Konukluk
on 24 Ocak 2017 Salı
Etiketler:
Konuk kavramı üzerine
/
Comments: (0)
Suriçi'nde ev kapısı: Soldaki erkekler için, sağdaki ise kadınlar...
Diyarbakır’da, Suriçi Mahalllesi’nde bir ev görmüştüm. Bu evin giriş kapısına
iki ayrı tokmak konulmuştu. Küçük tokmağın sesi tiz, büyüğünki toktu. Kadınlar
tiz olanı çalarmış, erkekler de tok olanı. Böylece konuğun cinsiyeti belli
olurmuş.
Kapalı yaşamların
gereği olarak doğan bu incelik, eski zamanların konuğa verdiği önemle doğru
orantılı bir şey. Çağımızda mikro yaşamlar yüzünden konukla ilişkimizin
asabileştiğini düşünüyorum, modern çağ bir içe kapanma dönemidir, insan
yalnızlığı seçmiş bir toplumsal hayvandır artık.
Hızır kültüyle ilgili
okumalar yaptığım bir zamandı, “Tanrı misafiri” kavramının Hızır’la ilgili olması
bana çok sarsıcı görünmüştü. Meğer ki Hızır kılıktan kılığa girip zorda
olanların yardımına koştuğuna inanılan bir ölümsüzmüş; kapıya bir dilenci
kılığında da gelebilirmiş, bir tüccar kılığında da; onun kim olduğu bilinemezmiş.
Anadolu’da bu nedenle kapıya gelen dilenci kovulmaz, “Başka kapıya!” “Allah
versin!” dememeye dikkat edilirmiş. Çünkü Hızır’ın kısmetiyle geldiğine
inanılır, onu geri çevirenin kısmetinin de geri çevrildiği düşünülürmüş.
Ortaçağ’da otel yok,
konak yok; insanlar böyle insani bir çözüm bulmuşlar işte. İyi de etmişler.
Konuksever olmamızın, ülkemizi ziyaret eden yabancıları bu halimizle
şaşırtmamızın tarihsel nedeni bu işte.
Fakat Hızır inancının
istismar edildiği düşüncesi de aynı derecede güçlü bir karşı akım olarak yükselmişe
benzer. “Başka kapıya” diyerek kovulan dilencinin “Hızır nere sen nere”
nobranlığıyla geri çevrildiği bellidir. “Allah versin” diyenler en azından biraz
daha insancıl görünüyor.
Konuk sevmezliğin
kentsel nedenleri olduğuna inanıyorum. Çocukluğumda köyden gelen akrabalardan
aman bulamazdık. Evde hep birileri olurdu. Ben çocuk olduğum için dert değil
de, olan kadınlara oluyordu: Hep birileri için yemek hazırla, yatak yorgan ser,
bir de onlar gittikten sonra her şeyi temizle. Neşeyle gelseler yine çekilir
ama çoğu konuk neşeyle de gelmezdi; evde onlar yüzünden çıkan kavgaları
bilirim. Hatta özellikle halalarım ve amcalarımın bizim evde estirdiği terörü
ne unuturum ne de şu yaşıma geldim, bağışlayabilirim.
Evinizi günlerce işgal
eden köylüler, yaz tatilinde köye gittiğinizde yüzünüze bile bakmazdı, çocuk
halimle bile algılayıp nefret ettiğim bir şeydi bu. Bu nedenle annemin
“Misâfir, ne kâfir!” deyişini hep çok sevdim. Canı çok yanmış bir insanın
çığlığıydı çünkü.
Köylüler hakkında kötü
kötü konuştuğumu düşünmenizi istemem. Köylüler, -en azından benim
çocukluğumdakiler- şehre özgü inceliği bilmez, şehirde yaşamın insanların
üstüne nasıl çöktüğünü, her şeyin nasıl bir sıkışıklık içinde yürüdüğünü
anlamazdı. Onlara göre zaman ve mekân insanın üstüne kafa yoracağı bir şey
değildi. Oysa şehir, zamanı ve mekânı hesap etmeden yaşanamaz. Bu nedenle
şimdilerde, köy artık tek tek evlere değil, yığınlar halinde kentlere konuk
olarak geliyor. Hem de ne zamanı, ne mekanı hesap ederek. Yığınlar halinde, aş
ve ekmek bilinciyle sınırlı, kent kültüründen habersiz. Bu durumda köylülerin
değil de, köy ve kasaba yaşamının şehri işgal ettiğini ve onu kendi biliş
tarzına dönüştürdüğünü söylemek şart: Konuk ev sahibidir.
