TÜRKİYE’NİN CAMİLERİ TOKİ MİMARİSİNE TESLİM


Yazar Gürsel Korat, “İstanbul camilerinin formu TOKİ tarafından tek tipleştirildi. 21’inci yüzyıla uygun farklı bir mimari mümkünken Ankara’ya kubbeli sultan camisi yapmak hem İstanbul’un biricikliğini hem de Ankara’nın özgünlüğünü bozdu” dedi.
Gürsel Korat, Ankara’da son zamanlarda çokça konuşulan Opera’daki Altındağ Camisi’ni değerlendirdi. Bu caminin, İstanbul’daki kubbeli camilerin aynısı olduğunu söyleyen Korat, “İstanbul camilerinin formu TOKİ tarafından tek tipleştirildi. 21’inci yüzyıla uygun farklı bir mimari mümkünken Ankara’ya kubbeli sultan camisi yapmak hem İstanbul’un biricikliğini hem de Ankara’nın özgünlüğünü bozdu dedi.
Gürsel Korat, romandan öyküye, deneme yazarlığından eleştirmenliğe kadar geniş bir yelpazede eserler verdi. Zaman ve mekan kavramlarını öne çıkartan yazar, edebiyatının merkezine Kapadokya’yı yerleştirmekle yetinmeyip kentlere ve mimariye özel bir dikkatle eğildi. Kapadokya, Kayseri ve Ankara üzerine çalışmaları bulunan Korat, serbest gazeteci olarak Balkanlar’da, Anadolu’da ve Suriye’de pek çok kenti gezme şansı bulmuş bir edebiyatçı.
Yazar Gürsel Korat ile Ankara’yı ve Ulus’u konuştuk.

 Röportaj: Uğur Duyan



ANKARA’NIN TARİHSEL ÖZÜ

Siz Ulus’u Ankara’nın “mimari çehresi” ve “tarihi özü” olarak değerlendiriyorsunuz.  Ulus’u yansıtan tarihsel öz hangi yapılardır?
Bir yazımda “İnsan Ankara’da olduğunu Ulus’u aklına getirmeden düşünemez, Ulus’u düşünmeden bu kenti tanımlamakta güçlük çeker” demiştim.  Çünkü burada cumhuriyetin kuruluş dönemi ruhunun mimari dokusu vardır: Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi, Olgunlaşma Enstitüsü, TRT, THK gibi kurumların binaları moderniteye ait mimari eserlerdir. Resim ve Heykel Müzesi, Etnografya Müzesi binaları neo klasik yapılardır. İlerde köprünün hem yanında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası binası; Gençlik Parkı’na doğru ilerlerken Opera Binası ve karşısındaki Kültür Bakanlığı binası. Bu saydıklarımız da neo-klasik mimari içerisindedir.  Neo-klasik döneme ait asıl iyi örnekler bir az daha ileride başlar. Heykel’e doğru gidersek Osmanlı Bankası, Ziraat Bankası, Küçük Tiyatro, Tekel Binası, Akşam Lisesi; İş Bankası, Başvekalet binaları. Heykel’den aşağıya doğru: Birinci ve İkinci Meclis binaları, Sayıştay ve Ankara Palas. Bu binalar Ankara’nın tarihsel özüdür.

O ZAMANDAN KURGULANMIŞ

Aslında Cumhuriyet’in yeni mimari tarzı oluşturulurken, konunun çok iyi ele alındığı anlaşılıyor. Aydınlıkevler’den Çankaya’ya doğru uzanan direkt bir hat olduğunu hissedebiliyoruz. Belli ki o zamanlarda Jansen tarafından kurgulanmış ve halen (izleri paramparça) duran bir hat bu. Adım adım Kızılay’a doğru yükselir ve Çankaya’ya tırmanırken aklımıza şu gelir: Eski ile yeni, bir sarkacın iki ucuna yerleştirilmiş gibidir.


