BETON ÇAĞINDA BİR UYKU ÜLKESİ

Berlin. Yahudi Soykırımı Anıtı. Brandenburg 2008 G.Korat




Irmak ADA

 

İnsan, dünya üzerindeki tarihinin, bilhassa son iki yüz iki yüz elli yılında arka arkaya gelen bilimsel ve teknolojik gelişimlerle evvelden sır bildiği pek çok şeyin özüne vâkıf oldu. Edindiği bilgileri değerlendirerek bu pek çok şey üzerinde de büyük oranda hâkimiyet kurdu. Lakin onca bilimsel ilerleme ve teknolojik gelişmeye rağmen iki şeyin sırrına bir türlü vâkıf olamadı, ikisini de bir türlü kontrol altına alamadı: zaman ve rüyalarımız.


Belki de bu bilinmezlik yüzünden, rüyalarımızı hep ilginç bulur, kafamızda tekrar tekrar çevirir, onlara çeşitli anlamlar atfeder, gerçeklikle onlar arasında anlamsal bir bağ kurmaya çalışırız. Yorumlamak deyip geçtiğimiz, bütün bu çabaların toplamıdır. Hepimizin çevremizde kısa bir soruşturmayla elde edebileceği bir veri de hayatımızın zihinsel ve ruhsal olarak büyük sarsıntılardan geçtiği dönemlerde rüyaların da ilginçleşmesidir.

Gürsel Korat’ın son romanı ‘Uyku Ülkesi’nde bizi on dört farklı rüyasına konuk ettiği anestezi uzmanı Sevda Kül’ün bu ilginç rüyaları da geçirdiği bir beyin ameliyatından sonra konuşma yetisini geçici olarak yitirmesiyle birlikte başlıyor. Sevda Kül’ün Nihal adındaki psikolog bir tanışına yazdığı mektuplar aracılığıyla anlatılan roman, birbirini takip eden ve tamamlayan rüyalardan oluşuyor. Rüyaların içeriğinden önce farklı zamanlarda görülen rüyalar arasındaki kurgusal tutarlılık dikkatini çekiyor Sevda Kül’ün. Ve tabii her rüyası, tek seyircisi kendisi olduğu için yayından kaldırılmış bir dizi gibi yarım yamalak hikâye kırıntılarına benzeyen okurun.

Sevda Kül’ün gördüğü rüyalar oldukça sıra dışı bir yapıda, olağanüstü bir düzende seyretmesine rağmen atmosferi ve olayların özü, hiç değilse bu çağda ve bu ülkede yaşayanlar için öylesine sıradan ki rüyanın içindeyken bir rüyanın içinde olduğumuzu anlamadığımız gibi Sevda Kül’ün rüyalarını okurken de kendimizi kendi gerçekliğimizde zannedebiliyoruz. Uyku Ülkesi’nden vatandaşlık alıyoruz böylece. “Bir toplumda rüyada görülenlerle yaşananlar arasında bir fark yoksa, oranın adı Uyku Ülkesi’dir” diyor zira karakterimiz.

Yine roman boyunca pek çok kez, ana karakterimizin rüyalarını yazılı olarak aktarma tercihinin ve yazının kalıcılığının/ölümsüzlük aracı olduğunun altı çiziliyor. “Demek ki yazdıklarımız, konuştuklarımızdan daha derine işliyor. Güzel bir şey bu. Çünkü yazmak anlamaya iyi geliyor. Anladıkça yazdım ama yazdıkça da anladım” diyor Sevda Kül. O da anlatmak için değil, anlamak için yazanlardan. Konuşma bozukluğu olmasa da bu rüyaları yazacağını varsaymak mümkün.

Toplumsal ve siyasi göndermelerin yoğunluğu ve Sevda Kül’ün rüyalarının tekinsiz atmosferi bir araya gelince, gerçeği ürkütücü derecede andıran distopik bir anlatının içinde buluyor okur kendini. İleride, tarihin konusu olduğumuzda yaşadığımız çağa gerçekten de verilmesi muhtemel bir isim olan ‘Beton Çağı’nda, rüyaların polisler tarafından izlenebildiği ve insanların rüyaları nedeniyle sorgulanabildiği bir evrende, çağımızın hemen hemen bütün dertleriyle dertlenen bir roman ‘Uyku Ülkesi’.

Öte yandan, bu rüyaların bir diğer özelliği de o rüyalarda görülen karakterlerin de farklı rüyaların öznesi/gözü/yaşayanı olması. Bir rüyasını, rüyalarındaki üst komşusu Sait Kozan olarak görürken bir başka rüyasında aynı hastanede çalıştığı ve ameliyatından sonra onunla ilgilenen hemşire Serap Kasapoğlu olarak buluyor kendini. Bir yapı marketin montaj elemanı Sinan Koz yahut peşindeki polislerden biri olan Sakıp Kenger’in bedeninde gördüğü de oluyor rüyaları. Bu rüyaların, o karakterlerde de izler bıraktığını fark ettiğinde, “Hepimiz aynı rüyadayız, dedim ve sonra kendi kendime çıkarım yaptım: Hepimiz aynı rüyayı görüyorsak, iç dünyalarımız aynılaşmış demektir. Bu koşullarda düşünme, ortak düşünme olur. O halde hepimiz sürü haline gelmişizdir. Yani benim senden bir farkımın olmaması akla yakındır” diye yazıyor Sevda Kül ve romanın karanlık ama umudu gözden yitirmeyen atmosferi biraz daha yoğunlaşıyor.

