SEBA ŞEHRİNİN ÜÇ HARAMZADESİ




                                                   Caravaggio


Seba büyük bir şehirdi, ayakkabı kutusu kadar.
Pek ulu pek geniş ve pek uzundu. Bir gemicik kadar.
On şehir halkı oraya toplanmıştı: Hepsi de yüzleri yıkanmamış üç kişiden ibaretti.
Orada sayısız adam vardı, hepsi yalnız ölü hayvan eti yiyen üç ham adamdı.
Üç kişiden biri pek uzakları görürdü: Kördü!
Öbürü pek keskin işitirdi: Sağırdı!
Üçüncüsü çırılçıplaktı, giysilerinin etekleri uzundu.
Kör dedi ki: "İşte şuradan yargıçlar geliyor. Onlar hangi kavimdendir ve kaç kişiden ibarettir, hepsini görüyorum."
Sağır, "Evet ben de sesleri duydum, gizli açık tüm söylediklerini işittim."
Çıplak: "Eyvah! Gelirlerse giysilerimin eteklerini keserler!" dedi.
Kör: "Bakın yaklaştılar, kaçalım."
Sağır: "Gürültü yaklaşıyor, haydi!"
Çıplak: "Eyvah! Giysilerim ayaklarıma dolanıyor!"
Şehri bırakıp çıktılar. Koşa koşa bir köye geldiler. O köyde semiz bir kuş buldular, hiç eti yoktu. Kuşu yediler, fil gibi yediler, şiştiler. Bu endamla, kapı aralığından geçtiler.
Gittiler paralarını aramaya. Damlar üzerinde koşup duruyorlardı. “Paralarımızı gördünüz mü?” diye önlerine gelene soruyorlardı.
Geceydi. İbrahim Ethem tahtındaydı henüz. Yatmaya gidecekti. O sıra damda sert koşturmalar duydu. “Kimin haddine” dedi doğruldu ve sarayın penceresinden, “Kim var orada, bu saatte ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı.
Üç kirli adam damdan seslendi:
“Kaybımız var onu arıyoruz.”
“Ne arıyorsunuz?”
Paralarımızı.
“Damda para aranır mı?”
“Ey gönlü geniş adam. Sen taht üzerinde otururken Tanrı’yı arıyorsun ya. Ne olmuş, biz de burada para arıyoruz.”
İbrahim Ethem çok utandı. Bir daha onu oralarda gören olmadı.
Üç utanmaz adam, Ethem’in tahtına kurulup Saba’yı yönettiler.
Koca bir şehirdi orası, bir izinsiz villa kadar.
Hırsla yönettiler, bütün dünyalıklarını tamamladılar.
Kördüler, sağırdılar ve çıplaktılar.
Fakat onlar Seba’yı yönettikleri o zamanlarda kabusa benzemeyen tek rüya bile göremediler.

(Mesnevi'den alınmıştır. Mesnevi'ye ait olmayan ifadeler italiktir.)

ANKARA'NIN KÖY ESTETİĞİ




Anadolu yollarında arabayla giderken yoldan birkaç kilometre içeride olan bazı kasabaların “giriş kapısı”nı ana yol üzerinde görürsünüz. Üzerinde de “Yeşilyurt Kasabası’na Hoş Geldiniz” gibi şeyler yazar.
İl ilçe yönetimi terminolojisinde “kasaba” diye bir kavram olmadığı için, aslında büyükçe köylerin bilinme ve tanınma arzusundan kaynaklanan o kapıları pek de saçma bulmam. Sonuçta çok küçük olan, tarihsel veya ekonomik açıdan kayıtlara bile girmeyen o köyler, orada yaşayanların kendini gösterme arzularını artırmıştır; o görünme arzusunda anlaşılır bir şeyler vardır. Üstelik o köye gitmeye kalkacak yabancılar için büyük bir kolaylıktır bu: “Aksaray Nevşehir yolu üzerinde kırkıncı kilometrede bizim köyün girişini görürsün” dediler mi, olur biter.
Buna isterseniz “köye giriş yolu estetiği” diyelim.
Kent köyden bir şey öğrenmez, bunu katı bir öğretici tavrıyla değil, üniversitelerin, sermayenin, kültürel çevrelerin şehir merkezinde toplandığı bilgisinden hareketle, yumuşak bir ses tonuyla söylüyorum. Şehirde falanca yerde gördüğün şeyin çağrışımıyla bir şey yapılmaz. Çünkü bu davranış köylülere aittir ve “köye giriş yolu estetiği” sayısız örneği olan, “biz de aynısından yapalım” denilmesi mümkün, basit, işlevsel ama estetik dışı bir aklın ürünüdür. Dünyanın hiçbir yerinde şehre kapılardan girilmez, böyle bir şey surlarla çevrili ortaçağ kentlerinde olurdu, günümüzde bunu yinelemeye kalkan çıkmaz.
Hele tarihi iyi korunmuş Roma, Venedik, Viyana, Stockholm, Petersburg gibi şehirlere, her biri için beş milyon lira harcayarak beş kapı yapın bakalım, ne olur! Bu nasıl yoğurdun bolluğudur anlamadım: Ankara şehrinde yirmi beş milyon lira harcanarak üstüne “Ankara’ya hoşgeldiniz” yazacağınız bir “kapı”ya hangi akılla evet denmiştir? Bu köy estetiği hangi aklın ürünüdür? Bu kapıları görenler “Belediye Başkanı amma da çalışmış ha” diyerek köylü vezninde bir övgü cümlesi söyleyeseler ne olur, söylemeseler ne olur? Bu nasıl bir beğeni halidir? Ankara beş milyoluk şehir oldu, yoldan geçerken görmeden geçeceğiniz bir köy değil. Buraya bir köy belediye başkanı gibi giriş kapısı yaptıran adama bir başkent daha kaç yıl müstehak olacaktır, bilinmez. Ankara’nın unutulmayacak yanılgısı, ülkeyi pespaye bir taşraya çeviren sağcılığı desteklemesi değil, Melih Gökçek gibi birini üst üste dört kez belediye başkanı seçmesidir. Bu şehirde nasıl hangi cinsten insanlar çoğunluktadır ki, böyle bir başkan açık ara yirmi yıl bu şehri yönetecek oyu toplamıştır?
Bu seçimde Ankaralının deyimiyle “bağırta bağırta” Melih Gökçek’i oradan indiremeyen Ankara’nın geleceğe bakmaya yüzü yoktur; bu şehir giriş kapılarının parasından başlayarak sorulması gereken hesaplarla doludur. Metro ulaşımından mahrum edilen, ağaçları ve üniversite arazileri talan edilen bu şehir, başkent olduğunu o gün anlayabilir: Çünkü dur denilmesi gereken hal artık ayyuka çıktı. Köyleri şehir estetiğiyle yönetmeye kalkmaktan daha saçma bir durum önündeyiz, şehirleri köy algısıyla yönetenler başımızdadır.