BÜTÜN CADDELER PARAMPARÇA EDİLDİ

Peki, bu tarihsel öz ve mimari çehre günümüzde nasıl bu hale gelmiş?
Ankara’nın tarihi arka planının iyi değerlendirilmediğini düşünüyorum. Benim bu konudaki eleştirilerim yalnızca Ankara için değildir. Benim tezim ‘Türkiye’de geçmiş doku neden tahrip edildi?’ sorusunun altından çıkar. Bunun iki nedeni var. İlki, Türkiye’nin gayrimüslimleri de içeren geçmişine tahammül edemeyen ideolojik tutum yüzünden 1950’lerden itibaren birçok yerde şehirlerin çehresi değişti. İkincisi, inşaat başlayınca da rant devreye girdi. Şehir planı, yükseklik esas alınarak yapıldı. Şehir, yatay ve planlı olarak gelişebilecekken dikey büyüdü.  Bu da işte şu sarkaca benzettiğim temel aks üzerinde, yani Atatürk Bulvarı’nda açıkça görülür. Kızılay’daki binalar otuz yılda dört kattan on dört kata çıktı. Arka sokaklardaki konutlarda da bahçeli küçük apartman konsepti değişti, otoparkı olmayan bitişik düzen apartman yaşamı başladı. Otopark yapılmadan inşa edilen bütün bu binaların nasıl kaotik bir düzen oluşturduğunu anlamak zor değil. Altı üstü, yetmiş yılda büyümüş bir şehirden söz ediyoruz. Bomboş alana bir şehri böyle anlaşılmaz bir labirent biçiminde kuran, kendi kurduğu binaları ve ormanları bile yok ederek şehri genişleten bir imar anlayışı dünyada bizden başka hangi ülkede görülür, bilemiyorum. Rant her yerde var da başka ülkelerde korumadan ödün vermeyen bilimsel, kültürel ve ahlaki bir çerçeve de var. Bu topraklar başka yerlere de benzemez üstelik. Ayağımızın değdiği her yerde kadim kültürlerin izi var, bu hoyratlık iyi bir şey değil.


 ‘SOKAKLARINI KORUYAMAYAN ÜLKE VATAN DEĞİL BARINAKTIR’

Sokakların Ölüm’ünde, ‘Sokaklarını koruyan bir ülkenin vatan olabileceğini düşünüyorum, sokaklarını yok eden bir ülkenin ise kanımca bir barınaktan farkı yoktur diyorsunuz’
Bir adım daha giderek, sokaklar bile istimlak edildi diyorum. Türkiye’nin sokaklarını, caddelerini yaklaşık yetmiş yıldır yöneten İnşaat Partisi tarafından. Bütün partilerin ortak partisidir o.

