Yanlış Yerde, Sahipsiz


Gürsel Korat


Müzelerdeki nesneler yanlış yerde durur mu? Doğrusu ben buna birçok kez tanık oldum.

İlki, Ankara Roma Hamamı ören yerinde duran ve üzerinde “Ya dost bana ziyarete mi geldin” yazan Hacıbendegillerin Pavli’nin mezar taşıydı. Karamanlıca yazılı bu taş, “Bizans Mezar Taşları” levhasının işaretlendiği yerde duruyordu. Üstelik Yunan harfleriyle ebced düşürülen tarih kısmı toprağın altında kalmıştı ve yumuşak bir taşa işlenen yazılar da ne yazık ki iklim koşullarından ötürü mahvolmuştu.

Meğer ki payımıza, Pavli'nin mezartaşındaki dervişane edayı görüp de irkilmeyen aklın duyarsızlığı düşecekmiş, ne yapalım.


Ankara Roma Hamamı bahçesindeki müze bahçesinde Hacıbendegillerin Pavli'nin mezar taşı.

Öbür taş, Nevşehir Müzesi’nde gezerken eski Yunan kalıntıları arasında karşıma çıktı. Nevşehir bakkallarının bir kiliseye yaptığı bağışla ilgili kitabelik olmalıydı. Üzerinde "Sahibil Hayr. Hak Nevşehir bakkallarının zikri ebedi olsun 1873" yazılıydı. Ona da Yunan antika eseri sanılmak nasip olmuştu, halen de Nevşehir Müzesi'nde aynı yerdedir.

Üçüncüsü Silifke Müzesi’nde bir ağaç dibinde zor bela bulabildiğim, üstü otlarla kaplanmış küçük bir mezar taşıydı. Kayserili Arsen Tozakoğlu’nun mezarı. Adı Ermenice, soyadı Türkçe, mezartaşı Karamanlıca yazılmış bu yurttaşımızın kaderi de tozmaktan açılmışa benziyordu: Mezartaşı ağaç dibinde, otlar arasında, ne olduğu bilinmeyen, tasnif edilmemiş bir taş parçası olarak toza toprağa karışmıştı. Bu taşın üzerinde ise "Kayseri Talaslı Arsen Tozakoğlu Mezarıdır. Tevellütü 1850, Vefatı 25 Mart 1882" yazılıydı.


Silifke Arkeoloji Müzesi bahçesinde, Kayseri Talaslı Arsen Tozakoğlu'nun mezar taşı.

Bir başka mezar taşını da Kayseri Müzesi'nde, "Bu Kayseri'de hiç mi Karamanlıca yazı olmaz" diyerek inat edip dolaşırken buldum. Mezartaşı Antik Yunan, Roma taşlarının ve küplerinin bulunduğu avludadır. İklim koşullarından ötürü çok zarar görmüştür; çözebildiğim kadarıyla da üzerinde şunlar yazılıdır:

"...dörtte peder öldü
Getirdi gam ü mehnetler
Sinim (?) yedi mater (?) .....
Çeker oldum sefaletler
....gidip ileri geçmek
İçin.... gayretler
Yedi evlat hüda virdi
Havva ... mız mı suretler (?)
....eğile.. e[y?]in bunlar
[B]ırakdım kafi servetler
Dua idin evlatlarım
......lar rahmetler
Sekiz yüz dörtde me...
................................?

Kayseri 1871 Iunio"

Kayseri Şehir Arkeoloji Müzesi. Kime ait olduğu anlaşılamayan çok yıpranmış mezar taşı.

Sonuncu taşı da yine Yunan eserleri arasında, Amasya Müze bahçesinde gördüm. Yazının dinsel olduğu eski çağdan kalan bu belgedeki dinsel ifadeler, her şeyi Türklük ve İslamlık hanesine yazmaya çalışanlara karşı ironik bir çığlığa benziyordu:

"Baba Serafim eyledi Mesihi Şerife, hem vetana çok hizmet
...rilunihar (?) dualer kılmaile İncili şerifte kıraat
Gaybı [kaybı?] yüz yiğirmi üçe reside ittiğinde sinni kemalet
Henüz sağ iken inşa itmiş idi bu mezarı kendine ikamet
Ey insanoğlu ölüm vardır mezhebi şerifin esenle (?) devam et
Bulasın ruzi kıyamette cenabı rahmandan canına merhamet
...utü rabbinkine turap old...
Turap dünya ten...
...timiktir ey..."