Eskiden köylerde köy
odası vardı. Şehirli oraya seyrek giderdi. Ben hiç köy odasında kalmadım
örneğin. Fakat hikâyelerini dinledim. Köy odası muhteşem bir çözümdür: Köye
gelen herkesi evde ağırlamak olmaz, hırlısı var hırsızı var. Fakat insanı
sokakta bırakmak da insana yakışmaz. Bu durumda köylüler bir köy odası
yapmışlar, içine yatak yorgan koymuşlar, sedir yapmışlar, gaz lambası, minder
derken orası giderek toplumsal bakımdan da paylaşılan bir yer haline gelmiş,
erkeklerin topluca buluşup hikayeler anlattığı bir yer olmuş. Bunları ben
gözümle görmedim ama işlevini anlıyorum, üstelik konuk evi olarak değerini de.
Eski dünyada haremlik
ve selamlık, şehirli yaşamda birbirinden ayrılıyordu; haremlik denince, bir
dolu kadından oluşan yer anlaşılmamalı; mahremin bulunduğu alandır orası. Bu
biraz şehirli, hatta İstanbullu bir çözümmüş gibi gelir bana. Çok sayıda
Hıristiyanın yaşadığı bir dünyada Müslüman ve Hıristiyan evlerinin
karakteristik açıdan çok da farklı olmayışı, bu haremlik selamlık işinin o
kadar yaygın olmadığını söyler gibidir. Kaç göç derseniz zaten Hıristiyanlarda
da var. Kadını sakınmak Müslümanca bir dürtü değil. Hatta, başı açık
Türkmenlerin yadırgandığı bir eski dünyanın çocuklarıyız biz. Bu yüzden köy
odası, “genel bir selamlık”tı, evin tamamı harîme aitti, diyebiliyorum.
Günümüzde evlerin
ölçüleri o kadar küçüldü ve yaşamlar öylesine daraldı ki, artık evler iyiden
iyiye “harîme” ayrıldı; yani ev, başkalarına kapıları kapattığımız bir mekâna
dönüştü. Selâmlık evin dışıdır, üstelik kimseye selam vermenin gereği de yok.
Günümüz evi Osmanlı çağı şehrindeki hem genele, hem de özele açık olan ikili
karakterini yitirdi, sadece “özel alan” oldu. Bunu bir eve çoluk çocukla konuk
olanların, orada birkaç gün değil, bir gün bile rahatça barınamaz oluşundan
anlayabiliriz. Çağımız evi, yalnızca ev halkına göre yapılan bir barınaktır.
Konuklar için konmuş olan ve adı "çek yat" olan tuhaf koltuk bile
aslında konuk yokken ev halkına hizmet eden üstünkörü bir eşyadır. Bu koltuk,
üzerinde uyuyanı bütün gece ara ara uyandırmakla görevli bir nöbetçi gibi
tasarlanmıştır. Denebilir ki, ev sahipleri yatılı konuk istemediklerini,
konuklara lâyık gördükleri bu tür sahte yataklarla dışa vururlar.
Bir evin dışa açık
olup olmadığını, konuk olduktan sonra huzurla uyuyup uyumadığıma bakarak
söylerim. Beni berbat bir yerde yatıran ev sahibine sempatim azalır.
İnsan yoksulsa,
konuğunu yatıracağı eşya ile kendisinin eşyası arasında fark olmaz. Tuhaf bir
şey, gittiğimiz evde konfor aramayız; yalnızca, ev sahibinin kendisine lâyık
gördüğü şeyi bize de lâyık görüp görmediğine bakarız.
Gerçi Anadolu,
konuklardan sözünü esirgemez, “Misafir, ev sahibinin eşeğidir, onu istediği
yere bağlar” sözü, konuğun gerçek durumunu gösterir ama konuklar da boş durmaz,
“Misafir misafiri sevmez, ev sahibi de hiçbirini” deyişini sık sık kullanarak
ev sahiplerinden öcünü alır.
Konukluğun en güzel
yanı neşe getirmesidir; eğer böyle değilse, yani akrabalık ilişkisiyle,
zorunluluklarla ya da işgale uğrayarak eve konuk alınmışsa, bu zulüm insanın
insandan çaldığı ruhsal zamanla eşittir. Telafisi yoktur. Bu nedenle modern
insan başka bir yere yaptığı yolculukta konukluğunu da satın almayı yeğler: Oteller
insanın kendi kendinin konuğu olduğu muhteşem çözüm yuvalarıdır.