ULUS’U ULUS YAPACAK BİR PLAN YOK

Siz Ulus’un tarihsel dokusunun korunamadığını, Cumhuriyet Modernleşmesinin yarım kalmışlığı gibi yarım kaldığını söylüyorsunuz özetle. Bu bağlamda da yeniden üretildiğini ifade ediyorsunuz.
Ellilerden sonra yapılan yapılarda Ankara’ya özgü bir şey var mı? Yok. Oysa öncesinde bir sivil mimari var Kaleiçi’nde gördüğümüz. Hamamönü’nde kurtarmaya yönelik bir şeyler yaptılar ama bunlar bende etnoğrafya müzesindeki plastik bir ölgünlük olur ya böyle bir duygu uyandırdı. Oysa Ulus ve çevresinin korunması bir toplamın ürünü olarak ele alınmalıydı. Korumayı esas alan nazım planı yapılmalı ve Ulus’u Ulus yapacak bir plan tasarlanmalıydı. Yıkılmış binanın yerine yenisini yapmak doğru bir yaklaşım olmaz. Yeni bir bakış açısıyla eskiyi koruyan bir yaklaşım geliştirmeli, eskiye saygıyı bir kural haline getirmeliyiz. Oysa bildiğiniz gibi bizde geçmişi korumaktan çok yıkmak esastır, fakat bunun yanında da geçmiş abarta abarta övülür. İnsan kendi yaptığıyla övünürse ona hoş bakılmaz. Gerçek övgü, başkaları tarafından yapılandır. İnsan kendi yapıtını sözle değil, yaratıcı ve koruyucu tutumuyla beğendirebilir.
Anıtsal ideoloji meselesi var bir de sizin Ankara’yı ele alırken kullandığınız.
Aslında mimari ve heykel bağlamında kullandığım bir kavramdı o zamanlar. Sonra kapsamını genişlettim. Her toplumun mimari tutumunda böyle bir ideoloji saklı çünkü. Cumhuriyet’in ilk yıllarında  meydanlar, anıtlar ve hükümet konakları ekseninde bir şehir merkezi tasarımı varken, günümüzde şehir trafiğinin hızlanmasından dolayı AVM’ler ve yüksek binalar ekseninde bir anıtsal ideoloji göze çarpıyor. Bir de camiler bu anıtsal ideolojinin göstergeleri oluyor elbette.

OSMANLI’DA CAMİ HİYERARŞİKTİR

Cami demişken, Opera’daki camiyi nasıl değerlendiriyorsunuz. Hem mimari tarzı hem de Ankara’nın kendi tarihsel arka planı kapsamında?
Kocatepe Camii yapılıncaya kadar en az iki minareyle temsil edilen Selâtin camilerinin bir örneği Ankara’da yoktu. Şimdi düşünüyorum da, (Sivas ve Erzurum’daki gibi çifte minareler, Selçuklu dönemine ait olduğundan zaten sınıflama dışında kaldığı için) İstanbul, Bursa (Murat Hüdavendigar’ın yaptırdığı Ulucami), Şam (Sultan Selim’in yaptırdığı Selimiye), Mekke (Abdülhamit’in yaptırdığı Anberiye Camii), Manisa ve Edirne dışında çift minareli cami zaten yok. Halep’te ve Üsküp’te de görmüş değilim. Selatin Camilerinin bulunduğu yerlere dikkatinizi çekerim, rastgele yapılmadıkları açık. Nedeni şu: Buralar din için ya da siyaset sınıfı için önemli yerlerdir; ya şehzade şehridir, ya manevi anısı vardır ya da eski başkenttir de ondan sultan camileri oralarda yapılabilmiştir. Bundan da Osmanlı’da minarelerin belli bir hiyerarşiyi temsil ettiği rahatça anlaşılır. Yani o zamanlar bir paşa çıkıp “benim param çok istersem dört minareli cami yaparım” diyemezdi.
Peki, bu bağlamda Ankara?
Hiçbir zaman sultan şehri olmamış olan Ankara’ya dört minareli on iki şerefeli kubbeli sultan camisi kondurmak doğru değil.

TÜRKİYE’NİN CAMİLERİ TOKİ MİMARİSİNE TESLİM EDİLDİ

Kubbeli mimari formu ile inşa edilen sultan camileri tektipleşti. Diğer kentlere de inşa edildi benzer formda camiler. Yaygınlaşarak da sürüyor. Oysa her şehrin tarihsel dokusu ve mimari geçmişi farklılıklar içerir. Bölgelerin özelliklerine uygun, bir senteze varılmış cami bile yapamayanlar, boşuna inovasyon lafını ağzına almasın. Yapılana bir bakar mısınız, kendince bir mantığa dayanan ve İstanbul’a damgasını vuran cami formu TOKİ’ye teslim edilerek tek tipleştirildi. 21’inci yüzyıla uygun farklı bir mimari mümkünken Ankara’ya kubbeli sultan camisi yapmak hem İstanbul’un biricikliğini hem de Ankara’nın özgünlüğünü bozdu. Ulus’ta yapılan cami maalesef Osmanlı ruhunu belki uzaktan anımsıyor ama yansıttığı şey Ataşehir’deki TOKİ camiinin ruhudur.