Amasya Şehir Arkeoloji Müzesi'nde Baba Serafim'in mezar taşı. Sağ alt bölümü çok yıpranmış görünüyor.

Eğer çalınmamış veya kırılmamış ise, bir yerlerde duruyorlarsa, gözlerimiz sürekli olarak eski taşları ve eski yazıları aramalıdır. Ben en azından bu yitik taşlar ve yazılar ülkesinde bu inatla birçok yazı buldum.

Ve hala biliyorum ki, görmediğim bir yerlerde dilimizin yitirilmiş parçalarından biri, milliyetçilik ve İslam adına boğazlanmış olarak sonsuz uykusunda dinlenmektedir.

Sanatın Özerkliği

Pieter Brüeghel, Ressam ve Müşterisi, 1565



Gürsel Korat

Burjuva devrimlerinden önce sanatın özerkliği konusu başka anlamları ve çağrışımları olan bir şeydi: O aristokrasinin dokunulmazlığıydı; bir sınıfsal tercihti, ince zevklerle uğraşanların işiydi. Zenginler sanata koruyuculuk eder, siparişi onlar verir, beğeniyi onlar belirlerdi. Loncaların hükmettiği, kendi iç kuralları olan ama siparişle çalışılan bir alandı sanat.

Marx’a göre, burjuvazi, sanatçıyı patronaj ilişkisinden kopardı ve onu proletere dönüştürdü: Böylece sanat ürünü metalaştı, sanatçı da bu metayı pazara çıkaran bir zenaatkâr oldu. Bu, sanatçının geçim imkânlarını daraltsa da, özgürlük imkânlarını çoğaltmaktaydı.

Yirminci yüzyılın başındaki tarihsel avangart hareketler, özellikle Dada, Kübizm ve gerçeküstücülük, sanatın özerkliği kavramıyla, aristokratlara özgü hayata kayıtsızlığı reddetti ve sanatın bir toplumsal düzey olduğu düşüncesini benimsedi. Bir olgu olarak sanat, tüm diğer toplumsal alanlar gibi hem toplumsal tarihe bağlı gelişmişti hem de kendi iç yasaları olan bir bütünlüktü.

Avangartların çağında, siyasal ve ekonomik dönüşümler kadar sanatsal dönüşümleri de destekleyen bir dünya vardı. Yani yığınlar henüz siyaset dışında bırakılmamıştı ve üstelik kitleler tarihte ilk kez sanat talep etmekteydi. Bu, özgürleşme arzusunun iktisattan sanata kadar bütün biçimleriyle kitleleri sardığı bir toplumsal devrimdi, bileşik kaplar yasasına uygun olarak sanatta, iktisatta ve siyasette dönüşüm isteyen yığınlar ortaya çıkmıştı. Avangart sanat bu nedenle politik söylemle yan yana duruyor, aristokrat çığırına ait sanatsal özerkliği yerden yere vuruyor, memurluk ve angajman kokan sanattan kopuyordu.

Fakat ulusalcılık, sanata yeni patronlar yaratmakta gecikmedi. Marx’ın proleterleştiğini saptadığı sanatçıya ulusların ve yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte yeni iş alanları doğdu: Sanat milliyetçi, sosyalist veya dinci bir temsilin memuru oldu. Aristokrat anlayışın özerk sanatıyla mücadele eden sanatçıların politik dile kaymasının sonucunda sanatsal özgürlüğün yitirilmesi, soğuk bir şakaya benziyordu. Diktatörlükler, sanatla hayat arasındaki bağı kopartmış, sanat böylece tıpkı aristokratların “özerk” sanatı gibi kuralları belirli bir anlama ve bilme yolu haline gelmişti.

