Toplum ve Bilim 145. Sayı'nın Kapağı
Bir
romanı okurken yazarın “hangi karakterin içine saklandığını” düşündüğümüz
zamanlar çoktur. Bunu “bir yere kadar” olağan sayarız. Fakat yazar hem asal
karakterle benzeşir ve hem de o karakteri kendi kuklası yaparsa roman çekilmez
bir hal alır. İşte böylesi basit bir düzeye gönül indirmeyen yazarlar kendi
ruhsal dünyalarını ve eylemlerini ayrıştırıp yarattığı karakterler arasında
bölüştürür. Sağlam bir edebi yapıtta yazar bir kişide görünmez; bütün kişilere
ve cinsiyetlere dağılmıştır. Üstelik yazar anlattığı kişilerin “yanında” yahut
“karşısında” değildir; yalnızca yarattığı karakterlere mesafelidir, o kadar. Bu
mesafe, yazarın kendi benliğiyle romandaki karakterlerin ruh dünyasını ayırmak
için zorunludur.
Yazarın
karakterlerin cinsiyetine mesafesi de çok büyük önem taşır. Bir romanda erkeğin
yüceltilmesi ve aşağılanması gibi, kadının yüceltilmesi ve aşağılanması da
kabul edilemez. Cinsiyetçiliğin reddi, yazarın tüm insanlık adına
konuşabilmesinin bir gereğidir. Üstelik cinsiyetçilik yalnızca heteroseksüelliğe
bakışla sınanmaz, eşcinselliğe ve diğer kimliklere yaklaşım, özellikle bu
konudaki tutum, yazarın mihenk taşıdır. Yazar hangi cinsel kimliği taşırsa
taşısın, diğer kimlikleri yerme yahut yüceltme hakkına sahip değildir. Bir cinsel
kimliğin diğerlerinden üstün tutulmasına varan bütün biliş biçimleri
cinsiyetçidir. Bu nedenle yazarın hiçbir cinsiyeti temsil etmeksizin, bütün
cinsiyetleri içeren ve hiçbiri olmayan bir cinsiyetle sanatsal eylemini
gerçekleştirmesi (buna “nötr cinsiyet” diyorum) çok önemli bir davranıştır.
Bir
romanda yazarın gerçekte ait olduğu cinsel kimliği temsil eden bir
anlatıcılıkla kendini sınırlaması yetersizlik işaretidir. Yazar romanındaki
bütün kimliklere dağılabilirse çoğullaşır ve heyecan verici hale gelir.
Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da
her cinsiyetin ötekinde varolduğu biçimlerin, yani erkeğin biraz kadın, kadının
biraz erkek olduğu kırma hallerin yaratıcılığa katkısı hakkındaki önermesi
roman yazarının hiç aklından çıkmasa yeridir; çünkü cinsiyet konusundaki kabuller,
dile saklanmış söz alışkanlıkları, kalıpyargılar ve eylem tanımları olarak hep
hazırda durmaktadır. Bununla mücadele etmek, özellikle kadın özgürlüğünü yok
etmek için elbirliğiyle harekete geçmiş olan eril, dinsel ve siyasi tahakküme
karşı gerçek bir insanlık ödevidir.
Romanda
erkek olmanın, erkek kimliği içinden konuşmanın zor olmadığı bir gelenekten
geliyoruz. Bütün edebi tarih neredeyse bunun üzerine kurulduğu için, kendi
deneyimlerimden de bildiğim kadarıyla, erkeklik bilincinden sıyrılıp yazmak -özellikle
erkek yazarlar için- zorlu bir deneyimdir. Bu konuda yazarlar kendi zihin
yapılandırılmışlığıyla içtenlikle savaşan kişiler olmak durumundadır. Bu,
gövdesi kadın, düşüncesi eril olan kadınlar için de geçerlidir.