Başkent Gazetesi, 12 Ekim 2017

Hikâyeleri Yeniden Yazmalıyız



Mualla Uçmaner

Gürsel Korat gençler için Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Kunday-Gölgeler Çağı’ adlı bir kitap yazdı. Orhan Kemal Ödülü sahibi Korat’la kitabını, gençler ve çocuklar için yazmanın zorluklarını ve hikâyeleri yeniden yorumlamanın gerekliliğini konuştuk.


Kunday bir gençlik romanı… Çocuk ve gençlik edebiyatıyla ilginiz nasıl? Kunday, edebiyatın bu yönüne duyduğunuz ilginin ilk belgesi olmasa gerek…

Elbette değil. Daha önce küçükler için “Pofkuyruk” ve “Bir Ayı Ne İster?” adlı iki kitap yazmıştım. Çocuklara hikaye anlatmayı seviyorum. Bu edebiyatla ilişkim, eğitim dünyasından olduğum için yüzeysel değil.

Kunday Anadolu hatta Orta Asya şaman geleceğinin izleriyle, mitolojik altyapısıyla örülü bir hikâye. Neyi amaçladınız Kunday’la? Artık unutulmaya yüz tutmuş hikâyeleri tekrar canlandırmak mı?

Hayır, hikayeleri yeniden yazmamız gerektiğini düşünüyorum. Eski dünyanın hikayelerinde ölçüsüz şiddet, erkek egemenliği, despotluğa övgü, kurnazlık gibi eğitsel açıdan çok sakıncalı şeyler var. Ben geleneğimizi alıp onun üzerinde düşünerek yeniden anlatıyorum. Yalnızca bizim masallarımız ve destanlarımızdan değil, Yunan ve dünya masallarından esinlerim de var. Çünkü dünyalılara masal anlatmalıyız, bizim mahallede oturanlara değil.

Romanlarınızdan da biliyoruz; tarihsel zemin kurgularınız için vazgeçilmez oldu her zaman. Peki bunu bir gençlik romanına uygularken neleri gözettiniz? Gençlerin tarihten sıkıldığını göz önüne alırsak zor bir işe kalkışmış sayılmaz mısınız?

Tarih anlatsam dediğiniz doğru olurdu. Bu sadece bir atmosfer. Hiçbir tarih bilgisi anlatılmıyor. Okuyucu, bu romanın tarih bilgisi içerdiğini bile düşünmeyecek. Yüzüklerin Efendisi bir tarih romnanı mıdır örneğin? Tıpkı onun gibi, bu masal için yarattığımız bir yerdeyiz, o kadar.

Romanın dili de aynı şekilde bir gençlik romanında beklenecek ve diğer romanlarınızı göz önüne aldığımızda daha ‘basit’. Bu çok iyi bildiğin bir işi o kertede iyi yapmamak gibi bir duruma benziyor. Romanlarınızdan dil hassasiyetinizi biliyoruz. Dilsel anlamda nasıl bir zorluk ya da kolaylıktı Kunday’la geçirdiğiniz süreç?

Gençlere yazmanın eğlenceli yanı, onların karmaşık bir kurguyu ve hızlı anlatılan bir öyküyü zekice bir dolantı içinde anlatılmasını beklediklerini bilmektir. Gençlere yazarken olay örgüsünün kuruluğuna karşı zeka ışıltılarını bulmaya ihtiyacı var insanın. Çok zorlu bir süreç bu. Yetişkilere yazmaktan farkı şu: Duygusal eğretilemeler ve insanın iç gözlem görece daha az.  Sadelik, evet basit gibi görünüyor ama sadeliği önce karmaşık olanı bulduktan sonra ortaya çıkarabiliyor yazar. Bu yüzden gerçekten zahmetli bir süreçti Kunday benim için.

