ERİL ROMANLAR





Kahraman kavramı ilkçağdan beri mitoslara konu olan üstün güçlerin (kahramanların) melodrama ve oradan da popüler edebiyata sıçraması nedeniyle varlığını korudu. Gerçekte romanda kahramanlar değil karakterler vardır. Don Kişot’tan beri böyledir bu; orada “kahraman” gülünesi ve bunak bir kişidir artık. Karakter ise insandır, üstün bir kişiyi temsil etmez.
Günümüzde kahraman ya macera edebiyatında ya da masallarda vardır. “Kahraman”ın eril olması çok dikkat çekici bir şeydir ama “kahramansever”ler, öyle anlaşılıyor ki yalnızca erkekler değildir.
Bu yazıda eril düşünce kalıplarının belirlediği iki roman tarzına değineceğim: Hero-Roman ve Çizi-Roman. Gelecek yazıda da Mito-Roman başlığıyla konuyu tartışmayı sürdüreceğim.


Hero-roman [“Millî” roman]

Millî romanın kalıpyargılara, derinliksiz tiplere, kahramanlara ve mitosa dayalı yapısında düşük bir edebi zevk vardır. Hiçbir kahramanı insan derinliği içinde ele alınmaz, “ötekiler” daima kötüdür ve bu hal genetiktir; melodrama dayalı bir romans olarak okuyucuyu millî hislerle doldurmak temel işlevidir. Bu yönüyle iktidarların siyasi programına hizmet etmeyi görev bilir, romanı bir sanatsal eylem olarak değil araç olarak değerli gören pragmatizmin -tek deyimle- “maşası”dır.
Millî romanda göze çarpan temel dürtü, yazarın düşünce romanı yazanlara benzemek için gösterdiği boşuna gayrettir. Roman kahramanları (karakterleri demeyişime dikkat edelim) anıtsal bir heybete, uzun ve bitmek bilmeyen bir belagate, övülüp göklere çıkarılan bir ahlâki ve ruhsal asalete sahiptir. Bu yönüyle millî romanlardaki kahramanlar din büyüklerine benzerler ve hatta bu nedenle dinleriyle de temsil edilirler. Denebilir ki her millî roman üstü örtülü dinsel romandır. Bu bakımdan tersi de doğru olur: Her dinsel roman üstü örtülü bir millî romandır.
Millî romanda ötekilerin çektiği acı ve sefaletle hiçbir şekilde empati kurulmaz. “Bizimkilerin” çektiği acılar ve yaşadığı kötülüklerin öcü alınması gerekir ve bu eylemde vicdani tartı, acıma hissi yoktur. Millî roman, insanlığın bir bölümüne duyulan nefretin romanıdır ve edebiyat maskesi takmış nefret suçu belgesidir.
Bir yeri fethedenlerin övüldüğü millî edebiyat eserlerine göz atan kişiler, orada “ötekilerin” korkuyla titreyen kadınlarını, açlıktan ölen çocuklarını göremeyeceklerdir. Bu romanlarda yaşadığı şehir elinden alınırken “neden” diyerek duruma isyan eden insanların umutsuzluğu yoktur. Yine bu romanlarda evlerine girilerek saçlarından sürüklenen ve esir pazarında satılan kadınlar, köle olarak kullanılmak amacıyla seçilmiş erkekler, “işe yaramadığı için” öldürülen yaşlılar yer almaz. Tam tersine fetih güzellemesi yapılarak “düşmanın” ruh taşımayan bitkiler gibi doğranması, onun “hakaretlerinin bedeli” olur. Millî roman veya bu amaçla yapılan her türlü “sanat” eseri, lanetlenesi barbarlığı över. Fetih ve işgal kavramları üzerinde demagoji yapmaktan ibaret olan bu tutum, “bizimkilerin yalnızca fethettiği ve kimseye zarar vermediği” yalanını, ötekilerin ise işgalci olduğunu söyleyebilir.
Milli kahramanlıklara dayanan edebiyat bundan ibarettir. Baştan ayağa eril düşünme kalıplarıyla yaratılmışlardır. Eski çağlara özgüdür ve karanlık dönemlerin bilgisini ve algısını aşmış değildirler.
Edebiyatın “milletin değerlerine uygun” bir “mevzi” olduğunu düşünmek, edebiyatçıyı siyasetin neferi gibi görmektir. Öteki’ni bilmeyen, empatiyle desteklenmeyen kahramanlık şişinmelerinin varacağı yer budur.
Yazarın ruhu bütün insanlıkla birlikte biçimlenmiyorsa ve yazar kendi bedeninde bütün insanlığı özetlediğini fark etmiyorsa, edebiyata katkı yapamaz.