Bütün
arkaik dramatik yapının erkek maceralarıyla ilgili olduğunu, özellikle yazının
icadıyla yan yana yürüyen tarihin eril nitelik taşıdığını ne zaman anlatsam, bu
bilgi, öğrencilerimde daima şaşkınlık uyandırmıştır. Tarihsel olarak kahramanın
erkek olduğunu göstermek, buna alışmış zihinlerde bile kırbaç etkisi yaratır;
kadınları kıskanç ve budala bir güzellik düşkünü olarak betimleyen eski
masalları tek tek gösterinceye kadar, erkek egemenliğine öfke duyan kız
öğrencilerimin bile bunlar üzerinde kafa yormadığını görmüş ve ben de buna çok
şaşmıştım.
On
beş yıl kadar önce Pamuk Prenses’i Osmanlı sarayına uyarlarken soytarı İbiş’in
padişaha kız babası olduğunu haber verdiği bir sahne yazmıştım. Padişah müjdeyi
getiren soytarıyla alay ediyor, kinayeli bir dille “dile benden ne dilersen”
diyordu. Sarayda bir kız çocuğu neydi ki, olsa olsa bu kötü bir haberdi ve
İbiş’in de yapacağı üzere, güldürme fırsatı olarak kullanılabilecek sıradan bir
olaydı. O zamandan bu yana masallarda, maceralarda ve romanda cinsiyetlerin
konumuyla ilgili duyarlılığım keskinleşti ve hatta bu konuda özel bir dikkat
edindim. Pamuk Prenses, Keloğlan, Deli
Dumrul, Hansel ile Gretel yahut Kırmızı
Başlıklı Kız hakkında yapılan bütün cinsiyetçilik eleştirileri çok
değerliydi ve bir yazarın insanlığa ve özellikle çocuklarımıza güzel bir
dünyayı yeni bir cinsiyet bilgisiyle anlatmak gibi bir borcu vardı.
Geçmişin
bilme biçimleri üzerinde çok düşündüm; hep övgüyle anılan Binbirgece Masalları’na, İlyada’ya,
Odesa’ya, pek çok eski zaman
destanına ve din kitaplarına bu gözle baktım. Zaman içinde öyle hassaslaştım
ki, bir şeyi överken asla “masal gibi” demedim; masal, gözüme zalimce ve erilce
bir hayal oyunu gibi görünmeye başladı. Masalın eski dünyaya özgü hükümran
dilini ve cinsiyetçi yapısını dönüştürmeden hayalin ve düşsel kahramanların
güzel olacağına inanmaz oldum.
Bu
nedenle ne zaman çocuk kitabı yazacak olsam cinsiyet rolleri üzerinde özel bir
dikkatle durdum, hatta Kunday’da
olduğu gibi çatışmayı “oğlanın kızı kaçırması” biçiminde değil de, “kızın
oğlanı kaçırması”yla kurdum.
Elbette
benim gibi tarihsel roman yazanların, kadının tarihteki konumuna bakıp sıkıntı
çektiklerine şüphe yoktur. Nedeni çok açık: Geçmiş çağları anlatırken özgür
kadın karakterleri oluşturmak çok zor. Bir fantastik tarih romanı anlatıcısı
olsaydım, kesinlikle bu zorluğa başkaldırırdım; fakat yine de uygun bir
başkaldırı zemini buldum ve Güvercine
Ağıt’ta Gülbeyaz’ı, erkek dervişlerin dışladığı bir kadın tekke şeyhi
olarak anlattım. Gülbeyaz, o dönemin kadın davranışlarına da düşüncelerine de
itiraz eder. Bu düşünceleriyle Derviş Saruca’nın kadınlar ve aşk konusundaki
kabullerini kökünden sarsar. Saruca, kadının aşkıyla dönüşür ve dervişliği
yadsır, fakat onları trajik bir son ayırır.
