İnşaat Rejimi Enkaz Altında

 

Sinasos'ta Ayios Vasileos Kilisesi'nin ve "koruma altındaki" çevrenin 2022'deki durumu


Röportaj:

Kerim Can Kara & Ulaş Bager Aldemir

 

 

GÜRSEL KORAT


 

1.    Funda Şenol Cantek’in 2006 yılında editörlüğünü yaptığı Sanki Viran Ankara’da yayımlanan ve bu söyleşinin adına da ilham veren, “Bir Toplu Konut: Ankara” başlıklı yazınızda şöyle demiştiniz: “Ankara, her ne kadar birlik, hilal, sancak gibi sözlerle askerî düzeni kutsasa da, şehirlilik bilinci ve ahlâkından yoksun olanların yarattığı bir rant cehennemidir. Burası tüm şehirlerimiz gibi inşaat partisi tarafından yönetilir ve programında öncelikle din, millet, bayrak gibi sloganlar yer alır. Bu sloganlar her türlü yolsuzluk iddiasının panzehiridir; bütün eleştiriler vatan hainliği suçlamasıyla kolayca püskürtülür.” İnşaat Partisi derken tam olarak nasıl bir örgütlenmeyi kast ediyorsunuz? Ayrıca İnşaat Partisi olarak adlandırdığınız örgütlenme, dünden bugüne nasıl bir dönüşüm geçirdi, 6 Şubat depremleriyle nasıl bir ilişki içinde ve AKP bu süreçte neyi temsil ediyor?

 

Antik Yunan çağında savaşlardan sonra ölüleri toplar, hepsini saygıyla dizer ve bir toplu mezara gömerlerdi. Tanrılara yakarılarla biten bu törenin sonunda bir tümülüs oluşur ve herkes oranın önem verilen, saygıdeğer ölülere ait olduğunu bilirdi. Şimdi ise evler bir depremde höyüğe dönüşüyor, insanlar diri diri toplu mezarlara gömülüyor, saygısızca hakaretlere uğruyor.

Depremden sonra çöken apartmanları, enkazı, kurtarılamayan ölüleri, hiçbir saygı gösterilmeden ölüme terk edilenleri, yardım ulaşmayanları, çaresizliği söylemeyi bile yasaklayanları, yardım kuruluşlarını şirket haline getirenleri, daha depremin üçüncü gününde yurttaşlara acilen konutlar yapılacağını söyleyip yine İnşaat Partisi’ni harekete geçirenleri unutamayız. Böyle bir şey ölüm üzerinden ticareti akla getirir.

İnşaat Partisi kanımca tek bir siyasal parti değildir; her partide “uyuyan hücreleri” bulunan, iktidar değişse bile hep rant elde edebilen özel bir türdür ve dünya mimari literatürüne “canlı canlı insan gömülen tümülüsleri yapanlar” olarak girmiştir. Bilim ışığında yürütülen mimari çalışmaları terörizm etkinliği sayar ve işten el çektirir. Böyle bir şey, incelemeye bile değmez, utanç vericidir. Her kim ki böyle bir davranıştan yanadır, halkın yaşama hakkına karşı koymuş demektir.

 

 

2.    İnşaat Partisi, kuşkusuz ki “emek yoğun” yapılaşmaları önceleyen İnşaat Kapitalizmi’nin bir parçası. Peki İnşaat Rejimi küresel kapitalizm ve emperyalizm bağlamında nasıl bir anlama sahip? Öte yandan İnşaat Kapitalizmi, Marksist açıdan düşünecek olursak; üretici güçleri geliştiren bir üretim ilişkisi mi, yoksa kapitalizmin çürüme aşamasına tekabül eden gerici bir örgütlenme mi? 