Kunday bir serinin başlangıcı anladığım kadarıyla. Hikâye nerelere uzanacak? Nasıl bir dizi var kafanızda? Kunday okurunu nerelere sürükleyecek?

Kunday maceralarının ikinci kitabını tasarladım. Bu kez karanlık güçlerin saldırısı yeni bir aşamaya geçiyor: Gölgeleri yok etmek isteyen kara şamanlar geliyor.

Buna benzer farklı kitaplar da okuyacak mıyız sizden? Masanızda bekleyen bu tarz hikâyeler var mı?

Çocuklar için olacak ama yetişkilere yönelik olarak yok.

Son olarak; dünyanın pek çok mitolojisiyle ilgili usta işi filmler çekilirken, romanlar yazılırken Anadolu mitolojisi neden bir kenarda kaldı sizce? Yeterince zengin olmadığından değil herhalde…

Bir kenarda kalmadı ama bakış açısı eski olduğu için yeniliğin üzerine pek düşen olmadı. Tarihimizin minyatürle resimlenen hikayeler tarihi olduğunu unutmayalım. Bizim çocuklarımız hiper gerçekliğin çocukları. Yeni bakış işte buradan çıkacak: Minyatür değil, üç boyutlu resmi tasarlayan, kahramanı karakter derinliği içinde kavrayan yeni tip yazarlık gerekiyor. Bunu Kunday’da net bir şekilde göreceksiniz. Eski bakış açısından ve minyatür orantısızlığından çocuklara yönelik bir edebiyatın yükselmesini beklemek yanlıştır. Masallardan yararlanacağız ama yeni bir bakış açısıyla: Keloğlan başta olmak üzere bütün hile ve kurnazlık hikayelerini, din propagandası yapan metinleri, savaşı yücelten anlatıları şüpheyle karşılayacağız. Bunları insanlık sevgisiyle değiştirmek ve dünyamızı evimiz gibi korumayı öğreten bir anlayışa yönelmek zorundayız.


BirGün Gazetesi,  8 Haziran 2017

Kubbeli mimari Ankara'nın Mimarisini Yansıtmıyor


Salih Levent Uğurlu

Ankara Kalesi’nde Ankara manzaralı bir mekanda Gürsel Korat ile buluştuk. Sosyodrama’da Gürsel Korat ile Ankara’yı konuşacaksak bu mekan tam bize göreydi. Mekan seçimi elbette bilinçli bir tercihti. Ancakoturduğumuz yerin hemen karşısında bulunan, Selçuklu mimarisinin önemli örneklerinden Arslanhane Camii’nin röportajın can alıcı noktasını oluşturacağı aklıma gelmezdi. Gürsel Hoca, konuşmanın ortasında aniden bu güzel camiyi işaret etti ve Ankara kamuoyunun gündeminde uzun süredir yer tutan İller Bankası ve cami tartışmasına, Arslanhane Camii vesilesiyle farklı bir açıdan temas etmiş olduk. Bir gazeteci için de okuyucu için de önemli olan budur sanırım…