Altzine, Ocak-Şubat 2017
Kalenderiye, Yeniden
on 4 Ocak 2017 Çarşamba
Etiketler:
Kalenderiye Yeniden basıldı
/
Comments: (0)
Kalenderiye'nin yeni kapağı Ezel Akay tarafından yapıldı
Kalenderiye,
tutkuyla, hastalanmış gibi yazdığım tek romandır. Özellikle üçüncü bölümde
kullandığım anlatıcı dilini "ben" anlatıcı yapmakla kalmayıp bir de
bütünüyle "Kayserilice" bir ağıza döndürmüştüm ve bunun anlatı değerini keşfedince adeta kendimden geçmiştim. Yazarken o kadar da farkında değildim: anlatıcının Orta Anadoluluca konuşması, anlattığı şeyi o kadar "yaşanmış" hale getiriyordu ki, dilin nasıl da coğrafyanın ve insan ilişkilerinin somut pratiğine
yaslandığını, nasıl da somut bir varlık olduğunu yıllar sonra kavradım. Kalenderiye'den sonra "Vatanım dilimdir" sözünü
söylemek bana bir yazarın konumunu açıklamak için başvurulacak temel bir
argüman gibi göründüyse, bundandır.
Şu alıntıya
bir bakalım:
Gayseri’den yola çıkdıktan soğna üçüncü gunümüz başlıyorudu,
horuzlar dillendi, gunüñ başladığı yirler güllendi, hanın damında gice gozcülüğüm
tam bitti diyorudum ki Yusuf Pîr’i gordüm. Guççük abdesini yapmaya çıkıyorudu.
Ne takkesi varıdı başında, ne de hırkasın giymişidi. Avluyu geçdi, çatalgapıyı
açdı, hevanın topak topak bulutlandığını gorüb niyledi bilmem, depeden yüzünü
seçemedim. Gapınıñ oğündeki torlakları elini goğsüne bastırı bastırı selamladı,
daz depesinden bakıncı, toparlak bir daşın üsdüne iki kalın gıl komuşlar gimi
bir hali varıdı. Toramanlardan biriniñ uyuz iti pîrime yaltaklandı, Yusuf Pîr
yörüdü, köşüyü dönüp kederleni kederleni işedi. “Nirden biliyoñ” dirseñiz,
herif ikide bir iç geçiriyorudu.
Buradaki ses
tekrarları çocukluğumun yaşlılarını düşündükçe yakaladığım bir buluştu doğrusu.
Bu anlatım biçiminde öylesine bir coğrafi insan yaşıyordu ki, yazı dili
olmaktan çıkıp sözlü bir dilin anlatıcısına benzemişti adam. Üstelik sözlü
kültürün çağında yaşayan, okuma yazma bilmez bir adamdı yazdığım. Yani yazı ölmüş sözlü kültürü yeniden canlandırıyor fakat bunu yazıyla yapıyordu!
Bir de, olayı bağladığım
yer çok derindi. Edebi metinde felsefi argümanların nasıl da yaşayan bir ses
kazanacağını bu kitapta gördüm. Teozofi, bu kitapta insanın etine kemiğine
büründü; icat ettiğim anlatı dili bu kez kendi başına hareket eder gibi,
kendince şeyler icat ediyordu:
“Bak” didi
sertahrir, “Aslında insan bir’den fazla insandır, bunu hiç aklına getirdiñ mi?”
Yusuf Pîr “yok” didi, nasıl olduğunu sordu.
“Çocuğuduñ bir zamanlar. O çocukluk niriye gitdi? Delâğannıydıñ,
o delâğannılık niriye gitdi? Şinci de goca bir herifsiñ, ihtiyar olub beliñ
bükülüncü, bu pelvan niriye gidecek?”
“Tamam da, ne bu şinci?”
“Şu ki, bir insanda dört beş ayrı zaman var.”
Aklım fırlayacağıdı. Pîrime bakdım, o da hayretinen donağalmış,
sertahrire bakıyorudu: “Çok yaman bir adam olduğuñ belliydi de, pes Paşa, sen
aklımı şinci copur copur copulatdıñ” deyu atın gemine asıldı.
Sanırım, ben
edebiyatla felsefenin ilişkilerini ilk kez bu kitapta derin bir yerden düşündüm.
Edebiyatı ve felsefeyi birbirinden ayırabilmeyi ilk kez bu kitabı yazarken öğrendim.
"Alışılmışın dışında düşünerek" yazmanın anlamını da.
Kalenderiye bir roman olarak, diliyle hep
önde giden, “dil otu yemiş” hergeleleri akla getirir; şüphesiz o hergeleyi
içimden çıkarıp orta yere koyan benim fakat kendimi yine de onun kadar ayrıksı
bulmuyorum. "Yapıt
yazarından öte ve başka bir şey midir?" sorusunu bir soran çıkarsa, "Kalenderiye’ye bakmalıdır" derim. Fakat, yine
de “o, bütün kitaplarımın en bana benzeyenidir. O en çok benimdir” sözünü söylemeden duramayacağım.
YKY tarafından Ocak 2017'de yapılan yeni
baskısı güzel yollarda yürüsün.