Daha çok tarihi romanlarıyla tanıdığımız Gürsel Korat’ın bu kez günceli ele aldığı bir bir kadın anlatıcıyla çağımızın ve toplumumuzun pek çok yarasına parmak bastığı son romanı ‘Uyku Ülkesi’, yazarın uzun yıllar sonra geri döndüğü Everest Yayınları tarafından yayımlandı.

 

Birgün Kitap 23.02.2022

Ayfer Feriha Nujen'in Uyku Ülkesi Röportajı T-24

 


Gürsel Korat: Sanat yapıtları gündüz rüyalarına benzerler

"Belki de şu anda su kıyısında öten kurbağalarız ama kendimizi bir röportaj okurken görüyoruz. Ama nedense röportaj okuduğumuzu da biliyoruz." İşte Uyku Ülkesi'nin gerçekliği: Rüyalar yapmadığımız ama yapmış gibi bildiğimiz her şeydir

Edebiyatımızın ve çağımızın dil işçisi, dik duruşu, dilimizin karizması Gürsel Korat ile zorlu bir sürecin ardından yeni yayınevi Everest etiketiyle yayımlanan yeni romanı Uyku Ülkesi ve rüyalar üzerine konuştuk. Yazar, insanların yeni bir dönem, yeni bir hayattan dünyaya yeniden bakma serüvenini anlatıyor. Doktor Sevda Kül'ün rüyalarında buluşmak üzere…

A.F.Nujen: Uyku Ülkesi Everest yayın etiketiyle henüz yayımlandı. Bahtı açık olsun. Uyku Ülkesi, Uyku Ülkesi’nin içinde yazım süreci olan da bir kitap... Kitabın içinde kitap, rüyanın içinde rüya… Bu yüzden çok katmanlı bir metin inşası çıkıyor karşımıza. Bu kadar çok katmanlı bir metni gerçekte rüyalar bile birbirine karışabiliyorken tekrarlara düşmeden ve birbirine temas ettirmeden kurgulamak zor oldu mu?  

 

G.Korat: Zor oldu, çünkü bir metni kurmak ve onu kurcalamak benim için artık eskisi kadar kolay değil; yazarken çok harf yanlışı yapar oldum, konuşurken sözlerimi bazen tam ifade edemediğim oluyor. Fakat yaşadığımı anlatma hırsı, açıklayabilme tutkusu bazen beni öyle bir ele geçiriyor ki, anlatmak yaşamaktan daha önemli imiş gibi görünüyor. Yaşamadan bazı şeyleri anlatamazsınız; bunu bilmek acıdır. Bu paradoksla yazmaya devam edersiniz. Neyse, romanı kurgulamak zaten zor, hele rüyaları anlatıyorsan elbette kurgusu daha da zor.

 

A.F.Nujen: Rüya Körü’nden sonra bu roman.  Rüyalarla özel bir bağınız mı var?

 

G.Korat: 
 Rüya Körü tarihsel bir fantastik kurguyken, Uyku Ülkesi, insanın rüyalarını anlatan güncel bir fantazya. İkinci olarak ise şunu söyleyebilirim: Böylesi fantastik yapıtların özelliği yaşamda pek karşılaşılmayan şeylerin romanda oluvermesidir: Uyku Ülkesi bu tanıma da uyar: Rüyalar bir olay örgüsüne dayanır! Bazen okuyucunun acaba rüyalar böyle mi olur diye şüphelenmesi en büyük dileğimdir.

Üçüncü olarak belirtmeliyim ki, bu romanda yaşadığımız her şeyin bir rüya olduğu iddia edilmez. Tam tersine gerçek bildiğimiz, sahici zemindeki olaylar ilerler ve bunun sonucunda rüyalarda geçenlerin gerçekliğe benzediği anlaşılır. Bu durumda yapacak bir şey kalmamıştır, belki yalnızca umutlanabiliriz.

Son olarak ise Uyku Ülkesi’nin iyimser bir distopya olduğunu söylemeliyim. İyimserliği bir parça umut içermesinden gelir, yoksa distopya iyimser olmaz. Rüyalar ve gerçekleri ayrıştıran aklımız, Uyku Ülkesi’nde bu ikisinin çok benzeştiğini fark ettiğinde, somut bir rüyadan ibaret olan romanı bir başka gözle görür. 

 

A.F.Nujen: Her son kitap bir ilk kitaptır benim için. Bir “son” olarak kalsın istemediğim için sanırım. Ciddi bir sağlık problemi yaşadınız yakında geçmişte, şimdi daha iyi olmanızı da dileyerek, Uyku Ülkesi’nin otobiyografik öğeler taşıdığını düşünebilir miyiz? Öyleyse bu süreci metne alırken birçok kitaptakinden daha farklı bir duygusal evrene girdiniz mi? Bu evreni metne dönüştürme sürecinizden biraz söz eder misiniz? 

