Yıkılan Umutlar

Kayseri Endürlük Köyü'ndeki Aziz Triada Kilisesi'nin Çan Kulesi artık yok. 2007'de böyleydi.


Gürsel Korat

Yıllar önce "Kayseri bir gün yıkılacaktır!" dediğim zaman, söylediğim sözün kehanet derecesindeki büyüklüğünün farkında değildim. Korka korka dua okuyanlar gibi, "belki bir umut Kayseri tümüyle yıkılmaz canım" düşüncesi de aklımdan geçiyordu.


Uzun yıllar kat edilmeden, kısa sürede Kayseri şehri, -yıkılamayan bazı mostralıklar dışında-tüm tarihi dokusuyla birlikte yok oldu. Kalan tarihi eserler ise modern yapıların gölgesinde kaldı, hiçbir tarihi geçmişi fısıldamayan yalnızlığın fesadında boğuldu.


Annem baş edemediği bir arsızlık karşısında "Allah ıslah etsin!" derdi.


Yıllardır bu ülkede milliyetçiliğin ve din merkezli iktidar tutkusunun açtığı iktisadi ve kültürel yaraların çoğalmasını önlemeye çalışanlara geçmiş olsun, bunları Allah'ın bile ıslah edemeyeceği fikrine nihayet varmış bulunuyorum.


Kayseri Endürlük Kilisesi'nin yan duvarları yazın yıkılmaya başlamıştı, şimdi çan kulesinin uçtuğu haberi de geldi.


Tarihimizin önemli bir mimari bellek noktası daha çürütüldü. Saymaca bir göçebe tarih, saymaca bir fetih tarihi, söylene söylene efsaneden gerçeğe dönüştü. Çekirgelerin göçü ve fethi tamamlanıyor; ilkem ötekine sövmek, tarihimi silmektir. Tarihin çölü hepimize armağan olsun.

Zamanın Egemenliği Yok


Söyleşi: Halim Şafak

-Sevgili Gürsel Korat; yeni romanınız Rüya Körü (İletişim, 2010) Bizans İmparatoru 1. Manuil’in hüküm sürdüğü 1143-1180 dönemini anlatıyor. Bu döneme odaklanmanızın ya da ilginizin nedenini sorarak başlamak istiyorum.
Bu döneme özel bir ilgim yoktu. Fakat uzun süredir kuruluş romanlarının hep küçümsediği Bizans’la ilgili bir şey yazmamış olmama hayıflandığımı saklamayacağım. Andronikos’u mutlu bir tesadüfle keşfetmem benim için çok önemli bir adım oldu. Daha önceleri dönemle ilgilenmiş, sağını solunu yoklamış, çekinmiştim. Andronikos müthiş bir karakter, çekti beni dönemin içine; bir de Kılıçarslan’a ulaşıtım ki, olay tadından yenmez hale geldi. Nedeni şu: Kuruluş romanlarının kötü şeyler yazdığını, “biz” duygusuyla hep “Türkleri” övdüğünü biliyordum. Neye vardım, Anadolu Selçuklu Devleti adıyla bilinenin Konya Rum Sultanlığı olduğuna. Bizans İmparatorluğu’nun Roma İmparatorluğu olduğuna! Bunları biliyorduk da, konuşmamışız! Yıllardır bu “Anadolu Selçuklu Devleti” adının fosur fosur yalan koktuğunu düşünür, böyle bir devlet adının o zamanların ağız kıvamına pek uymadığını aklımdan geçirirdim. Fazlasıyla modern, ölçülüp biçilmiş, kitabi bir ad! Çünkü adında Rum var ya beğenilmeyip yerine milli bir tarih uydurması konduğu belli. “Bizimkiler nasıl Rum olur?” diyen birinin şirretliği yani. Mevlana Celaleddin, “Rum” olabilir ama milli tarihi kuran o meçhul arkadaşı enterese etmez. Eşrefoğlu Rumi varmış, “Rum diyarının sultanları” varmış, ne gam!
Bakın Nev’i şiir yazmış da övünüyor:

Nev’iya nazm içre eyledün bir tarz-ı has
Rumı kurtardın Acem eş’arına taklidden

Yani Nev’i kendi kendine, “şiirde öyle bir özgün biçim kurdun ki, Rum’u İran şiirine taklidden kurtardın” diyor.
Rum kim burada? Osmanlı. Her halde Selçuklu dediğin de öyleydi ki, tarihe kurdukları devlet Konya Rum Sultanlığı olarak geçmiş. Bunu yalnızca bizim okullarımızda böyle öğretmiyorlar. Ne tuhaf.