 

Bu “partinin” ajandasını, kimlerden kredi alıp yatırım yaptığını bilmiyorum. Zaten bizim gibi insanlar bu kişilerin parayla kurdukları ilişkiyi tahmin bile edemez. Doğrusu ben aylık gelirimdeki ufak artışları mutlulukla hayatıma ekleyen yalın ama sevgi dolu bir yaşam sürdürüyorum. Oysa paraya para demeyen bu insanların mutsuzluğu yarattıkları yıkımdan anlaşılıyor. Sorduğun şeye bu nedenle dosyalar ve dekontlarla cevap veremediğim için üzgünüm.

Küresel kapitalizm 1930’a gelindiğinde kendine özgü bir tek şehir bilirdi, bu da New York’tu. Büyük gökdelenleri, dar sokaklarıyla bir şehir değildi de onun anıtı gibi bir şeydi. Sevilesi değildi, özel koşulların ürünüydü, benim sözlerimle “uygarlığa bir tahammül biçimi olan apartman” fetişi üzerine kuruluydu. 

Dünya kredi sistemi 1974 krizinden sonra özellikle elinde petrol ve hammadde bulunan ülkeleri hizaya sokmak için inşaat kredileri vermeye odaklandı. Özellikle Arap ve Uzakdoğu sermayesi “oltaya gelerek” inşaat fetişiyle kalkınmacılığı aynı zanneden bir ideolojik sersemliğin tuzağına düştü. Böyle bir şey teknoloji-yoğun bir yatırım düzeninden çok, emek-yoğun bir yatırımı gerektiriyordu ve istihdama destek oluyordu. Üstelik kâr oranı öyle yüksekti ki elinde para olup da bu alana girmemek enayilik gibi bir şeydi. Dahası, inşaatları yapmak için karmaşık teknoloji zinciri de gerekmiyordu, bu nedenle her taraf betonla dolmaya başlayabilirdi. Bunu özellikle Arap ülkelerinin inşaata düşkünlüğünden anlayabiliyoruz. Bu ahlâksızlar, Mekke’yi betonlaştırdı, daha ne denebilir ki? Bir de İslam’ın ilk örneklerine göre yaşamayı savunan Vahhabilik ideolojisini pohpohlayıp soru sormayı, akıl yürütmeyi durdurdular. Betonlar peygamberin sünneti miydi de bunu insanlara reva gördüler, bilinmez. Bu arada petrol üretmeyen, tarım alanlarından başka hazinesi olmayan Türkiye de aynı kumpasa neden kurban gitti, bunu anlamak zor. Herhalde pırasa, armut, incir, zeytin ve portakal gibi şeyler üretmek, gelişmeyi endüstriyel kirlilik yaratmak sananların ağırına gitmiştir. Buralarda maden açmak, tarım alanlarını köstebek gibi delip yüksek teknolojiye hammadde sağlamak gelişmişlik sanılmıştır. Böylece en az yedi yüz yıllık sofistike mimarlık tarihimiz şu çağda fütühatçılığı bir şey zanneden ergen kibrinin kurbanıdır. “Şehir, şehir!” diye bağıran sağcı mimarlık terennümlerine bu saatten sonra zerrece hürmet edilemez. Bakın artık New York dünyaya ihraç edilmiş durumda. Singapur, Malezya, Doha, Kuveyt, Wuhan, Pekin, Abu Dabi, Hong Kong gibi yerler New York’u belki de geçtiler. İlginç bir biçimde İstanbul da ve ülkemiz de bundan payını aldı. Para kazanmak isteyen herkes bulunduğu yeri betonlaştırmaya başladı. Apartman yetmedi, alışveriş merkezleri koca siteler halinde yapıldı, elektrik yüzünden ve doğal hayatın dışına çıkmaktan ötürü insanlar bilmediği hastalıklara tutuldu. Son pandemi bunun açık bir örneğidir. Göller kurudu, teknoloji tutkunluğu yüzünden yüzölçümü Türkiye kadar olan Aral Gölü Orta Asya’dan silindi, Urmiye ve Van Gölleri tehdit altında. Son romanım Uyku Ülkesi’nde şehirlerin her türlü beton fantezisinin deneme alanı olduğunu ne yazık ki hiç eğlenemeden yazdım. Şehirler insanca bir barınak olmaktan çıkıp insanın kaçmak için can attığı üretim birimleri haline geldi. Üretim öyle bir fetiş oldu ki Pekin’de hava kirliliği azalınca üretim düşüyor ve yönetim hava kirliliğinin artışına aldırmadan üretim yapmayı sürdürüyor. Zaten fabrikadan ayrılmadan çalışan köle-işçileri Çinlilerden öğrenmiştik; dolayısıyla İnşaat Kapitalizmi insanlıkdışı konut yığınlarından oluşan Çin şehirlerinin adeta alameti farikası oldu. Böylece şehirlerden ayrılmanın yasaklandığı bir dünyaya doğru ilerliyoruz: Dünya kırsal alanlarını ve tarımı kaybetmek üzeredir. Bu, insanlığın felaketidir, Çin kaynaklı “köleci kapitalizm”in ürünüdür. Önümüzdeki yıllarda kapitalizmin bu çeşidini daha çok işiteceğiz. Şüphesiz ki, insanlık var olmak istiyorsa bu keneden kurtulmak zorundadır.