 

G.Korat: Doğrusu önemli bir tehlike atlattım. Bu durum benim tıpla ilgili pek çok şeyi deneylememe ve öğrenmeme yol açtı. Konuyla ilgili kitaplar okudum, ameliyatları düşündüm, içimden geçen şeyleri ifade edemeyeceğimden ve hatta çoğu şeyi yapamayacağımdan korktum. Yaşamın sonuna varmak denen şeyi bir bakıma yaşadım ama sonunda “bu benim yaşadığım birinci gün” sözünü söyleyerek geri geldim. Çünkü günlük yaşamda rüyalarla gerçeği ayırmamıza karşın hasta olunca bunların iç içe girdiğini deneylemiştim, bunları içeriden anlatacak kadar bilgi sahibiydim ve yaşadıklarımı bir romana taşımak için çok önemli nedenlerim vardı. Niçin hastalanmıştım, tansiyonla ve beyin kanaması ile nasıl baş etmiştim, ameliyatta ve yoğun bakımda neler hissediyordum, bunları bilmek ve anlatmak iyiydi ama anlatmaya fırsatım alacak mıydı? Neyse ki trajediyle başladığım romanı kişisel bir trajedi olmaktan çıkararak bitirdim. Bilginin geç gelmesi trajedidir; Uyku Ülkesi başına geleni anladığında yapacak fazla bir şeyi kalmayan insanın acısıyla açılır ve bu insan rüyalar yoluyla hakikati deneyler. 

 

A.F.Nujen: Kitap gerçekten de son birkaç yıldır koronavirüs yüzünden artık herkesin rüyalarından başka gidecek yer bulamadığı ve insanlığın büyük bir çoğunluğunun kâbuslar gördüğü bir dönemin kitabı. Yani evrenin içinde insan, insanın içinde rüya başka bir evren midir? Uyku Ülkesi, bu evrene verilmiş isim midir?

 

G.Korat: Böyle bir şeyi bilgi olarak iddia edemem. Matruşka gibi sürekli olarak yeni rüyalara açılan ve meğerki her şey rüyaymış sonucuna varılan bir evren tasarlamış değilim. Fakat bir yandan da sorun çok açık. Gözle görülür bir yerde duruyor: Toplum durmadan üretiyor ve her seferinde ürettiği şeylere kuşkuyla bakıyor. Yenmemesi gereken şeyleri yediğimizi, ilaçlarla kirletilip kirletilmediğimizi bilmiyoruz, giydiğimiz şeylerden hastalanabiliriz. Hep üretim var. İhtiyaçlar sınırsız.  Her şey üretim ve hep daha fazla üretim için. Dünyanın merkezinde para duruyor. Bir yandan kışkırtılmış tüketim, bir yanda azdıkça azan bir üretim sürecini yaşıyoruz. Amacımız insanca bir yaşam biçimini düşlemek değil. Daha zengin olmanın mutlulukla ilişkisi kurulmuş ve bu yanlış bilgi öylece devam ediyor. Oysa biliyoruz ki mutluluğun kişisel zenginlikle değil toplumsal yarar üretmekle ilgisi var. İşte günümüz: İnsan öldürerek var oluyor. Başka canlıları yok ediyor. Yiyip tüketiyor. Çoğalıyor ama diğer şeyleri azaltıyor. Bunun bir sonu olmalı. Malthus amiyane deyimle “Ne olacak bu nüfus artışının sonu?” diye sorunca haklı olarak alaya alındı ama nüfus yoğunluğunun zamanla sorun oluşturacağı açıktı. Dünya sınırsız sayıda insanın yaşayacağı bir yer değil. Garip ama dikkatimi çeken şey şu: New York tüm dünyaya ihraç edilen bir model olarak orada öylece duruyor. Sayısız ülkede inanılmaz gökdelenler var. Bu gökdelenler krediyle yapılıyor. Yeni sömürü düzeninin kredi vererek inşaat yaptıran ve bunun yanısıra hastanelerin inşaatına da hız veren bir banka sistemi olduğunu görmek gerekir artık. Bir distopyada yaşıyoruz; tüm dünya böyle. Sonunda bu dünyayı mahvedeceğiz. Dünyanın sonunu konu alan filmlerin artması bu distopik rüyanın arttığı anlamına gelmiyor mu? Sanat yapıtları gündüz rüyalarına benzerler; bir kabusu sürekli yaşıyoruz ve Uyku Ülkesi yalnızca bize anımsatıyor, o kadar.

 

A.F.Nujen: Kitabın ilk cümleleri şunlar: Üç ay kadar önce yere düşen kalemimi almak için eğildim; enseme doğru bir akıntı oldu. O anda beyin kanaması geçirmişim. Sadece karakter için değil, onu yaratan yazar için de “kalemin yere düşmesi” muhtemel bir son olabilecek iken başlangıç oluyor. O başlangıç duygusunu metne ilk girdiğiniz anı tarif edebilir misiniz?