-12. Yüz yılda Anadolu’da, Balkanlarda, Kudüste ve İstanbul’da geçen Rüya Körü Katolik ve Ortodoksların oluşturduğu dünya kadar Selçuk beylerini anlatırken nasıl bir tarih bilgisinden yola çıktınız? Başka bir deyişle edebiyatın dışındaki tarih edebiyatın nesi oluyor?
Edebiyatın dışındaki tarih, en fazla olsa olsa sözün arka planı oluyor. Tarihi açıklama çabası edebiyatçının işi değildir. Ben, Rüya Körü’nde oldukça yakın gözlemlerin ürünü olan kronikçilerin yazdıklarına ve dönemin somut tarih bilgisine dayandığım, üstelik milliyetçiliğin saçma tarihsel sınıflamalarından uzak durduğum halde, yine de amacım tarihsel tez öne sürmek olmadı. Tarih birinci elden anlatıldığında bile taraflı ve yetersiz olabilir. Hem edebi yapıtta tarihi gerçeği açıklamakla neye varabilir ki insan? Olsa olsa tarih tezine. O zaman bunun edebiyatçılıkla ilgisi olmaz. Ben dönemin yaşayışına, duygulanma biçimlerine, kadın erkek ilişkilerine baktım. Yönetim süreçlerindeki ilişkileri gözlemledim ve buradan insana dair anlatacağım temel hikayeyle bağlar aradım. Doğrusu ben kendi hikayemi anlatırken eski dönemin bilgisini zemine yaydım. Okurun baktığı yer o zemin değildir, insana bakar. Zemin sağlam olursa okura oradan da dolaylı bir bilgi geçer. Yazarın doğrudan anlatmadığı ama gösterdiği yerin bilgisi. Ben bu yer üstünde akan zamanı insanın duygu dünyasından geçen bir imkansız olayla, geleceği rüyasında görmekle doğrudan imgeleme seslendim.

-Bu bağlamda rüyasında geleceği gören Stefanos’la geçmişi gören Andronikos arasındaki çatışma bir biçimde bugünü de içine alan bir zaman tartışması olarak anlanabilir mi?
Bu, zamanın herhangi bir noktasında insanlar arasında yapılabilecek bir zaman tartışmasından başka bir şey değildir. Tamamen öyle anlaşılmalıdır. Peki o zaman niye 1143 diyeceksiniz. Şundan: Bütün resmi tarihin tu kaka ettiği bir çağı, o geçmişi bir nirengi noktası olarak seçsek, bugün, o zamanın geleceği olmaz mı? İşte düşünmeye, üzerinde zıplamaya değer bir konu.
Bir de geçmişi yazmanın iyi tarafı aforizma diline uygunluğu gibime gelir. Bu nedenle sık sık aforizmalara başvurdum: “Kader mi, kader diye bir şey yok. Kader olsaydı, geleceğin ve şimdinin iç içe yaşanması gerekirdi” gibi şeyler yani.

-Gelecekteki bugünü tartışmanın olanağı haline gelerek romanın özgün yanını oluşturmuştur diyebilir miyiz?
Bunu yazarına sorma nezaketi gösterdiğiniz için sağolun. Okurun fikrin almak lazım. Ben geleceği anlatarak da ilerleyebilen bir roman yazılabileceğini düşündüm ve teknik olarak da bunu yapmaya çalıştım: Çoğu yerde olacakları söyleyerek yazılan bir roman yazmayı göze aldım ve yazdım. Takdir, okuyana aittir.