İnşaat Rejimi tüm dünyayı yok etmek pahasına tarım alanlarını kemiriyor. İnsanlık yararına olmayan, yalnızca üretimi hedefleyip üretim kirliliğini aklına getirmeyen bir çılgınlık kurumsallaştı. Dolayısıyla inşaat kapitalizmi kendi kendini çürüten bir üretim düzeninden ibaret: Hayatın doğrudan gösterdikleriyle bile rahatlıkla söylenebilir ki, inşaat rejimi yarattığı şehirlerde yaşayamıyor. Beton pompalayan bu düzen tarım alanlarını yok ettikçe, distopya görünür oldu. Ya kurtulacağız ya da geri dönülmez adımlarla bu batağa saplanacağız.. 

 

3.    Mimari, egemenler için kuşkusuz ki ideolojik bir terkip. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında da geçerliydi. Peki sizce bu 100 yıllık süreçte mimarinin ve kentlerin ideolojik terkibi nasıl bir seyir izledi?

 

Ülkemizde 1950’lerden beri hızlı ve bilinçli bir eskiyi yok etme programı uygulanıyor. Bu amaçla şehrin belleğini tarümar eden bir mantıkla yollar açılmış ve hızla bütün anıları silen bir yeni inşaat düzeni ortaya konulmuştur. Yetmiş beş yılda gelinen nokta şudur: Bu ülkede yüzyıllarca Hıristiyanlarla beraber yaşanmamış ve sanki böyle bir şey yalandan ibaretmiş gibi bütün mimari gelenek çöpe atıldı ve her yerinden inşaat filizleri fışkıran, ahlaksız rant düzeni bunun yerine kondu.

Herkes artık açıkça görmeli, İslam’a ait olmayan tarihsel yapılar öncelikle yok etme stratejisinin bir parçası olarak ideolojik gerekçelerle yıkıldı; sonra İslam mimarisi de dahil her şey “yatırım” ve “getiri” sözcüklerinin büyülü etkisiyle yok edildi. Sonuç olarak bu ülkedeki binalar, pencereleri ve dış yüzeyiyle aynı, yapısıyla çürük ve mantığıyla doğa düşmanı bir düzenin asıl göstergesi oldu. Şehirler tarım alanlarına yerleşti, en başlıca rant kaynağı konut oldu ve bu sayede Edirne’den Hakkari’ye kadar uzanan şu coğrafyada kendine özgü bir karakteri olmayan, bir örnek, zevksiz konut düzeni hayatımıza yerleşti.