 

G.Korat: Her yazar okuyucuya “Bakın ben bir şey anlatacağım, konusu da şu” diye söyler. Kimileri benim gibi daha baştan yapar bunu; kimileri de okuyucuya bırakır. Fakat diğer bölümü kişisel durumumla ilgili: Hastalığı anlatan romanlara pek rastlamayız; bu benim için önemli bir deneyim oldu. Gördüğü halde göremeyen, düşündüğü halde konuşamayan insan konusunu çoktandır düşünüyordum, hatta yıllar önce felçli bir insanın trajedisini yazmıştım. Şimdi içeriden bakacaktım, yürümek isteyip de yürüyemediğim, ağrılar içinde kıvranıp da ağrısız yaşama şaştığım zamanları anlatacaktım. Hastalık duygusu nasıl, ameliyattan sonra, yoğun bakımda hasta ne yaşar da ajite olur, insan bu durumda kendisini nasıl algılar, zamanı nasıl değerlendirir? İşte bu gibi sorularla yola çıktım ve rüyanın zamanı belirgin olmadığına göre bu romandaki zamanı nasıl kurgulamalıyım sorusu metne ilk girdiğim yer oldu. 

 

A.F.Nujen: Anlatıcımız, kahramanımız Doktor Sevda Kül, bir anestezi uzmanı. Yani anestezinin etkilerini bildiğinden rüya halini gerçekten ayırma bilgisine sahip. Duyumsamalarla gerçeklik arasında gidip geldiği zamanlarda kendini, çevresini sorguluyor. Sadece kendi hayatını değil, bütün bir dünya düzenini sorguluyor. Bu aslında sahip olduğu bilgilerin de etkisinde olduğunu mu gösteriyor? 

 

G.Korat: Uyku Ülkesi sorgunun ötesinde bir yerde duruyor, bir yanıtı var. Okudukça kitabın oluşma gerekçesini anlıyoruz: Doktor Sevda Kül rüyalarını kurgulamadığını, olanı olduğu gibi yazdığını söylüyor. Kurgularsa palavra sallayan roman yazarlarına benzeyeceğini belirterek toplumsal yaşantıyla rüyaların denk olduğunu hissettiriyor ama sonra “Belki bu da başka tür bir hezeyandır” diyerek geri çekiliyor. İçinde yaşadığımız dünyanın ve şehirlerin hastalıkla doğrudan ilişkili olduğunu söyleyen bir doktorun çığlığını duyurmak için çok doğrudan bir yöntem oldu bu. Akılla konuşan, hiç boş söz etmeyen bu doktor ateşten bir gömlek giymişe benziyor: Hem kadın hem anne ve hem de boşanmış bir insan olarak yaşamının dehşetini bize iletiyor. 

 

A.F.Nujen: Kadın dediniz..

 

G.Korat: Evet ona geliyorum, kadın kahramanın erkekler tarafından derinlikli olarak anlatıldığı bu romanda şüphesiz erkekler de var ama toplumsal bakımdan pek iyi bir konumda değiller. Yazar olarak kendi cinsim aleyhine konuyu ters çevirdim. Toplumu yönetenlerin tacizinden, yanlış anlaşılan tacizciye kadar erkeklik hallerini ele aldım. Anlatıcı olarak yazarın tanrısallığını yalnızca olayları birbirine bağlarken kullandım ve toplumu yöneten erkek hegemonyasını daha çok rüyalara yanaştıkça gördüm.

 

A.F.Nujen: Rüyalarımız bir nevi kara kutumuzdur da, doğru mu? Bir yerde rüyaların ele geçirilmesine satır göze çarpıyor. Yenidünya bugün bu konularda da ayrıca çalışıyor biliyorsunuz. Biz zaten rüyalarını başkalarına anlatmadan rahat etmeyen bir toplumuz, ama bazı rüyalar bilirsiniz işte. Sadece bu satırları kurgularken bile bunun gerçekleşme ihtimalini düşündünüz mü? Rüyalarımızı ele geçirebilirler mi? 

 

Özellikle rüya ile yaşamın benzerliği, rüyaların bir örnek olma olasılığı konusu beni çok düşündürdü. Şehirler benzeştikçe, yaşam standartlaşıp rüyalar da benzeşebilir diye düşündüm. Böyle bir şey olmaz ama bir distopya olarak değinmeyi gerekli buldum. Bu durumu bilgisayar oyunlarıyla ilgili bölümde gösterdiğimi sanıyorum: Dünyanın para ve şirket yönünden tekleşmesinin, kişiye tapmanın, çevre yağmacılığının, hepimizi benzer bir acıya götüreceğini gizliden gizliye iddia ettim.

 

A.F.Nujen: Kitapların en sevdiğim yanı insan ruhunun, karakterinin bastırılmış, gizlenmiş halleri ve özellikleri üzerine ayrıntılı bilgiler içermesi. Uyku Ülkesi fazladan felsefi ve psikolojik açıklamalar da içeriyor. Bir hasta ile yakını arasındaki ilişkinin ortamdan ortama değişmesi, herkesin birbirini çok iyi tanımasına rağmen birbirlerinden duygularını saklaması gibi örneğin. Aslında herkes herkesin ne hissettiğini biliyor, fakat insanlar neden gizlerler birbirlerinden duygularını?

