GÜVERCİNE AĞIT İÇİN ON SORU




Pisa, İtalya 2010


Sorular: Senem Bedir

Varoluşçu Felsefe size göre nedir? Sizi varoluşçu bir yazar olarak nitelendirebilir miyiz? Güvercine Ağıt varoluşçuluğun neresinde duruyor? Okuyucunun bu eserinize nasıl yaklaşmasını beklersiniz?
Varoluşçuluk bireyin ahlâki sorumluluğunu kendisine bırakan, seçimlerimizle kendimizi kurduğumuzu düşünen önemli bir felsefi akımdır. Ne var ki bir yazarın romanda varoluşçu filozofluk yapması bana göre edebiyatı ıskalaması anlamına gelir. Varoluşçu karakterler yarattığımı  öne süren akademisyenler var, bunu biliyor ve anlıyorum fakat ben romanlarımla varoluşçuluğu savunmuyorum. Çünkü “varoluşçu olmak”la “varoluşçu karakterler yaratmak” aynı şey değildir. Ben edebiyat konuşulduğunda yalnızca edebiyatçıyım. Hiçbir şeyci değilim. Bunu edebiyatçılardan ideologlar yaratmayı çok seven yaklaşıma itiraz ederek söylüyorum: Yazar ne filozoftur, ne tebliğcidir ne de siyaset temsilcisi; yazar bir sanatçıdır. Sanat ise dinden, siyasetten, felsefeden ve bilimden ayrı, özerk bir ilişkiler bütünüdür. Okuyucu bir esere nasıl yaklaşırsa yaklaşır, benim neyi anlatmak istediğim hiç önemli değildir. Bu konuda Umberto Eco’nun Yazarın Niyeti ile Okurun Niyeti arasındaki farklılığa dikkat çekişini anımsatmak zorundayım. Ne yazarsanız yazın, metnin niyetini çözmeye çalışan okurun yorumunun değişken olacağını bilmek zorundasınız.

Hem Güvercine Ağıt için yazdığınız nefeslerde hem de yazılarınızda felsefeyle  içi içesiniz bunun nedeni nedir ve beslendiğiniz kaynaklar nelerdir ?
Her romancı metne uygun dil yaratmak zorundadır. Roman “kaynaklara bakılarak” yazılmaz. Roman, (felsefi, bilimsel, deneyimsel, dinsel, kişisel) her türlü bilginin sanat diline dönüştürülmesiyle ortaya çıkan benzersiz bir kurmacadır. Ben yalnız felsefeyle değil bilimle de iç içeyim. Yaptığım şey, edebi metnime bunları doğrudan indirgemekten kaçınmaktır. Yazar her türlü bilgiyi sanat diline dönüştürmekle yükümlüdür. Başka alana ait bilgiler, edebi metinde bildiri gibi durur.

Haydar, Stavro, Civan, Saruca, Muhyiddin, Fazıl.. Kısacası Güvercine Ağıt’taki karakterlerin sembolik anlamı var mı belli bir karşıtlık üzerine mi kurguladınız?
Kişilerin hiçbir sembolik anlamı yok. Kişiler, kişilerdir o kadar. Hiçbir karşıtlık üzerine kurgulanmadılar. Hıristiyan iyiler de Hıristiyan kötüler kadar vardır. Müslüman iyilerin yanında Müslüman kötülerin bulunması da şaşırtıcı değildir. Ben karakterlerime din, millet, sınıf gibi açılardan yakınlık veya uzaklık belirlemeyi sevmem. Her türden insan, kayıtsız ve koşulsuz romanın öznesidir.

Zaman  Yeli, Güvercine Ağıt ve Kalenderiye eserinde neden Kapadokya’yı seçtiniz sembolik olarak değeri var mı ?
Roman konuştuğumuz yerde neden hep sembolleri sorguladığınızı anlamaya çalışıyorum. Romanın bir düşüncenin eğretilemesi olduğu ve bir fikrin temsilcisi gibi davrandığı yaygın bir tavırdır da belki ondan böyle soruyorsunuz. Aklınıza bir yazarın  “yazılmamış olanı seçmek” gibi son derece bireysel bir nedenle davranabileceği neden gelmiyor? Sembol de neymiş? Benim lafı dolandırmaya hiç niyetim yoktur. Bakar ve okursunuz, göreceğiniz şey oradadır. Onu kaşım derken gözünü anlatanlar düşünsün. Romanın katmanlarında şiirsel yan anlamlar yoktur. İç ve dış anlam yoktur. Roman sanatı sözün yeniliğinde,  dramatik yapısının benzersizliğinde ve hikayesinin gücünde anlam bulur. Kapadokya’yı neden seçiyorum, buna çocukluğumdan başlayarak bir yığın yanıt bulunabilir ama ben birini söylemekle yetineceğim: Kapadokya’yı benden önce böyle işleyen var mı? Benim sorum budur.

