Atina
Felsefi heyecan mantıksal düşünceden çıkar. Oysa edebi heyecan imge ve duygudan gelir. Edebiyatta, akıl ve mantıkla bilmeyişimizin heyecanı vardır.
Edebiyat, özgül bir alandır; felsefe, bilim ve din gibi. Peki bu alanların edebiyata hiç etkisi yok mudur?
Vardır. O yüzden edebiyatçı gibi okunan filozoflar biliriz: Platon, Nietzsche, Schopenhauer...Elbette bu durum, filozof gibi okunan edebiyatçıları da akla getirir: Herman Broch, James Joyce, Marguerite Yourcenar, Musil...
Filozoflar edebiyata ilham vermiştir şüphesiz; İbn-i Sina, Salaman ve Absal’ı yazarak Robinson Crusoe’nun yolunu açmış, Platon bütün ütopyaların ve hatta distopyaların esinleyicisi olmuştur. Edebiyat da felsefeye “Babalar ve Oğullar” üzerinden nihilizmi, distopyalar üzerinden toplum felsefesinin pek çok sorununu taşımıştır.
Fakat, yine de sanatın kendi başına bir amaç taşıdığını söyleyen ilk kişi bir edebiyatçı değil de bir filozoftu: Kant böyle söylese de, din bunu asla kabul etmedi, sanatı kendi amaçları için kullanmayı seçti. Siyaset de öyle. Bilim ve felsefe ise sanatla yollarını ayırdı.
Bütün bunlardan geriye sanatın özerk bir alan olduğu hakikati kaldı.
Felsefe gibi. Çünkü felsefe yapmak için başka hiçbir alanın yardımını almaya gerek yoktur. Sanatçılar felsefenin bu özgürlüğüne imrenir.
Ömrü boyunca bir kez “Yaşamak nedir” “Nasıl biliyoruz?” ya da “Hiçlik ne?” diyen kişi en azından bir kez felsefe yapmıştır.
Fakat edebiyat yapmak böyle dolaysız sorularla mümkün değildir; yine de bu, edebiyatın, varlık hakkında düşünmeyi de felsefeden öğrendiği gerçeğini değiştirmez.
Edebiyat anlatıcılığı dinden öğrenmiş ve onunla yollarını ayırmıştır.
Felsefe ise, Hümanizma’yla birlikte dinden öğrendiği tanrı odaklı söyleyişi, insan odağına indirgemiştir. Bu nedenle “Ben” kipiyle anlatmanın atası felsefedir.
“Göre”li anlatımın atası ise hem felsefedir, hem de bilimdir. Sofistlerden Einstein’e kadar pek çok bilgin ve filozof göreceliliği vurgulamıştır.
Nesnel anlatıma gelince; bunun büyük atası duygulardan uzak tutumuyla felsefe, olanı olduğu gibi görmek tutumuyla da bilimdir.
Edebiyat, varlıkla ve varoluşla ilgili temel soruları felsefeden öğrenmiştir.
Bir edebi yapıt tüm insanlığın malıdır. Yazar tıpkı bilginler ve filozoflar gibi tüm insanlık adına konuşur. Bunu bütün evrensel bilgi biçimlerine (etik, estetik ve bilime) öğreten felsefedir. Dinde evrensellik iddiası vardır yalnızca.
Ütopyalar felsefeden edebiyata girmiştir. Fakat bunlar edebiyatın değil, ütopyaların yararınadır; çünkü düşünür ütopyayı kurarken edebiyatı araç olarak kullanmıştır.
Thomas Morus, Campanella veya Platon edebi dilden yararlanarak bir ideal toplum düşü kurmuşlardır.
Fakat sanatçılar filozofların bu iyimserliğinden korkarak distopyaları yazdılar: Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, Orwell’ın 1984’ü, Zamyatin’in Biz’i gibi. Fakat filozof da sanatçıya keskin bir dille konuşmayı öğretti: Seneca, Diderot, Nietzsche yahut Platon’un aforizmaları bunun kanıtıdır.
Zaman kavramı, felsefeden edebiyata düşmüş bir göktaşına benzer.
Unutmayalım ki, edebiyat felsefi önermeyi yinelemez; sanatçı, felsefi dili edebi dile “çeviren” kişidir. Bunu felsefeyi doğrulamak veya yanlışlamak için değil, karakterlerine zemin sağlamak yahut romanına örtük bir felsefi kıvam vermek için yapar.Böyle bir çaba felsefenin kendisi olmaz, “edebiyattaki felsefe” ile, edebiyatın felsefenin yerini alması aynı şeyler değildir. Birincisi özgünlük ikincisi güdümlülüktür.
Edebiyat yaşamda olan her şeyi konu alır: Din, Bilim, Siyaset, Felsefe, Ahlâk ve hatta sanat. Edebiyatın felsefeyle ortak yanı budur.
Fakat edebiyat bu alanları insan eylemleri içinde korkusuzca didikler; onları konu alır ama onlar için bir şey yapmak amacında değildir. Sanatın amacı kendisidir.
Sanat hiçbir ideolojiyi, dini, felsefi görüşü veya bilimsel savı amaç edinmez.
Kesin bilgiye dayanmamak, felsefe ve edebiyatın ortak özelliğidir.
Yaşamı aklımızla kurcalarken işimiz felsefedir. Orada sanat yoktur. Fakat yaşamı duygularımızla kararken işimiz sanattır, orada felsefe bulunmaz.