 

G.Korat: Bu soru çok ilginç. Başkalarıyla ilişki içindeyken bile kendi başımıza olduğumuzu biliriz. İnsan daha çok, yalnız bir varlıktır. Belki de bu yüzden duygularımızı aslında en çok kendimiz biliriz, başkaları yorumlar. Bu yorumlar doğru olsa bile hakikat başka bir katman daha içerebilir. 

 

A.F.Nujen: Rüyalarımız uyanık zamanlarımızın bastırılmış zamanlarından hatırladıklarımız mıdır? Hayalen anımsadıklarımız ya da hayalini kurduğumuz anlarla ilişkili midir? Kitapta diyorsunuz ki, Rüyalarımda belirsizlik yerine bilmek önde duruyor. Ne zaman uyusam içimde başka bir bakış odağının etkinleştiğini fark ediyorum. Yani bulanık bir zihin (bu bir travma etkisi de olabilir) daha derin sorgulamalar yapabiliyor ve farkında kendisinin. O halde bulanık bir zihin daha berrak bir zihin midir?  

 

G.Korat: Bazen. Dilbilim Profesörü Sait Kozan’ın tekil sözcük bulamaması bir rüya ama bu rüya yüzünden içimizde bir katman açılır: Rüyaların yapısının değiştiğini “Bir örnek” kavramıyla açıklayan bu kişinin durumu çok eğlencelidir. Ayrıca zamanın filmler aracılığıyla tartışıldığı bölümde “geçmişin, geleceğin ve şimdinin aynı noktada buluştuğu tek yerin” sanat yapıtları olması bana yazarken çok mutluluk verdi, umarım siz de aynı zevki yaşamışsınızdır. 

 

A.F.Nujen: Freud (kendisi kitaptaki biri ayrıca) insanların gördüğü rüyaları tipik rüyalar olarak tanımlar. Psikanalist yaklaşıma dayanarak rüyalardan elde edilen bulgularla rüyaların gizli ve açık içerikleri olduğunu söyler. Endişe ve sevinç duyguları bunların içeriğinin ne olduğunu ortaya çıkarır. Fakat bazı rüyaların bunun dışında kaldığını düşünüyorum. Bu rüyalarla ilgili bir bilgiye sahip değiliz tabii. Siz de, “Rüyada gördüklerimizle gerçekten gördüklerimiz aynıysa?” derken, bu tipik rüyaların dışındaki rüyalardan mı söz ediyorsunuz? 

 

G.Korat: Rüyalar konusunda modern psikolojinin bakış açısından başka bir şeyi geçerli görmediğim için onu bozmaya çalışmadım, tam tersine bilim insanlarının olgularla yüzleşmesi benim için itici bir güç oldu. Daha önce de söylediğim gibi rüya övgüsü ya da yergisi yapmak ya da romanı masal olarak tanımlamak bana göre eylemler değil. Bunlar romandan çok kahramanın yolculuğunu ele alan erken örneklerdir ve eril bir ses tonundan konuşur. Oysa günümüzde anlatıcının cinsiyet, ırk ve din tanımlarının ötesine geçmiş kollektif bir nötr cinsiyet olması gerekir.

 

A.F.Nujen: Distopik bir kitap Uyku Ülkesi evet, ama sahih bir rüya gibi de. Ülkenin hali, dünyanın hali derken bu ülkenin ve dünyanın gündemini, yeni biçimini, yasalarını da aktarıyorsunuz. Hani bir iç dünyamız var deriz ya hep, oradan bakarız dışımızdaki dünyaya. İlk Rüya’da bütün bunlar mı rüyanın içine işliyor yoksa aslında rüyalarımız mı dışımızdaki dünyanın içinde sürüyor?

 

G.Korat: Bunu deneyimlemek okura kalsın.

 

A.F.Nujen: Yukarıda kitabın içinde kitap rüyanın içinde rüya demiştim anımsarsanız eğer. Gerçeklerle rüyaların aynı olma ihtimalinden de söz ettiniz. Bunun benzeri bir durumu da şöyle gördüm sanırım. Otobiyografik öğeleri olan Uyku Ülkesi’nin yazarı bir erkek, ama kitabın içindeki kitabı yazan bir kadın ve gördüğü rüyalardan birinde bir erkek oluyor. Bu bir sirkülasyon mu metin içinde yoksa aslında biz burada yazarın kendisini mi görüyoruz, bir anlığına da olsa?

 

G.Korat: Cinsiyet davranışları öğreniliyor, doğuştan getirilmiyor. İnsan cinsel durumunu yaşadığı dönem ve kavrayış ilişkileri içinde değerlendiriyor. Uyku Ülkesi’nde benzer bir şeyden hareket ediyorum: Rüyada hiç olmadığımız şeyleri oluruz. Bazen yaşlı bazen çocuk; ama hep kendimiz olarak varızdır. Ben çubuğu biraz daha büküyor; benlikleri çarpıştırmanın ve empatiyi artırmanın bir yolu olarak kendini karşı cinsten biri olarak gören, rüyadaki evladını seven bir insan tasarlıyorum. Bunun romanda hiç unutmadığımız karakterleri sevmekten ne farkı var? İnce Memed, Goriot Baba yahut Macbeth bir düş kişisi değil mi? Ben bunu modern çağdaki sorunların içine yerleştirdim, hepsi bu.

