Aksaray'da Vatan ve Millet caddeleri henüz açılmış, 1950 sonları.
Daha kentlerle ilgili duyarlıkların başlamadığı bir dönemde, 1997 yılında “Kayseri’de ve Şehirlerimizde Sokakların Ölümü” adlı kitabı yayımlamış ve o dönemde kentlerden sokakların silindiğini, bulvarlar ve caddelerden oluşan kentlerimizin yaşanmaz hale geldiğini söylemiştim. “Bir ülkenin sokakları yoksa orada özgürlüklerden söz edilemez, çünkü bütün özgür ülkelerde sokaklar korunmuştur; hızla yüksek binalarla dolan ve artık bundan ibaret kalan şehirler özgürlük vaat etmez” demiştim. Bu kehaneti yazalı yirmi iki yıl oldu.
Sokakların yok edilişi niçin özgürlük vaat etmez, çünkü orada geçmişin izlerini silmek için bir yarış vardır ve maalesef bu yarışta sokak sakinlerinin rızası alınmaz. Kimseyi dinlemeyen bu inşaat diktatörlüğü maalesef rantın ve ekonomik çıkarın yüksek kulelerinden aşağı bakar ve orada sözü dinlenmeye değmez bir kuru kalabalık görür.
Bu ülkede korumacılığın ne yazık ki muhafazakarlıkla bir ilgisi yoktur. Kent ve çevre korumacılığı konusundaki vahim hatalar muhafazakarlar tarafından yapılmış, çılgınlık boyutuna ise Menderes döneminde ulaşmıştır. 1950’lerde İstanbul belediyesi ve bütün taşra belediyeleri büyük bir eski zaman tasfiyesi yapmakla meşguldü. Bu tasfiye İstanbul suriçinde bile ranta kapı araladı, Türkiye mimari eksenini yitirdi. Bugün hiçbir şehrimizin özgün ve ayırıcı mimarisi yok, bunun sorumlusu da ülkenin son yetmiş yıldaki yöneticileridir, başkası değil.
Dolayısıyla Türkiye’de şehir, mimari özgünlüğü kalmamış bir ekonomik birimdir benim için. Mahalleler artık sitelere dönüşmüştür. Sokaklar ölmüş, evler ise TOKİ standardlarında birer çekirdek aile birimi haline gelmiştir.
Aksaray yıkılmadan önce. 1956 Fotoğraf: Ara Güler
Bu nedenle “şehir” denince romantik sözler etmeye çalışan sağcı entelektüellerin bir yıkım ve yağma olmamış gibi geçmişi özlemesini şaşkınlıkla karşılıyorum. Ya olayın farkında değiller ya da sorumluluk paylarının. Çünkü şehirler talan edilirken söylenmiş hiçbir sözü olmayanların, sonradan konuşması hiçbir içtenlik ve sahicilik içermez. Bu şehirler dozerlerle talan edilirken onları durdurmaya çalışanlara kulak tıkayanların hangi hakla şehirler hakkında konuştuğu doğrusu merak konusudur.
Açıkça ve kırıcı olacak bir biçimde söylemeliyim ki, kendimi içinde doğup büyüdüğüm ve yıkılmaması için canımı dişime takarak savaştığım Kayseri’ye ait hissetmiyorum. Çünkü o şehir ben daha kırk yaşıma gelmeden bütün eski mekanlarını yitirmişti. Kayseri’ye “güzel şehir” diyenlere öyle kızıyorum ki, anlatamam. Çünkü ben o şehirde dağlar ve birkaç eski tarihi yapı olmasa, doğru yerde olduğumdan asla emin değilimdir. Bir insan daha yaşarken doğduğu şehrin hiçbir sokağı, caddesi mahallesi kalmamışsa neyle avunabilir? O güzelim tarihi evleri bir gecede dozerle devirenlerin insafı ve vicdanı yitirdiklerini çoktandır düşünüyorum; dolayısıyla bende muhafazakar sözcüğü anlam kaymasına uğramıştır: Onlar bana yağmaya ve yıkıma alışmış hayaletler olarak gece oldu mu hep şehirlerimizin üstünde geziniyorlarmış gibi gelir.
Gündüzleri aradığımız bir yeri bulamıyorsak, nedeni budur.