-Rüya Körü’nün aynı zamanda şiddetli bir devlet ondan çok iktidar eleştirisi olarak okumak mümkün müdür?
Romancı açıktan açığa söylemez bunu. Söylememelidir. Romanda insanla yüzleşirken irkiliriz birden: “Eh, bütün erkeklerin iktidarı nasıl da nasıl erkek!” deriz. “İktidar, kadınların gövdesine bile erkek kalıbı koyuyor” deriz. “ Roma’yla Rum Sultanlığı arasında baba oğul ilişkisi var” deriz. Tanrı Baba’nın, İmparator Baba’nın, Sultan oğlun, yalancı oğlun, düzenbaz yeğenin, güçlü erkeklerin ayağına paspas olan kadınların, iktidarda kalabilmek için çocukları evlendiren babaların, oğullarını iktidarla evlendiren ama onları cinsel iktidarsızlığın çukuruna düşürenlerin hikâyesidir bu.
Romancılığım dışında, bir politik fikir sahibi kişi olarak, iktidarın şiddetinden nefret ediyorum ama bu bana bu haliyle sadece kuramsal- politik bilgi olarak görünüyor. Romancıyım, daha çoğunu düşünüyor ve istiyorum.

-Size kadar varan Baba ve imgesini nasıl değerlendirmeliyiz?
Romandaki babalardan biri de benim tabii. Yüzüme vurmasanız olmaz mı? Al bir babayı vur ötekine. Sizin de bir Ceren’iniz var mesela, ne yapayım yazarken yalnızca kendimi düşünemem ki, dostlarım da bir baba, ne yapalım, herkesin bir iktidar olma kusuru bulunur diyorsun ister istemez.

-Bütün bunların üstünde duran ve belirleyen tek şey zaman olduğuna göre nedir zaman? Rüya Körü zamanın egemenliğini mi reddetmektedir?
Zaman, kitabın finalinde benim oyuncağım haline gelince bu soruyu sormakta haklı oluyorsunuz. “Her şeyi belirleyen zamandır” dedim mi bunu düşünüyorum. Hayır. Rüya Körü zamanın egemenliğini mi reddeder, ona da hayır. Zaman somut bir olgu değil, bu yüzden her şeyi belirlemiyor, biz öyle söylüyoruz. “Zaman her şeyi halleder” diyoruz. Oysa gerçek şöyle: Her şey halloluyor ve bunun bir süreçte hallolduğunu görüp bunu zamanın yaptığını söylüyoruz. Zamanın egemenliği falan yok, zaman zihinsel bir kavram, geçip giden ve sürekli yok olan bir şey. Reddetmeye gerek yok. Hep yok olan bir şeye “senin egemenliğine karşıyım” demek gereksiz oluyor. Zaman’ı iktidar kavramı yerine kullanıyorsan o başka; dönemsel egemenlik falan da dersen tamam ama ben zaman’ı hep zaman olarak görüyorum.

-Bu durum hatırlama ve unutma üstüne felsefi bir tartışmaya girişmenizi de sağlıyor. Bir bakıma Rüya Körü aforizma olarak algılanabilecek düşünceler de üretmektedir.

Hep yok olan, hep unutulan olur. İşte çok yerinde bir hatırlatma. Sürekli geçip giden zamanın içinde kalanlar aynı zamanda yok olup dağılanlardır. Geçmiş zamanın içinden çıkıp gelen varlığımızı yalnızca hatırlayarak doğrularız. İşte sayısız aforizmamı bundan yola çıkarak yazdım. Sizin için de bir aforizma söyleyeyim hadi: Eğer geçmiş sürekli yok olsaydı, biz yokluktan çıktığımızı düşünecek, hiçten hiç çıkar diyerek, kendimizi yok sayacaktık.