 

A.F.Nujen: Bu soruyu size mi sormalıyım yoksa Doktor Sevda Kül’e mi bilemiyorum. ) Kitap boyunca polisiye de okudum, bir bilim kurgu da aynı zamanda. İnsan beyninin ve ruhunun ortak bir hafızası olduğunu ve orada aslında ne kadar çok bilgiye sahip olunabileceğini de. Veda’da, gerçeği kavramanın yolunun rüya görmek olduğunu söylüyor Doktor Sevda Kül. Bu bilgi ne zaman geçerli bir bilgi haline geliyor peki? Ve biz bundan nasıl emin olacağız?

 

G.Korat: “Emin olamadığımız tek şeyden emin olmalıyız” desem geçerli bilginin yalnızca rüya görmekle mümkün olabileceğini söylememizde bir sakınca olmazdı. Bu durumda ilkçağ şüphecilerine benzerdik. Oysa kitabın sonlarına doğru insanın yalan söylemeyi rüyalardan öğrendiğini anlatan ve bilgeleşen Doktor Sevda Kül’ün önündeyiz: “Rüyalar yapılmamış yapılı şeylerdir” der. Ayrıca rüyalarımızın endişelerimizle ilgisini göstermek için “onların henüz yaşamadığımız gerçeklikler” olduğunu söyleyerek bir adım daha atar. Böylece bilme yolunun “Emin olduğumuz şeylerden bile şüphelenmek” olduğunu anlar ve Sevda Kül’ün ülkesine gideriz.

 

A.F.Nujen: “Kitap bitince rüya bitiyor mu, nasıl bitiyor?” Söylemeyeceğim, ama okuyanlar için kitap bitince başka bir şey başlayacak. Beni kırmadınız, yanıtladınız. Teşekkür ederim.

 

Septikler gibi şaka yollu bir yanıt vereyim ama herkes gerçeğin başka türlü olduğunu (böylece uyanıkken de rüya gördüğümüzü) düşünsün: “Belki de şu anda su kıyısında öten kurbağalarız ama kendimizi bir röportaj okurken görüyoruz. Ama nedense röportaj okuduğumuzu da biliyoruz.” İşte Uyku Ülkesi’nin gerçekliği: Rüyalar yapmadığımız ama yapmış gibi bildiğimiz her şeydir. 

Uyku Ülkesi’ni okuyup bu incelikli soruları bana sorduğunuz için asıl ben teşekkür ederim.

 

T-24 

20 Şubat 2022

HER ŞEY RÜYALARA KALDI

 


Uyku Ülkesi'nin Kapağı Kardelen Akçam tarafından yapıldı.

 

Gürsel Korat son romanı Uyku Ülkesi’nde ülke ve dünyadaki güncel sorunları merkeze alıyor. Korat “İyimser olmamalıyız. İnsan hasta, şehirler hasta, dünya hasta” diyor.

 

ÜMRAN AVCI

 

Rüyalar üzerinden beynin labirentlerinde dolaşıyor okur. Bu kitabı hazırlarken bir rüya defteriniz oldu mu? Ya da tutar mısınız?

Çok defterim var ve birçoğunda rüya notlarım bulunur. Freud, okuyanların ve yazarların bunu yapmasını iyi bulur. Bir zamanlar rüyaları anlamanın yazarların işi olduğunu yazmıştım. Rüyalarımı çok düşünürüm. Bilirim ki onlar yaşadıklarımın biçim değiştirmiş ve simgeleşmiş bir halidir. Hepsi önemlidir benim için. Aldığım notları çözümlerim. Zaten rüyayı anlamadan rüya üzerine yazmak olanaksızdır.

Uyku ülkesi, rüyalar mı? 

“Uyuyor musun?” diye sorulduğunda “Uyku ülkesindeydim” diye yanıt vermek güzel bir şey. Ama elbette Uyku Ülkesi bundan fazla bir durumu içeriyor. Uyku Ülkesi romanı bir rüya güzellemesi değil. Rüyalar şöyle iyi böyle iyi demiyorum. Tersini de.  Yahut onların bir masal gibi bir şey olduğunu da savunmuyorum. Boş yere, temelsiz bir masal övgüsü ve rüya güzellemesi yapmanın gereği yok. Rüyaların bedensel aktivitenin bir sonucu olduğu aklımda: Rüya gerçekliğin başka bir izdüşümüdür.

