce ve sonra arasındaki geçişin belirsizliği bana öykünün damarını gösteriyor. Sezgi diyelim. Romancının düşünerek ve akıl yürüterek bulduğu saymaca evren.
Bu roman özelinde senin sorduğun kısa zaman dilimleri içinde geçen olaylar konusu ise gene geçmişte Nevşehir’de yaşanan feci olayların içindeki insanın zamanına bakmaktan çıktı. Unutkan Ayna’ya gelinceye kadar uzun zaman dilimleri içinde hareket eden insanı anlattığım romanlar yazmıştım. Oysa Unutkan Ayna’da her şey  on gün içinde olup bitiyor; bu nedenle saniyelerin bile değeri var. Bu kez zamana bakış farklı. Tam gidecekken, ayağa kalkmışken sohbetin tatlılaşması gibi. Bu roman benim için o.

Ara vakitlerden bahsettik fakat siz asıl olarak bu topraklarda yaşanmış ve hala yüzleşilmeyen Ermeni Soykırımı’nı anlatıyorsunuz. Unutkan Ayna, bana bir yanıyla da “unutturulmaya” çalışılan “tarihin” inatla “hatırlandığını” anımsatan bir imge gibi geliyor. Yanılıyor muyum?
Hayır yanılmıyorsun. Ben kötülüğün iyilikten hızlı, çevik ve güçlü olduğunu hiç düşünmeden kabul ederim. Fakat kötülük için bir şey daha kabul edilmeli, ne yaparsa yapsın kötülüğün mutlaka en az bir haber vereni vardır. Bu şu demektir, kötülükle bir başarı kazanılabilir fakat o başarı savunulamaz.

Zaman, bazen ağır bazense hızla geçen “bekleyişin” de en önemli unsurlarından biri kitapta. Dakika dakika geçen zaman Ermeniler için “katliamın bekleyişi.”  Unutkan Ayna, aynı zamanda bir bekleyiş hikâyesi de diyebilir miyiz?
Yalnız 1915’te Nevşehirde değil, çoğu yerde böyle olduğunu fark ettim, bu romanı çalışırken. Zaten katliam yaklaşırsa ne yapabilir ki insanlar? Kaçabileni kaçırırlar belki ama sonunda birileri gider okkanın altına. Bu, cezaevinde benzerini yaşadığım bir duygudur, Mamak veya Diyarbakır'ı yaşayanlar ne dediğimi gayet iyi anlar. Dayağı beklemek, işkenceyi beklemek, yargılanmayı beklemek... Bu bizim solak ve makus talihsizliğimizdir. 

-Bu bekleyişin sonunda az çok ne olacağını biliyoruz. Çünkü bir tarihi anlatıyorsunuz ama “belirsizlik” var romanın sonuna kadar. “Evet, size bildiğiniz bir tarihi anlatıyorum” diyorsunuz fakat bir yerlere de şerh düşmeyi ihmal etmiyorsunuz. Tarihi, anlatıcının zamanından ayıran bu ayrım oluyor diyebilir miyiz? 
İnsan değil de tarih asıl meselem olsaydı okuyucu zaten bildiği bir tarihin ayrıntılarını öğrenecek, kitabın sonunu merak etmeyecekti. Oysa ben herkesin bildiği sonu öyle bir hale getirdim ki, okur son ana kadar neyin nasıl olacağını tahmin edemez. Kurmaca, tarihten bu yönüyle ayrılır: Tarih bildiğimiz olaylar dizisinin ayrıntılarını belgeler. Oysa roman bildiğimiz olaylar dizisini bir olay örüntüsü etrafında yeniden kurar. Yeniden kurduğunuzda tarihe uyma çabasından çok olay örgüsünün gereklerine uyma öne çıkar ve bilinen tarihi olaylar bambaşka, yepyeni bir boyut kazanır. Yazarı bile zaman zaman şaşırtan derinliklerdir bunlar.
 