-En sonunda size ve kızınıza varan Rüya Körü en çokta sizin geçmiş, bugün ve gelecek algınızı somutlaştırmış olmuyor mu? Rüya Körü sizin ve kızınızın bugünde yaşıyor olmanızın arkaplanına tarih ve tabii zaman üstünden bir yorumlama sayılabilir mi?
Bu sözleri okuyan da roman kahramanı olarak yalnızca kendimi yazdığımı sanır! Durun hele, bana gelinceye kadar seksen durak var. Soruya gelelim. Zamanı yorumlama falan derken, irkildiğim şey şuydu: “Şu an ne güzel, anın kıymetini bilelim” gibi laflar söyleyenler işitirdim, bu sözde canımı sıkan bir şey vardı, “an’ı yaşamak” denen şey neydi? “Şimdiyi yaşayalım, unut gitsin neymiş gelecek ve geçmiş” demek miydi? “Beden hazlarından önemli bir şey olmaz” mı demekti yoksa? Bunların hiçbirine aklım yatmıyordu. Birden aydınlandım: Şimdiki zaman durgun bir su birikintisini andırıyordu. Oraya akan bir geçmiş ve oradan çıkan bir gelecek vardı. Yani geçmiş ve gelecek olmadan o anı anlayamıyordun.
İnsanın nerede durduğunu, ne olduğunu anlamaya çalışır roman. İnsanlara bunu gösterir. Ne yazık, romanlar yoluyla “tarihi gerçekleri” açıklayanlara. Ne yazık, romandan tarihi öğrenenlere.

-Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ettim asıl, sizden önce, şimdi ve daima.