Pandemi döneminde geçen bir roman. Bir yandan da Türkiye ve dünya üzerine bir distopya… Hikayedeki felaket senaryoları üzerinden gitmek istiyorum. Roman bir anlamda dünya dertlerine ağıt. Müsilajdan küresel ısınmaya pek çok meseleye dokunmuşsunuz. Ve önemli bir de tespit var: Dünyamız daha hasta… 

Distopyaların bir özelliği umutsuz olmaları ve çıkış yolu tanımamalarıdır. Bu açıdan Uyku Ülkesi bu tanıma genellikle uyuyor. Son bölümünde -ki sürpriz noktasında- yine de umutsuz olmamak gerektiğini düşündüğüm için okura bir açık kapı bırakıyorum. Bunu biraz da halen yapılabilecek bir şeyler olduğunu düşünmekten ötürü yaptığımı söylemeliyim. 

Çevre sorunları iyimser olsak da bizi hasta etmeyi sürdürüyor…

Evet. Doğru bu. Şunu düşünmeliyiz: İnsanın fiziksel rahatsızlığı ile dünyanın hastalığı arasında bağ kurmak -her türlü komplo kuramının ötesinde- yazarın işi olmalı. İnsanlar sanatın sarsıcı gücüyle durup düşünmeliler. Zaten bütün bunları haberlerden biliyoruz ama roman olarak elimizde duran şey bizi kuşkuyla yerimize mıhlıyor. İyimser olmalıyız ama hiç de rahat olmamalıyız. Dünyamızda pek çok sorun var, madenler, ormanlar ve denizler mahvoluyor, insan enerji üretme biçimleriyle doğal olanı dışlamış durumdalar. Rahat yaşamak arzusu, doğaya karşı sorumsuzluktan başka bir şey değil.  Yaşama ilkemiz çok basit olmalı: Doğal dengeye zarar veren her üretim malı konforlu bile olsa engellenmeli. Dünya hasta, şehirler hasta, dolayısıyla insan da hasta. Aynı cümleyi tersinden de kurabiliriz: İnsan hasta, şehirler hasta, dolayısıyla dünya da hasta.

Rüyalardan birinde sular elli dört metre yükselmiş. Pek çok kıyı yerleşimi sular altında kalmış. İstanbul’da Kadıköy, Üsküdar, Sarayburnu artık tarih. Dalgalar Galata Kulesi’ne ulaşıyor. Tarihi ya da bilimsel olayları edebiyat eliyle anlatırken bıraktığı etki çok daha fazla oluyor. 

Her gün kuzey kutbundaki buzulların eridiğini görmekle geçirmiyor muyuz? Buradaki kutup ayılarına acımaktan öte bir sorun yaşadığımız açık: Dünyanın dengelerini değiştiren bir şey önündeyiz ve para kazanma hırsı her şeyin ötesine geçmiş durumda. Dünya karbonla kaplanıyor ve biz uçakların sayısını çoğaltmakla meşgulüz. Oysa yakında belki de hiçbir havaalanını kullanamayacak durumda olacağız. Barajlarla tarihin üstünü kapatıyoruz, oysa pek yakında böyle bir iklimde zaten yaşayamaz hale geleceğiz. Sular çekiliyor, ormanlar yok oluyor, yapılan yollardan zaten geçen olmayacak. Geriye kalan üç beş kişinin bu inşaattan para kazanmasından başka bir şey olamayacak. Herkes bilmeli artık: Tüm dünya inşaatlara verilen kredilerle sömürülüyor. ABD tüm dünyaya New York’u ihraç etti. Petronas kuleleri, Abu Dabi, Pekin, Bombay, Singapur, Tokyo ve geri kalan bir sürü büyük şehir inanılmaz bir üst üste yaşam cehennemi oldu. Buna uzun zamandır ben de yazdıklarımla dikkat çekiyorum. Ama sanırım para tatlı. Her şey rüyalara kaldı. Fakat birinin rüyalarda da distopya olacağını söylemesi gerekiyordu. Uyku Ülkesi ile ben söyledim.

Roman kahramanı ve karakterlerin tamamına yakını kadın. Kadın bakış açısı anlamında epey empati kurmuşsunuz belli ki. 

Roman yazarları genellikle kendi cinsini yazıyor. Tarihimizde roman genellikle eril bir iş ve kadın bedenine güzelleme yapma alanı gibi görünüyor. Şiir tarihimiz eril olduğundan romana da bunu tutkuyla uygulayan bir tarz yaşıyoruz. Bu aksi talihle uğraşmak gerekir. Başka bir cinsiyeti yazmak meydan okumak gibi bir şey olmalı. Zaten romanda yazarın nötr cinsiyet içinde olması gerektiğini çok defa belirttim. Bu nedenle de bu romanda bir kadını başkahraman yaptım. Kadını yazdım. Eril dille roman yazma tarihine meydan okuyarak, erkek merkezli tarihi ve cinsiyetçi kodları yıkarak yazmanın bugün için çok gerekli olduğunu düşünüyorum. Edebiyatta bir devrim arayanlar buyursunlar, önce devirmeye cinsiyetlerden başlayalım. 

Serap Hemşire üzerinden kadınların uğradığı cinsel istismar olaylarına bir gönderme de var.