Çiziroman (Piktoroman)

İngiliz aristokrasisi onsekizinci yüzyılda resimlerden hareketle bir mimari tarz geliştirmişti. Versailles’ın akılla düzenlenmiş  bahçelerini eleştiren ve “doğayı alabildiğine özgün hissettirecek” bir manzarayı yeğleyen İngiliz aristokrasisi, Wiltshire veya Stonehead’de, Claude Lorraine’den veya İtalyan ressamlardan esinlenerek kır evleri yaptırmıştı. Bu konuyu fark edip ilk kez saptayan E. Gombrich’tir ve Sanatın Öyküsü’nde kendine özgü yalın üslubuyla bu konuyu örnekler.
John Berger de Görme Biçimleri adlı yapıtında, bugünkü kadının kadınsılıkla ilgili algılarını yöneten şeyin erkeklerin kadını görme biçimi olduğunu, resim tarihinden örneklerle gösterir: Özellikle portre ressamlığı ve nü, bu konuda etkili olmuşa benzemektedir. Yani kadınlık algısı eril gözler tarafından sürekli olarak yeniden biçimlendirilmekte, kadının örtülü veya açık olması hiçbir biçimde fark etmemektedir: Tanrıya adanmış kadın da, şuh kadın da erkekler tarafından tasarlanmış, resmedilmiş, yaratılmıştır.
Türkiye’de kahramanı yücelten, perspektifi bozuk, eril bir macera edebiyatı vardır ve minyatüresk edebi seçimlere dayanır. Buna derslerimde “Platoncu yazı tarzı” adını veririm. Platoncu yazı tarzı adlandırmasını da filozofun diyaloglu metinlerine atıf olarak kullanırım: Bu yazı tarzının özelliği kahramanlarının öncesi olmayan bir eylemle ortaya çıkması ve bu eylemlerin birbirini düz (sarmal olmayan) bir neden sonuç ilişkisi içinde izlemesidir. Platoncu hikayede hep eylem ve konuşma vardır, metinde karakter derinliği bulunmaz.
“Kahraman edebiyatı”nın tanım özelliği Platoncu yazıdan çıkarsanmalıdır:  Karakter yüzeyselliği ve kadınlardan yoksunluk. Buna “minyatüresk” başlığı altında dört beş yıl önce, bir dergide değinmiştim. Kanımca eril dille macera anlatanlar çizilmemiş bir çizgi romanı yazıyorlar. Minyatüreskin, maceranın, erilliğin ve öykünün birleşmesinden çiziroman doğuyor. Bu roman tarzının ayırıcı özelliği küfür ve erkeksiliktir: Ergen kibriyle konuşan, argo düşkünü ve bıçkın bir yazıcılık. Erkeklerin yapabildiği, yapmak istediği, erkek arkadaşlarıyla paylaşıp gülebildiği laf kalabalığı; hatta doğru deyimle, erkek geyiği. Kadınları tam anlamıyla kenar süsü yapan anlatıcılık. Charles Bukowski gibi bir küfürbaza boş yere özenen, boşvermiş, alaycı, asılsız, zırtapoz, kahramanın “cool” hallerinin altını çizen bir küfür edebiyatı. [1] Hayatı karanlık ve kötü yanlarından kavrayan, politik tavrı sövgülü bir dille birleştiren bu yazarlık yolunun popüler algıyla kolayca buluşmasının nedeni, ondaki erkeksiliğin okuyucuya (kadın okuyucuya da) öğretilmiş olmasıdır. Çizgi romanlar ve mizah dergilerindeki çizgi hikayeler bunu hakkıyla başarmışlardır.
Nasıl ki İngiliz kır evlerinin mimarisi rönesansın ve pastoral ressamların etkisiyle doğmuşsa, çiziroman da karikatür esaslı öykülerden veya resimli macera öykülerinden doğmuştur.
Hüseyin Rahmi’den beri onun bunun kıçıyla, yüzüyle, gözüyle alay etmekle yetinen, kusurları küfür konusu haline getiren bu romanlar, çizgi roman halinde tasarlanmış bir fikrin, salt yazı haline gelmiş şekli olarak okunabilir. Yani aslında bu tür romanları okuyanların zihnine çizgi roman çağrışımları düşer. Murat Menteş’e bir bakalım:
“İlk defa birine işkence ediyordum. Fakat o bunu bilmiyordu. Acıdan dişlerini gıcırdatıyordu. (…) Su çeken ayakkabılarımı çıkardım. Mahmur bir neşeyle sırıttım: ‘Benim nazarımda kuduz bir maymunun ağzındaki köpük kadar değerin yok!’ Ikınma, böğürtü ve çığlık karışımı bir çığlık verdi. Islak çoraplarımı ayaklarımdan sıyırıp ağzına tıktım.