Böylece avangartların lanetlediği aristokrasinin özerk sanatı, angaje –ama özerklik yanılsaması yaratan- sanata dönüştü. Toplumsal işbölümünün çeşitliliği nedeniyle kavranamaz halde duran bu angajman, sanatsal pazarlama etkinliklerinin içindeki kocaman bir çökelti halinde geldi. Üstelik bu olağan bir şey sayıldığından, sanatın sanatsal değer açısından değil, “marka değeri olmak” gibi sanata ait olmayan, pazarlama stratejileri açısından değerlendirilmesi kimseyi rahatsız etmez oldu. Kitap içinde ne olduğuyla değil, kimin onu nasıl taşıyacağıyla ilgili bir ürün olarak pazarlanmaya başladı.

Bu durum sanatsal alanda varlık bulamayan genç sanatçıyı, reddettiği alanın kurallarını tanımaya zorladı; dolayısıyla geçen yüzyıldan farklı olarak, günümüzde sanatçının estetik tavrıyla bağdaşmayan ahlaki seçimler yapması fazlasıyla mümkün hale geldi.

Günümüz, bir bireyin durduğu alanın bile parçalandığı, iletişimin ortak kodlarının işlemez olduğu iyonizasyon dönemidir. Yani çokluğun “yalnız bireyler bunaltısı” yarattığı çağı geçtik, günümüz itirazın bizatihi onaylama haline gelebildiği bir yanılsama çağıdır. Atomize birey, parçalarına ayrılarak iyonize olmuştur.

Marx’ın sokağa düşmüş sanatçısı, bütün toplumsal devrimler yaşandıktan, faşizmler egemen olup devrildikten, milli edebiyatlar karikatür haline geldikten sonra yeniden yoksulluğa itilmiş ve sokaklara düşmüştür. Patronajın hedefi artık yalnızca sanatçılar değildir, sanatsal ürünler ve hatta sanatçının eylemleridir. Sanatçının başarısı estetik ölçülerden çok sanat dışı alanlarda gördüğü kabullere dayandırılmaya başlanmıştır.
Sanatta bunların olması, sanatın özerk bir düzey olarak bağımsızlığını, bağımsız bir tarihi olduğu gerçeğini değiştirmez. Sanatçının hiçbir politik, dinsel, ekonomik veya felsefi vesayetin altına girmeyeceği tezi, günümüzde sanatsal özerkliğin temel ilkesidir. Sanatçının politikada, bilim alanında, dinde veya felsefede edeceği lafları sanat kürsüsünde etmesinin saçmalığının kabulü, sıradanla sanatsal olanı, angaje ile özerk olanı ayırmanın nirengi noktasıdır. Toplumsal dönüşümleri sanat topluluklarının işiymiş gibi gören ve tarihsel avangartlığa özenen girişimlerin de, sanatla uğraşmayı bırakıp, sanat felsefesi yapmakla yetinmeleri beklenir.
Bugün net ve kesin olarak anlıyorum ki sanatsal eylem toplumu değiştirmek amacına dayanmaz. Sanatsal eylem, tüm insanlığın ortak belleğinin, sınanmamış formlar ve heyecanlar yoluyla incelik kazanmasıdır. Bu nedenle sanatın hedefi yalnızca "toplumsallaşmış insanlık"tır, üretilme biçimi ise sanattan başka referans kabul etmeyen mutlak özgürlüktür. Sanat asla “herkesin birbirine bakarak ortak bir estetik biçimi seçmesi eylemi” olamaz. Bu artık olsa olsa politikanın ve ideolojinin tanımıdır.

Amacım sanatçının tek başınalığını vurgulamak değildir. Sanatçının tek başına kalarak sistemi bütünüyle dönüştürmeye kalkışmasının göründüğü kadar cengâverce bir eylem olmadığını söylemekle yetineceğim. Çünkü yalnızlığı iddiasından büyük olanların, en haklı iddiası bile ciddiye alınmaz; haklı ama sanatsal olmayan tezlerini sanat alanında bağırıp duranlara bu biraz da müstehaktır.