Bu romanda Serap’ın çok güzel olduğunu hiçbir bedensel özelliğini tanımlamadan anlatarak değişik bir yol izledim. Cinsel uyaranlarla kadın bedenini bir arada tanımlamanın eril bir nitelikte olduğunu düşündüğüm için bu benim için devrimsel bir nitelik taşıyor. Kadın bedeni erkek yazısı için çok işlek bir alan. Güzelliği anlattıkça bunda bir sorun yok ama kadının iç dünyası belli olmadıkça ve yalnızca bedeni anlatıldıkça dehşetli bir sorun var. Unutmayalım ki roman okuyoruz, erkek erkeğe muhabbet etmiyoruz. 

Bir de bu romanın mottosu olarak gördüğüm uyku ile rüyanın benzeşmesi konusunu ele alsak..

Doğrusu siyasi, ahlaki bakımdan olduğu kadar düşünsel açıdan da bu konuyu irdelemekte yarar var. Özlüce evet, hepimiz rüyada olabilen şeylerin gerçekte olduğu anlar görüp şaşıyoruz. Bu romandaki yaşantıların bilinçli olarak hissettiğimiz her şeyden oluştuğuna şüphe yok. Dolayısıyla uykuda yaşadıklarımızla gerçekte olanlar birbirine bu kadar benziyorsa kaçınılmaz olarak uyku ülkesinde yaşadığımız ortaya çıkıyor diyebiliriz.

Başkarakter Sevda Kül de bir doktor ama onun branşı ilginç…

Evet anestezi uzmanı. Yani, uyku ile ilgili. Rüya gören kahramanımızın bir doktorken hastaya dönüşmesi zaten temel sorun. Olay bu çatışmayla açılıyor. Tedavi sürecinde sürekli olarak uyuyor, uyutuluyor ve rüya görüyor. Nihal adındaki psikiyatri uzmanı arkadaşına mektup yazarak durumu anlatıyor.

“İnsan beş duyusunun yorumuyla yaşar” diyor roman kahramanı. İnsanın iyi veya kötü yapan duygulardan hangisinin ağır bastığıyla ilgili önemli bir saptama. 

Tıpkı rüyanın içeriği ile görünen anlamının farklı oluşu gibi. İnsan beş duyusunu bilir ama ona nelerin etki ettiğini bilmez. “Normal yaşam” budur. Oysa edebiyat normal olanın anormal yanını işaret etmekle ilgilidir.

Romanda klasik eserlere bir saygı duruşu var. Okuru yeni okumalara teşvik edici de bir eser. “Rüya Körü” romanınıza da bir selam çakma var.

Edebiyat yapıtlarında diğer edebiyat yapıtlarına göndermelere pek rastlanmaz oldu. Eski edebiyatta bu var. Yalnız selam çakmakla yetinmeyip diğer kitapların içimizde uyandırdığı heyecanı da dile getirmek durumunda olmak gerekir. Anlattığım rüya kitabı olmasaydı bunu çok daha açık, dolaysız yapardım herhalde.

“Yazdıklarımız, konuştuklarımızdan daha derine işliyor” diyor anlatıcı. Bir başka yerde de “Yazmak anlamaya iyi geliyor” değerlendirmesi var. Yazının önemi ve etkisi üzerine konuşalım isterim biraz da.

Yazı yazarak daha iyi konuşma öğreniyoruz. O yüzden sokak diliyle okumuş yazmışın dili ayrı. Bir kitabı yazıp not alırsam, bir seminere hazırlanırsam, başka bir dili öğrenmek için çabalarsam hep yazıyorum. Bu nedenle yazarak kendimizi daha iyi ifade ettiğimiz sonucuna varıyorum. Saygı duyduğum yazarların bir ikisinin konuşma özürlü olmasından anlıyorum bunu. “Dil otu yemiş” bazıları ise tek satır yazamıyor. Bütün bunlardan yazı yazmanın ve konuşmanın ikisinin de iyi olmasının ne hoş bir bileşke olduğu sonucuna varıyorum.

Roman kahramanı Sevda Kül, “Yazıyı yazan kişi Tanrı’yla özdeştir. Dilediği şeyi yazarak yaratır, silerek yok eder” diyor. Yazarlığın bu tarafını konuşayım istiyorum. 

Optik kuralları gereği bakan kişi, anlatan kişidir. Resim, heykel, oyun, sinema ve yazı böyle. Tüm sanatlar böyle yani. Dolayısıyla yazıyı yazan kişi, o evrenin kurucusu, tanrısıdır. Silerse yok eder. Yazarlık ve kurmaca tam böyle bir iş. Yazı yazıldığında genellikle başımızdan geçen olayların olduğu gibi anlatılmasının doğru olduğuna dair bir yaklaşım içinde oluruz. Oysa sanatsal gerçeklik yaşam parçalarıyla örülmüş ama yaşamdakine benzemezliğiyle ayrı, kendine özgü bir gerçeklik olmadıkça anlatılan hikaye boşluktadır. Gerçek yaşam bizimdir, orada sanattan parçalar vardır ama o kendine özgüdür. Sanatsal gerçeklik de böyledir, onda gerçek yaşamdan parçalar vardır ama o da kendine özgüdür.

 

Milliyet Sanat 

Şubat 2022