-Unutkan Ayna, elbette bir belge değil ama unutturulmaya çalışılan Ermeni Soykırımı gerçeğinin neresinde duruyor?
Siyasal hakikatler ve önermeler romana doğrudan girmez. Ermeni kırımı unutturulmaya mı çalışılıyor, yoksa yok mu sayılıyor? Bunlar siyaseten tartışabileceğimiz konular. Kitabın kapağını kapatıp romancı olmaktan çıktığımda, bir siyasi görüşü olan vatandaş olarak bu romanın Ermenilere zulüm yapıldığı noktasında durduğunu söyleylebilirim. Türk ve enternasyonalist kimliğimle benim halkımın payına bütünüyle zalimlik düştüğünü öne sürenlere de, olanı biteni inkar edenlere de mesafeliyim. Bütün milliyetçi argümanlar insanlık fikrinden uzaktır. Üstelik “Ama onlar da yaptı” diyenler haksız değildir, mesele kimin haklı olup olmadığından çok bize düşen ne olduğunu anlamaktır. Çünkü romanın “biz”i ve”öteki”si olmaz. Roman bütün insanlığın sesidir.

-Kitapta, gergin bir bekleyiş var ama yaşamın ritmi bir şekilde ilerliyor. Mizah da var hüzün de…
Yaşam öyle bir yerdir. Cenazede gülmek o kadar kötü bir şey değildir. Topluca dayak yiyenler kendileriyle alay ederler. Karışıktır duygularımız. Bunları anladım yazdıkça.

-“Daha önce” ve “Gelecek”  denilen zaman yok dediniz. Fakat insanlar “Tarih tekerrür eder” diyerek bizi bir “kadere” mahkûm ediyor. Sanki aynılarını yaşamak kaçınılmazmış gibi! Fakat resmî tarih ya da devletlerin yazdıklarına baktığımızda yaşananların “unutturulmak” istendiğini görüyoruz. Şimdi Sur’a Nusaybin’e baktığımızda bize unutturmuşlar diyebiliyor musunuz?
Kimsenin bir şeyi unutturmayı başardığı görülmemiştir. Yalnızca George Orwell 1984 distopyasında unutturma konusunda iktidarın başarılı olacağından endişe eder, o kadar. Tarihin iki yılda bir yeniden düzenlendiği bir dünyada geçmiş neydi, bilinemez ona göre. Oysa ben biraz farklı düşünüyorum bu konuda. Günümüzde bir bilgi yığışması önündeyiz; unutmadan çok duyarsızlaşma büyük bir sorun. Ben unutmaktan değil, unutmayıp yanlışlar karşısında bir şey yapılamayışına şaşıyorum. Her şeyi görüyoruz ama onun arkasından çıkan şey o kadar büyük ki hem öncekini unutuyor hem de anımsadığımızda tepki veremiyoruz. Yani bilmek bilmenin engeli haline gelmeye başladı!

-Hep zamandan bahsettik, bir de mekân var sizin kitaplarınızda ki pek de değişmeyen bir coğrafya: İç Anadolu... Nedir sizi bu sınırların içinden çıkarmayan şey?
Anadilim. Ben Türkçenin işçisiyim. O dil Anadolu’nun coğrafyası içinde devinir, benim dokunuşlarımla bana öyle gelir ki yeni bir tarzda soluk alır verir. Ben de bu yoldan, orada sürekli olarak bilinmeyeni arar, öykülerimi İç Anadolu’nun bilgisiyle kurarım. Üstelik bunu, pek de İç Anadolu’dan umulmayan tarzda, milliyetçilikten uzak, insanlık ailesine bağlı, metne din ışığında bakmayan, ezber bozucu bir metin kurarak  yaparım. Ben dağlarımı, şehirlerimi, bu coğrafyada edindiğim dilin zenginliğiyle sevmeye bayılıyorum. Belki de bu yüzden o küçük taş yuvadan, delik deşik kayalık dünyamdan pek de dışarı çıkmıyorum. Çıktığımda da aklım hep oradadır, bu böyle.


4 Haziran 2016 Cumartesi, Yeni Özgür Politika