Emekliliği yaklaşmış bir celladın aldırışsız havasına bürünmüştüm. Sandalyeye ben bağlı olsam işittiğimde aklımı kaçırabileceğim türden tehditler sıralıyordum:
‘Dört dakika sonra, bacaklarının derisini yüzeceğim.(…) Hiç kullanılmamış bir kuyumcu matkabım var. Onunla kafatasında bir delik açacağım. Sonra da minik bir huniyle beynine o delikten kezzap akıtacağım.’ Bir yandan bu psikopat repliklerini okurken bir yandan da tabancayla dizkapaklarını eziyordum.”[2]
Frank Miller’ın Günah Şehri adlı çizgi romanını anımsayalım, (filmi de yapıldı ama çizgi romanı anımsayalım) Marv, öldürülen Goldie’nin katillerini ararken maceraya takılır ve kavga mı ediliyor konferans mı veriliyor belirsiz olan çizgi roman trüklerinden biri yaşanırken şunlar olur:
“MARV:Her ne kadar kanının Niagara Şelalesi gibi aktığını hissediyor olsan da, ölmen çok uzun bir zaman alacak. Bunu hızlandırabilir veya kötü hale getirebilirim. Bana bir isim verdiğini duyamıyorum serseri. Galiba, seni karnından vurayım derken biraz yukarı nişan almışım.
ADAM: (Korku içinde) Hayııır.
               BLAM (Yumruk sesi)
MARV: (Marv Sigara yakıyor, duvara sırtını vermiş. Öbürü iki büklüm) Bu ismi benden gizlediğin sürece, daha kötü şeyler yapmaya devam edebilirim. Bunun olmasını benden daha fazla istemiyorsundur değil mi?
ADAM: Bana emri ileten Telly Stern’dü. Üç As Klübü’ndeki masaları idare eder.”[3]
Bu tür romanlarda şiddet, ‘kötü’ olanı küçük düşürmek ve ona gülmek içindir. Aksiyonlu açılış, macera filmlerinin kalıbı olduğu kadar bu romanlarda da olmazsa olmaz bir şeydir; sonra da cool adamların hikayeleri tesbih taneleri gibi sıraya dizilir. Bir yığın öncesiz ve sonrasız kişi “sahne alır” ve sonra da kaybolur. Her türlü aşırılık serbesttir, olmayacak şeyler: olur. Polisiyedir ama öldürülen kimse için olay yerine polis gelmez. Neşeli veya “arızalı” ama kesin olarak hayata aldırmaz asıl tip (hatta “eleman” diyelim usulünce) olayları sürükler. Eğlence ve hız peşinde koşmak kesindir. Ama bunlar ne denirse, araya bir iki aforizmatik düşünce, önemli yazarlara göndermeler, toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan kahraman “tripleri” ve atasözleri serpiştirilir, olay böylece “katmanlı” hale getirilmiş olur. Çizgi romanlardan etkilenen bu romanlarda nesne, beden ve hal dikkati olmazsa olmaz. Amaç karakterin çatışmasını veya insanın derinliğini aramak değildir, bütün bu bilgiler alaycılığın siper çalışmasıdır. Bütün olumsuz karakterler olumsuz şeylere benzetilir, şişkolar su yatağı gibi patlatılır, kulak kılları ve iğrenç bakışlar ayrıntılı gösterilir, sıfat cümleleri uzadıkça uzar: “Umutları sönmüş, nezleli bir kurbağa” “satanist şebekenin kara liste fihristini tutan etçil katip” gibi.
Bu romanların şiddeti ve alayı görselleştiren bir imgelem yaratmaktan başka bir teknik yolu yoktur. Okuyucuya düşen ise çizilmemiş olanı “görmek”tir. Çiziroman, beden hallerini, hayvanlar, insanlar ve eşyalar üzerinden giden kombinasyon ve permütasyon hesabıyla birleştirir ve bundan ergence, sorumsuz, başka hayatları hiçe sayan  bir gülmece çıkarır.
O, çizilmiş bir şeyin, yazılmış izdüşümüdür.





[1] Yalçın Küçük yanlış yere Milan Kundera’ya ve Latife Tekin’e “küfür romanı yazdığı için” kızmıştı. Asıl küfür romanları, berbat bir küfürbaz olan Charles Bukowski öykünmelerinden çıktı: Yazar denen kişinin ağzının kantarı kalmadı, daha önce karikatür dergilerinde ve gençlik altkültüründe kabul gören dil, roman dili oldu!
[2] Murat Menteş, Korkma Ben Varım, s.66 İletişim Yayınları, İstanbul 2009
[3] Frank Miller, Günah Şehri, s.63, Arkabahçe Yayıncılık, İstanbul 2008

Bu yazı K-24'te yayımlanmıştır.