-Öncelikle bulunduğumuz bölgeden başlayalım. Ankara Kalesi ve çevresini değerlendirebilir misiniz?
Ankara Kalesi ve çevresi benim için iki anlam taşır. Birincisi, daha önceki uygarlıklara ışık tutması yönünden… İkincisi de kale çevresinde gelişen yeni Cumhuriyet algısı yönünden… Ben yazarlığımın yönelimleri nedeniyle daha çok birincil olanla ilgiliyim.
-Bir yazınızda Ankara Kalesi’ni Akropolis olarak değerlendirmiştiniz yanlış hatırlamıyorsam…
Evet. “Kent merkezi” ve “kale kent” anlamında bunu kullanıyorum. Bizim bütün coğrafyamızda, Yunan anakarasında ve belki biraz Suriye ve İran içlerinde Akropolis  mantığına göre kurulmuş şehirler vardır ama bu anlayışın asıl ruhunun bu topraklarda şekillendiğini düşünüyorum. Yüzyıllar sonrasında baktığımızda sanki bir el bütün tepelere Akropolisleri koymuş, sur içine şehirleri almış ve bir yaşam tarzı şekillendirerek bunları  bize miras bırakmıştır. Biz de isimleriyle beraber yüzyıllar boyunca bu şehirlerde yaşamışız. Türkiye’deki şehir adlarının istisnası pek az, bazıları son 100 yılda değiştirildi ama hepsi eski çağlardan kalma adlarıyla (Yunan, Latin, Ermeni) anılmaktadır. Bu şehir adları bizim tarihsel mirasımızdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinin adının da “Ankara” olması, yani tarihsel köklerden gelen bir isimle kullanılması çok önemlidir.
-Son dönemde Ankara Kalesi ve çevresinde yapılan düzenlemeler var. Birçok tartışmayı da beraberinde getirdi.
Yıkılmaması gereken yapıları yıkıp yerine cami yapan bir anlayışla burun burunayız. Bu başka bir ideolojik yaklaşım… Dolayısıyla konuyu buradan tartışmaya başlamalıyız. Türkiye’de şöyle bir sokak boyunca yürüyüp 1920’lere eksiksiz değme olanağı yok. Oysa Venedik’te 1220’lere bile değersiniz. Ankara Kalesi’nden aşağı inerken bir neo klasik görüyorduk. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarını ve daha öncesini temsil ediyordu. Oysa giderek bunlara rastlamaz hale geliyoruz.
Ulus’tan bahsediyoruz değil mi?
Ulus’tan bahsediyoruz. Bir üçgen var burada. Bu üçgen içinde bulunan yapıları korumanız gerekiyor. Bölgede ille yıkacağınız yerler olacaksa, Dışkapı’ya doğru giderken o yüksek katlı binaları yıkıp Roma Hamamı’na kadar olan alanı açmalısınız. Neden gelip İller Bankası’nı yıkıyorsunuz, cami yapıyorsunuz? Öte yandan, bu kubbeli mimari Ankara’nın mimarisi değildir. İstanbul’un, payitahtın siluetidir!
Bu nokta önemli… Yani Hergele Meydanı’na yapılan cami Ankara’nın mimarisini temsil etmiyor diyorsunuz…
Evet. Bakın, şu an Ankara Kalesi mevkiindeyiz. Karşımızda Arslanhane Camii ve onun külahlı türbesi var. İşte Ankara’nın gerçek silueti, camisi budur. Bir siluet oluşturacaksanız bunu hesaba katmalı, kubbeyle, modernle sentez yapmalısınız. Ağzımızı her açışımızda “Anadolu ağırlıklı olarak Selçukludur” diyorsak her tarafa Osmanlı’yı konduramayız. Çünkü Selçuklu’nun torunları Roma’dan mimari geleneği devir aldılar; onların yapmadığını siz buraya koymamalısınız.
Söylenenlerle yapılanların farklı olmasından kaynaklı tezat bir tablo görüyorsunuz o zaman…