Kalenderiye’de erkeğin cinsiyet
rolünü düşündürecek bir yol izledim: Bahri Paşa, cariyesi Perizad’ın bir başka
erkeğe âşık olduğunu anladığında, ona olan aşkının sınavından büyük bir ruh
olgunluğuyla çıkar: Perizad’ı yasaklı olduğu için istemeyen ama aşkından
inleyen Derviş Yusuf’u ikna etmek için öyle çabalar ki, bu davranış bildiğimiz
hiçbir erkeklik kalıbına uymaz. Çok sevdiği kadını, başka erkeğe tutulduğu
zaman destekleyen ve bunu aşkı için yapan bir erkek, toplumsal yaşamda belki
istisnadır.
Eşcinsel
aşkı anlattığım Yine Doğdu Tanyıldızı’nda
eşcinsellik hakkındaki cinsiyetçi nitelemelerden uzak durmak için titizlikle
çalıştım. Zembilli İshak’a “erseven er” sıfatını bulduğum zaman aklımdan
öncelikle bu ifadenin cinsiyetçi yükü olup olmadığını tartmak geçti. Enine
boyuna düşündükten ve bu ifadenin cinsiyetçi bir yük taşımadığına inandıktan
sonra kitabı editöre yolladım.
Unutkan Ayna’da modern çağın ışığında
kadınlık ve erkeklik konusuna doğrudan dokunabilme olanağı bulduğum için çok
mutluydum. Özellikle Zabel Minasyan karakterini yaratmak ve onu anlatmak benim
için çok eğitici oldu. Zabel, kocası idam edilmiş bir kaçaktır; öte yandan iki
çocuğun annesi güzel bir kadındır ve erkeklerin beğenisi yüzünden daralmıştır.
Zabel entelektüeldir ve romanın öbür “güzeli” Araksi’den farkı da budur. Ne var
ki, eğitimli ya da eğitimsiz olsun, erkeklerin bu iki kadına bakışında bir fark
görülmez: Onları kadın bedeni ilgilendirmekte ve bu bedeni elde edebilmek için haydut,
zalim ya da despot olabilmektedirler.
Bu
romanı yazarken kocasını Zabel’e kaptırdığını sanan Diruhi’nin küskün küskün
oturduğu, kaçakların çocuklarla gökyüzünü izledikleri o gece vaktini kurmak
beni derinden sarsmıştır: Zabel Diruhi’nin niye üzüldüğünü anlar; kalkıp onu
yanağından öper ve boş kuruntu içinde olduğunu açıkça gösterir. Bu şaşkınlık
anında “Yeni bir dünya kurmalıyız ve çocuklarımız orada bizim bilmediğimiz bir
erkeklikle ve kadınlıkla büyümeli” diyerek yalnızca o ana değil, geleceğe
yönelik bir cinsiyet tasarımını dile getirir.
Yazar
yalnızca kendi yapıtlarını kurarken değil, bir okur olarak başka yazarları
okurken de o metindeki erkeklik halleriyle karşılaşıp edebiyatla ilgili
çıkarımlar yapmaktadır. Oscar Wilde gibi söylersem, yazar zaten seçtiği ve
seçmediği estetik yollarla bir konum belirlemiştir, böylece eleştiri de yapmış
olur; üstelik bu eleştiri pek çok eleştirmenin ve akademisyenin olumladığı
şeyleri dışlamak anlamına gelebilir. Doğrusu bu yolda epeyce yürüdüm, genel
olarak edebiyat sorunları üzerine kafa yorduğum kadar cinsel kimlik odaklı
edebi eleştiriler de yaptım. Bunlar arasında eril roman adını verdiğim maceraların ve kahraman hikayelerinin
eleştirisi ise özel bir önem taşır. Fakat bu noktada beni hayrete düşüren şey,
kadın kimliği taşıdığı halde eril roman yazarlarına hayranlık duyanların
irkiltici konumudur. Kadınlara, yalnızca
erkek kahramanların hikayelerini anlatan erkeklerin edebiyatta kapladığı
yerin güçlüklerini anlatmak zor ve hatta bazen umutsuzluk yaratacak kadar
sıkıntılı olmuştur.