Birgün Gazetesi, 27 Aralık 2010



Yazarlık Rüyaların Yapısını Fark Etmekle Başlar


19 Aralık 2010 Hürriyet Pazar Eki'ndeki Röportajdan Bazı Bölümler


* Romanda tarih anlatan pek çok romanın kusuru, çok önceden yaşanmış bir olayın “öyle değil de böyle” olduğunu iddia etmesidir. Tarihçilik yapamayanların edebiyatın sırtından geçinmesi sayıyorum bunu. Bu tarzın en iyi sayılanları bile kusurludur; üstelik bir de romanı ilgilendirmeyen tartışmaların kaynağı olmuşlardır: Devlet, ana mıdır, baba mı? Fatih, rüyasında söylenen şeyleri görmüş müdür? Şah İsmail Ali’nin zuhur etmiş hali midir? Yavuz Çaldıran’da ne yaptı?
*Ben romanda, insan varlığı içinde bilmek istediğimiz durumların peşindeyim. Bir fikrin, bir ulu insanın ne kadar haklı ne kadar üstün olabileceği fikriyle değil, her insanın hem yüce hem de sefil bir ruh düzeneği içinden hareket edebildiği fikriyle masanın başına oturuyorum.
*Edebiyatımız fazlasıyla “biz” olan İstanbul’u, “biz” dediğimiz dönemin tarihini anlatıyor. Ben ise biz sayılmayanları, unutulan Selçuklu’yu, “biz”den önceki İstanbul’u anlatmakla bu yoldan çoktan ayrılmış durumdayım.
*Edebiyatın işi, insanın düşünebileceği her şeyi aklımıza düşürmektir, felsefi veya dini önermeleri insanlara tebliğ etmek değil. Benim temel itirazım buna: Herkes bir fikrin önermesini roman adı altında kamuya duyuruyor. Edebiyat bir fikir panayırına döndü, siyasal ve ideolojik kamplaşmalar romanın sırtından yürütülür oldu.
*Aşk söz konusu olduğunda talih herkese aynı ayarda gülmez. Kimileri darı ambarına düşer, kimileri de çukura. Ne var ki kazananla kaybeden yan yana dolaşıyorsa, yaşanan burukluk derin olur. Aşk acısı yalnızca kaybetmek değildir, aşk acısı kaybettiğin şeyin nereye gittiğini görmektir.
*Budalalık, işin gereğini yapamayan herkeste, kendimizde de tabii, hissettiğimiz bir haldir.
*Kılıçarslan’ın İstanbul’da sekiz ay kalması basit bir ziyaret değildir. Manuil’le Kılıçarslan, yazışmalarında birbirlerine baba-oğul hitabıyla yazan kişilerdir. Rum Sultanı ile Roma İmparatoru birbirine elbette uzak olamaz: Halef selef ilişkisi var aralarında. Sürekli bir akrabalık ilişkisi içindeler. Bu konu romanın alanı dışında olsa da, romancının tarihi kurcalama biçimi açısından şunu söyleyebilirim: Ben ne Roma’nın ne de Selçuklu’nun tarafını tuttum. Şimdiye kadar yazılan tarih romanlarının pek çoğundan farklı şeyler yazmamın nedeni budur. “Biz” fikri yoktur benim romanlarımda. Peşinen mahkum edilmiş, “kahpeleştirilmiş” bir Bizans da. Biliyor musunuz Bizans kavramı çok eski sayılmaz, “Anadolu Selçuklu Devleti” tanımı ise pek yenidir: Modern tarihçilerin basit bir tasnifidir bu. Selçuklu Sultanı kendisine “Rum Sultanı” diyordu. Devletinin adı da Rum Sultanlığı’ydı. Roman, bu tür bilgilerle sansasyon yaratılan bir alan olmadığı için bu konu temel problemimmiş gibi davranmayacağım. Ama bir romancı tarihe baktığında böyle şeyler görüp de yokmuş gibi davranırsa, ille de Bizans, ille de Türkler, biz falan derse, yazdığı şeye roman denmez. Tarih başka bir diyardır, bugünden bakarak orası hakkında konuşanlar, sadece kendi aklındakini konuştuğunu bilip öyle konuşmalı. Ben bugünden bakarak tarihi zemin önünde insanı konuştuğumun farkında olan bir romancıyım.
*Ben “zaman” kavramını dert edinen romancılar kuşağındanım. Proust, Tanpınar veya Lawrence Durrell benim kapı komşularım oluyor. Her romanımda zaman kavramıyla ilgili bir problem bulur, onun üzerine giderim.
*Kadın, o çağlarda bugün bildiğimiz anlamda bir kişi değil. O yüzden sabırla seven ve kadının peşinde koşan bir erkek aptal gibi görünüyor. Çünkü o zamanın kadını gövdesine erkek zırhı giymiş, muktedir erkeklerin peşinde koşan bir erkek kopyasından ibaret. Stefanos budur ve maalesef, o çağda böyle bir erkeğin budala görünmesinin nedeni, bugünkü ölçüler içinde ve “kadınca” sevmesidir.
*Yaşadığımız anı önemseyip çok göklere çıkarttığımız, bu anın sonsuz ve kalıcı olduğunu sandığımız, yahut şimdiki zamanın öyle pek de hızlı değişmediğini düşündüğümüz pek çok yaşantımız vardır. Yaşamanın kıvançla fark edildiği hallerdir bunlar. Fakat yaşanan anı yüceltenlere bir söz söylüyor bu roman: “Şimdi” dediğiniz şeyi yaşadıklarınızı ve yaşayacaklarınızı düşünmeden anlayamazsınız. Sadece şimdi yoktur; her şimdi, geçmişin tortusu, geleceğin umududur. Hep yokluğunu hissettiğimiz geçmişin ve geleceğin arasında, hep ve daima şimdi olarak kalan bir şeyi yaşarız.
*Yazarlık rüyaların yapısını fark etmekle başlar. Bu nedenle bana Delphoi kâhinleri de, Freud da çok yakın gelir.
Röportaj: Çağlayan Çevik, Hürriyet Pazar Keyif, 19 Aralık 2010
Yazının tamamını okumak için link:

"Bu Romanda Zaman, Benim"


“Gürsel Korat’ın okuru olmak, keskin bir edebiyat bilincinin yarattıklarıyla çeşitli düzlemlerde diyaloğa girmektir. Edebiyatının alanını sürekli derinleştiren, derinleştirerek genişleten bir yazardır Korat. Romanları, öyküleri, denemeleri, edebiyat üzerine düşünceleriyle tutarlı olan, yinelemeyi reddeden, yenileyen bir yazınsal yolculuğun farklı dallardaki ürünleridir.”
Nursel Duruel, Aralık 2010 Cumhuriyet Kitap