Kesinlikle. Tam bu noktada biraz da fetih anlayışına değinmek gerekir. Mesela Ayasofya mimarisi nedir? Bazilikadır, kilisedir. Yani “Biz Ayasofya ve Aya İrini’yi elinizden aldık” dedik adamlara. “Bu mimari size yasak, bir daha böyle yapılarda ibadet yapamayacaksınız” dedik. Hal böyle olunca, Hristiyanlar 500 yıl boyunca kiliselerini başka formlar içinde yaptılar. Bundan Osmanlı çağında gelişen bir Hıristiyan sanatı doğdu. Biz ne yaptık? O kilise formunu aldık,  yeni katkılar ve düzenlemelerle Türkiye’nin en ücra köşesine kadar yaydık. Bunu eleştirmiyorum ben, tam tersine, ne olmuşsa olanı söylüyorum. Cami mimarisi bizim bu topraklarda karşılaştığımız Roma’nın formudur.
Yani hocam Türkiye’nin dört bir yanına kilise mimarisi mi yayıldı?
Osmanlı sentezinden geçmiş haliyle evet. Bunlar kilise değildir ama mimari belleğinde kilisenin geçmişi durur. Bakın biraz önce de söyledim. Karşımızda Arslanhane Camii var. Bu caminin mimarisi Selçuklu mimarisi olduğu için ve Osmanlı fetih anlayışını yansıtmadığı için beğenilmiyor, köhne gösteriliyor. Kubbeli minare daha emperyal gözüktüğü için bugün tercih ediliyor. Oysa kubbeli mimari İstanbul’un, Balkanlı geçmişimizin siluetidir. Bu mimariyi Üsküp’de, Balkanlarda ve Edirne’de görebilirsiniz. Bursa’da bile olaya dikkatli bakmak gerekir. Bursa’da Ulu Cami’nin eski mimari hatıralarını yok etmeden korumuşlar ve kubbeler yapıp üstünü kapatmışlardır. Kayseri’deki camilerde de aynı durum söz konusudur. Eski mimariyi yok etmeden kubbeler yapılmıştır. Osmanlı’nın bozmadığını bizler ne hakla bozabiliriz?
Şuna açıklık getirmek gerek sanırım. Hergelen Meydanı’nda İller Bankası’nı yıkarak yerine inşa edilen kubbeli cami, Selçuklu ve Osmanlı mimarisini yansıtmıyor. Doğru mu anlaşılıyor?
Doğru. Yansıtmıyor… Bence Ayasofya’dan sonra oluşmuş sentezi gösteriyor. Herkes Ayasofya’ya baksın sonra da diğer camilere baksın. Camilerin hepsi Ayasofya’nın izdüşümüdür. Bu gerçekleri neden konuşmuyoruz? Jüstinyen çağından kalma bir kilise modeliyle neden her yere cami yapılıyor? Bu  yapılar zamanında İstanbul’a yapılmış ve beş yüz yıllık süreç içinde çeşitlenerek farklılaşmıştır.  Dolmabahçe’ye bakın, Tophane Nusretiye’ye bakın, Cihangir’e bakın. Osmanlılar da hep aynı cami biçiminde ısrar etmemiş. Şimdi şu çağda, erken Osmanlı çağı camisinin modellenmesi anlaşılır gibi değil.
Osmanlı’yı yeniden anlamak gerek o halde?
Osmanlı’yı anlayacaksak tarihe bilerek bakmak gerekir. Osmanlı’da yaratılmış birçok mikro kültür vardır. Osmanlı’yı modern devlet gibi tasavvur edemezsiniz. Modern devlette nasıl millet duygusu, tek kültürlülük varsa Osmanlı’da da öyle olduğunu zannedemezsiniz… Osmanlı İmparatorluğu’nu özleyenler, nüfusunun yüzde 40’ı Hıristiyan olan o toplumu değil hayali bir şeyi özlüyordur.  O toplum Türkçenin Yunan, İbrani, Ermeni ve Arap harfleriyle yazıldığı, başka kültürlerin kendi dillerinde ve dinlerinde yaşadığı bir başka bir ülkeydi. Onu geri getirmek Ankara Kalesi’ndeki sinagogu, Ermeni mahallesini ve kiliseleri yeniden getirmek  anlamına gelmez mi? Rumlar, Mevlevihane, Halveti Dergahı, Bektaşi dergahı... Bütün diğer tarikatlar... Bunlar geri mi gelecek?  Geçmiş başka bir ülkedir, gelmez . Üstelik oraya gidilmez de. Sadece sahtesi yapılır. Benzeyeni değil.
Anlaşılan muhafazakarların ciddi bir sorgulama yapması gerekiyor.