Ben,
kahramanı ve karakteri birbirinden ayırıyorum. Kanımca romanda minyatüresk ve
perspektif, tıpkı resimde olduğu gibi geçerlidir ve bunun cinsiyete bakışla bir
ilgisi de vardır. Kahraman, olayları değiştirme gücüne sahip üstün (er) kişi
olarak minyatüre, karakter ise olaylar içinde değişen derinlikli bir kişi
olarak perspektife uyar. Kahraman tiptir aslında, derinliğini ve iç dünyasını
bilmeyiz. En azından kadim dünya anlatısında böyledir ve bütün kahramanlar
erkektir.
Bugün,
günümüzde yazılmış romanları bu bakış açısıyla gözden geçiren herkesin
cinsiyetçi ve “erkekçi” kalıpları irkilerek fark edeceğinden eminim. Çağımızda
özellikle macera kalıbı içinde filmler üreten “kahraman sektörü”nün ara sıra
kadınlardan da kahraman yaratma girişiminde bulunduğu fakat bunların olsa olsa
erkekler kadar güzel savaşan, kadın
görünümlü erkekler olduğuna şüphe yoktur.
Zeus
nasıl ki Athena’yı kafasından çekip çıkarmışsa, Athena böyle doğmuşsa, çağımız
imge tanrılarının yarattığı “kadın
kahraman” da erkeğin kafasından doğmuş bir kişidir.
Karakteri,
perspektifli resim ve şehir yaşamı öne çıkarmıştır. Kahramanın atası sözlü
kültürken, karakterin atası yazılı
kültürdür. Diderot’nun sahnede seyirciye seslenen yapıyı kırarak, tiyatroyu
oyuncuların kendi aralarında konuştuğu bir oyuna döndürmesi, seyircinin sanki
görünmez bir duvardan içeri baktığı yapı gibi bir sahne tasarlaması
perspektifli resim dünyasının bir sonucudur. Diderot ve İbsen çağında sahneler
“tablo” adını alıyor ve bu tabloyu “canlandıran” perspektifli resim içinde,
derinliği açıkça belli olan karakterlerin dünyası serimleniyordu.
Şüphesiz
başlangıçta Hedda Gabler gibi kadın kötülüğünün analiz edildiği oyunlar kurulsa
da “kadın karakter” konusu ele alınır olmuştu ve XIX. yüzyılda cinsiyetlere
bakış kadınları derinlemesine ele alan, onu nesneleştirmeyen yazar tutumuna
doğru evrildi. Bu durum, kadının yalnızca
anlatıldığı klasik çağın dışına çıkan bir bakıştı ki, bunda şehir yaşamının
çok katmanlı oluşundan gelen ve bu ruh haline çok uyan perspektifin payı çoktu.
Kadının
baskılanmasının ve bu cinsiyetin yüzyıllar boyunca yadsınmasının sonu aslında
1900’lerin başından itibaren geldi. Fakat sevinç çığlıkları atmak için çok
erken; çünkü insanlık erkekliği anlatmak konusunda, yani cinsiyetçi algılayışta
o denli derine kazınmış alışkanlıklara sahip ki, kadının özgürlüğü yolunda
atılan her adım devrim gibi görünüyor. Doğrusu kadın özgürlüğünün, genel
özgürlük tarihiyle kıyaslandığında kısacık bir ömre sahip olduğu ve kurmacadaki
kadının yeri konusunun henüz çok genç bir içerik olarak durduğu rahatlıkla
söylenebilir. Açıkçası anlatı özgürlüğünde tanyeri henüz yeni yeni ağarıyor;
bana kalırsa dünya özgürlükler tarihinin şafağındayız. Bu nedenle,
cinsiyetçiliği aşan söz henüz yeni kuruluyor ve kadın özgürlüğü yükseldikçe,
erkeklerin özgürlüğü de yeni bir içerik kazanıyor.
Toplum ve Bilim
Eril Tahakküm, Erkek Edebiyatı ve
Hegemonya
Sayı 145
Kasım Aralık 2018
ss 284-288
-->