Röportajdan seçmeler

“Andronikos Komninos’un yaşam mücadelesine hayretle baktığımı saklayamam, bu nedenle hiç de istemediğim halde, Doğu Roma soylularının yanında buldum kendimi. Elbette Selçuklu soylularının da. Bildiğiniz gibi benim hiç soylularla işim olmamıştı. 'Peki, dur bakalım' diyerek kendime bir serinlik verdim. Dikkat etmem gerekirdi, çünkü soyluların hayatını anlatanın diline onların dili siner, tarihi roman yazanların kasıla kasıla ettiği her tumturaklı laf retorik şişinmeye dönüşür, o tarihi kişinin dili romancıyı tutsak eder. Açıkçası, roman yazarı tarihi kişinin hayatını iğfal ederken, tarihi kişi de romancının dilini ele geçirir.”

“Rüya Körü’nde benim zamana ait yeni aforizmalarım var. Bu romanda zaman, benim. Yazmanın giderek benim için bir ruhsal dönüşüm ritüeli haline geldiğini düşünmüyor değilim.”

“Rüya Körü’nü çalışırken teknikle ilgili olarak hiç yapılmadığını düşündüğüm şeylerden birini yapmaya karar verdim: Genellikle roman veya öykü anlatıcısı, geçmiş zamandan geleceğe doğru akan olayları sıraya koyar, zihnimizi düzçizgisel bir anlam bütünü içinde hizalar. Bu hareket, geçmişten günümüze doğru akan olayların 'şimdi' ekseninde toparlanması yoluyla olur. Ben, ilk kez geleceği de söyleyen, bunu şimdiyi anlamada bir teknik düzey olarak cisimlendiren bir roman yazmaya karar verdim. Rüya Körü, geçmişin ve geleceğin sürekli açıklandığı bir şimdiki zaman romanıdır. Oysa biz daha çok geçmişi ve şimdiyi açıklayan anlatım biçimlerine alışkınızdır.”

“Belleğimizin ve anımsamanın doğasının yalnızca zihinsel değil duyusal olduğunu çocukluğumdan beri kendi bedenimde deneyliyorum. Bu benim bedenimde olduğuna göre tüm insanlığın ortak deneyimidir. Çünkü her yazar gibi ben de insanlığı kendi bedeninde sınayan bir duygu, düşünce ve bilgi araştırmacısıyım.”

“Bizans çağına bakan kuruluş romanları 'çürüme', 'kokuşmuşluk' ve 'yozlaşma' gibi ahlaki tezler üzerinden Bizans eleştirisi yapmıştır. Talih, insanları romancının yargılayıp mahkûm ettiği tarihi kişilerin romanını okumaktan ve öylesi romanları beğenen bir saflık düzeyinde bulunmaktan korusun. Benim romancı olarak insanlığa ait olan hiçbir toplumsal ve tarihsel düzeyi ve kişiyi yargılama yetkim yok. Bilgi düzeyinde yapabildiğim tartışmayı romanda yapamam. Romanda aslına sadık olmaya çalıştığım şeyleri bırakırım sadece, isteyen de tartışır. Örneğin, Bizans İmparatorluğu kavramını hiç kullanmam, çünkü 17. yüzyıldan itibaren, yani Bizans yıkıldıktan çok sonra bu kavram, dönemi adlandırmada kullanıldı. Doğu Romalıların kendilerine Bizans dendiğinden haberi yoktu. Aynı şekilde hiçbir zaman tarihte 'Anadolu Selçuklu Devleti' adıyla bir devlet var olmamıştı; bu devletin adı 'Konya Rum Sultanlığı'ydı. Ben romanda bunu kullanıp geçtim, açıklamaya hiç başvurmadım. 'Anadolu Selçuklu Devleti', ulusal devletin tarihi yazılırken, tarihçiler tarafından konulmuş bir addır. Konya Rum Sultanı’nın, Anadolu Selçuklu Devleti diye bir devletin başı olduğunu bildiği söylenemezdi.”