Türkiye’de muhafazakar yok… Ben bunu eskiden beri söylüyorum. Türkiye’de muhafazakar olmadığını geçmişi muhafaza eden bir anlayışın olmayışından çıkarıyorum. Eğer muhafaza edilmiş olunsaydı Türkiye’deki şehirler bir şekilde korunmuş olurdu. Ama öyle değil. Nereden bakarsanız bakın, özellikle 1950’den itibaren yani Demokrat Parti’nin belediyecilik anlayışıyla olan oldu.  O tarihten beri şehirlerin ortasından dozerlerle geçiyorlar. Yıktıkları yerlerin adlarını da Vatan Caddesi, Millet Caddesi koyuyorlar. Buralardan rant ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yıllar içerisinde muhafazakar kavramı, siyasal olarak sağcı ama kavramsal olarak mutaassıp olan bir noktaya geldi. Türkiye’de muhafazakar yoktur, mutaassıp vardır.

Gazete Ankara Keçisi Sayı 5 Ağustos 2017

İpekli Mendil'e Yanıtlar


Yazıyla geçen bir gününüzü nasıl programlarsınız?
Bunu tam olarak bilmiyorum. Program yapamam. Standardım yok. Yazı benim efendim değildir ama ben yine de kölelik etmeyi severim. Yani zamanın nasıl 
kullanılacağını yazı yazdığım zamanlarda bilemem. Ya vücudum isyan eder, ya da o aşamada yazacak bir şey kalmadığına ikna olur, günü tamamlarım.

Çalışırken olmazsa olmaz ritüelleriniz var mı? Varsa nelerdir?
Çay ve kahve içerim.

Müzik dinleyerek çalışabilir misiniz? En çok ne dinlersiniz?
Bazen. Klasik müzik önceliğimdir. Schubert, Brahms, Mozart ve Beethoven olmazsa olmazlarımdır. Jazz ve rock sonra gelir.

Çalışmaya kâğıt kalemle mi başlarsınız yoksa bilgisayarda mı yazıyorsunuz?
Defterlere not alır, biriktirir, sonra çalışmaya başlarım. Not aldığım defterleri unuttuğum çok olur.

İlham gerçekte var mı? Varsa sizinki nasıl geliyor?
İlhamı tavuskusuna benzeten Mayakovskiden yanayım. lham eğer bütün izlenimler, esinler ve bilgiler arasında estetik bir bağ kurmaksa, vardır. Başka türlü tanımlanıyorsa bu, “bilmiyor ama söylüyor” zırvalığına varır. Daha ileri gideyim, ilham o durumda gölge unutulmuş bir mandadır.

Bir fikrin iyi olup olmadığını nasıl anlarsınız?
Benzersizliğinden.

Dönüp dönüp okuduğunuz şairler yazarlar kimler?
Nazım, Cemal Süreya, İlhan Berk, Turgut Uyar ve Edip Cansever; şairlerimdir.
Tolstoy, Çehov, Dostoyevski, Proust, Balzac, Zola ve Borges; yazarlarımdır.

En sevdiğiniz öykü/öyküler/öykücüler hangisi?
Gogol’ün “Palto”sunu saymadan başlamak olmaz. Aklıma ilk gelen sevdiğim öyküler dizisi şöyle: Dino Buzzati: Colombre, Çuniçiro Tanizaki: Sazende Şunkin, Poe: Maelström’e Düşüş, Sartre: Duvar, Osman Şahin: Beyaz Öküz, Ethem Baran: Evlerimiz Poyraza Bakar ve Cemil Kavukçu: WLO Üyesi. Ayrıca yazar olarak H.G. Wells, Cozette, Hawthorne, Henry James, Agotha Kristoff ve Borges ilham vericidirler.

Şu an ne okuyorsunuz?

Meville: Veranda Öyküleri.


29 Nisan 2017, Eda Yavaş