1996 yılında daha bu işler hiç konuşulmazken Sokakların Ölümü adlı inceleme kitabını yazmıştım: Orada sözünü ettiğim şeyler maalesef bir bir ortaya çıkıyor, ama ne yazık ki benim gibiler yalnızca söz söylemiş olmakla kalıyorlar. Vicdan sahibi insanların duruma el koyması gerekir, çünkü hepimiz bu ülkede yaşıyoruz ve hepimizin şu ya da bu nedenle yıkıma aday olan binalarda yaşayan bir yakınımız var. Artık kamu vicdanı harekete geçmelidir, konutlar bireysel insiyatiflere bırakılamayacak nitelikteki toplumsal varlıklardır. Bu nedenle gelin her bölgenin mimari özelliklerine uygun bir yapılaşmanın başladığı bir dünya hayal edelim. Verili mimari çehreyi reddedelim. Tüm şehirlerimizde yerel geçmişi sentezleyen, ayırıcı mimari yapılar bulunmalıdır. Her şehrimizi bu özellikleriyle parmakla göstermeliyiz. 

Ülkemizde İtalya ve Yunanistan’dan bile daha fazla bir tarihi derinlik var; özellikle İtalya’daki çevre bilinci ve şehir korumacılığının zerresi bu topraklarda yok.  

 

 

4.    Daha önce Sivas Yangını dolayısıyla Gecekonduların Öcü’nü yazmıştınız. Gecekondu meselesini kuşkusuz ki 12 Eylül’le ilişkisi bağlamında da düşünmek gerekir. Bir dönem devrimcilerin örgütlenme alanları olan gecekondu mahalleleri, 12 Eylül’den sonra büyük ölçüde Ülkücü ve İslamcı çetelerin eline geçti. Siz bu siyasal eksen kaymasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 6 Şubat depremlerinde enkaz altında kalan İnşaat Rejimi, tam da bu siyasal eksen kaymasından beslenerek gelişmedi mi?

 

Gençliğimde gecekondu yapmak isteyen halka amelelik yaparak onları konut sahibi haline getiren bizi, devrimcileri anımsıyorum. Bu davranışımızı basit bir halk dalkavukluğuna çeviren şey, gecekonduların yasallık kazanması ve buralara otuz kırk katlı blokların yapılması olmuştur. Dün devrimcilerden briket, çatı, elektrik için yardım alan kent yoksulları, birdenbire kent rantiyeri haline geldiler. Gecekondululara yardım ederken mütevazı bir evde yaşayan ve toplumsal adalet için kavga eden bizler yine aynı evlerde yaşamaya devam ettik. Belki de bu yüzden bugünün rantiyerleri bizi hayalci ve ahmak buldular. Şüphesiz ki öyle olduğu anlaşılıyor; hayallerimizi onlar için kurmuş olduk ve gecekondulara taşıdığımız her briket inşaat rejiminin ekmeğine yağ sürdü: Buralarda “kentsel dönüşüm” adı altında rant dönüşümü sağlandı ama acısı yine halktan çıktı. Öyle bir rant düzeni ki bu, yalnızca halkı savunanlar ve halk bedel ödüyor, ne yazık ki hapishane ya da tabut yapanlara bir şey olmuyor. 

1993 Sivas Yangını’ndan sonra gecekondulara sahip çıkanlar Türkiye’yi islam sosu bulaştırılmış bir lümpenlikle bugüne kadar idare edebildiler. Şüphesiz gecekondular kendilerine taş taşıyan solculardan intikam aldı, kendine mezar hazırlayanlara ise oy verdi. Bugün işte sadece yirmi yılla açıklanması yetersiz olan, yetmiş yıllık bir rant düzeninin öcü hepimizden çıkıyor. Olan yine halka oldu. Bakın, İnşaat Partisi’nin bütün elemanları ellerini oğuşturarak olanı biteni bir kenardan izliyorlar çünkü kendilerine en az iki milyon konutluk alan açıldı. İşte buna artık dur demeliyiz. Para için her şeyi yok eden bu vicdansızlığın sonunu şimdi getirmeliyiz. Bu kadar zulüm yeter.

  

Ayrıntı Dergi Sayı 43 

Nisan 2023