Güvercine Ağıt’ta iki din adamıyla karşılaşıyoruz: Saruca Abdal ve Civan.  Bunların ikisi de maddi zevklerden kendilerini arındırarak yaşıyorlar sonra zindana atılıyorlar. İkisinin de zindan hayatı sonucunda din algısının değiştiğini görüyoruz. Burada zindan ve kadın birer metafor mu zindanı dünya hayatına kadını da  masiva olarak yorumlayabilir miyiz? Kadın sizin varoluşcu felsefesinizde neye tekâbül ediyor ?
Bu soruların benim düşüncelerimle hiçbir ilgisi yok. Benim romanda varoluşçu olduğuma karar vermiş, beni konumlandırmış ve sınıflamışsınız. Kadına ve erkeğe baktığımda niçin onları bir insan gibi değil de bir fikir gibi gördüğümü düşünüyorsunuz? Kadın niye masiva olsun? Erkeği doğuran canlı, dünyevi ve hatta yeraltı dehşetengizliği içinde olacak, erkek uhrevi! Yok öyle yağma. Farkındaysanız bu kez sembol sormadınız ama metafor sordunuz. Bu türden sorular beni ve sanatımı tanımlamaya yardımcı olmaz.

Güvercine Ağıttaki güvercin Gülbeyaz mıdır yoksa Hacı Bektaş Veli’nin sureti midir? Ve güvercinin sırrı nedir ?
Güvercin yazarın yarattığı bir simge değil, dinlerin kullandığı bir simgedir. Hıristiyan Kutsal Ruh’u güvercinle gösterilir. Hacıbektaş Veli, güvercin olarak düşünülmüştür. Dede Korkut’ta da Azrail Deli dumrul’dan kaçarken güvercine dönüşür. Bunlar animizmden beri insanda yer eden biçim değiştirme motiflerinin öteki dinlerde nasıl yaşadığının göstergeleri olarak da okunabilir. Roman yazarı bunları görür ve işaret eder. Yazarın yaptığı şey bütün simgeler arasından bir fikri bulup empoze etmek değil, bunlarla insan arasındaki düşünsel bağı bulup çıkarmaya çalışmaktır. Yazarın işi bilimi, ideolojiyi, siyaseti veya dini anlatmak değildir.

Güvercine Ağıt romanınız için tarihi bir roman diyebilir miyiz?
“Roman” demenizi yeğlerim. Hele “tarihsel roman” deyince amatör tarihçilik yapılan o ideolojik kitapları anlıyorsanız, benim yazdıklarıma asla tarihsel roman demeyin. Ama “tarih zemininde geçen olaylar üzerinde insan hikayeleri anlatmak” anlamında elbette benim kitaplarım da birer tarihsel romandır.

Güvercine Ağıt postmodern bir perspektifte değerlendirilebilir mi? Kendinizi postmodern romancı olarak mı nitelendiriyorsunuz?
Bir şeyci olmak hoşuma gitmez benim. Postmodernizm bir sanat akımı olarak vücut bulmuş değildir, çağın genel adı olmaya daha uygun gibi görünüyor. Herkesin birilerine yafta yapıştırmayı sevdiği bir dönemde, postmodern denince akan sular duruyor. İnsanlar bu kavramı ya birini yere batırmak için ya da yüceltmek için kullanabiliyor. Çünkü herkes o kavramdan kendi meşrebince bir şey anlıyor. Bir sanat akımı bu kadar aşırı yorumu kaldırmaz. O yüzden hiçbir zaman postmodernist olduğumu söylemedim, postmodern çağda yaşadığımızı düşünmekle yetinirim ben.

Romanınızda ölüm ve hiçlik konuları çok fazla işleniyor. Sizce ölümle birlikte bir hiçlik mi başlıyor yoksa asıl hiçlik ölümle birlikte mi bitiyor?
Bu sorunun “estetik” bağlamıyla ilgisi yok. Ölüm insani bir durumdur ve yüzyıllardır her yazar bununla yüzleşir. Hiçlik sorusu benim varoluşçu olduğum düşünülerek sorulmuşa benziyor. Bu, varoluşçuluğa eleştiri olarak getirilse de yanlış bir eleştiridir, çünkü varoluşçular Nihilist değildir. Nihilist olan yalnızca Camus’dür ve o da zaten varoluşçu olarak anılmaktan hiç hoşlanmamıştır. Roman yazarlarıyla konuşurken onlara nihilizmi sormak kötü bir alışkanlıktır, ben başta da söyledim: Kendimi roman anlatıcısı olarak bir felsefi tez savunur halde görmekten hoşlanmam. Onu romanlarına siyaset, din veya siyaset boca edenlere sorabilirsiniz. Ölümden sonra ne olduğuyla ilgili olarak merak ettiğiniz şey teolojiyle ilgilidir, oysa biz burada estetik bağlamında konuşuyoruz.

Güvercine Ağıt’ta da görülüyor ki şairlik yeteneğiniz var. Müstakil şiir yazıyor musunuz yazıyorsanız, bunları yayımlamayı düşünüyor musunuz ?

Şairlik yeteneğim olduğunu kabul etmiyorum. Orada gördükleriniz bundan beş yüz yıl öncesine ait söz kalıplarını, geleneği iyi bilen bir insanın söyleyebileceği katılıkta, çağımıza göre eski, o çağı anlatmak için yararlı söz dizileridir. Şüphesiz bir romancının bunu sezmesi beklenmediğinden etkileyicidir. Ne var ki günümüzde böyle şiir yazan biri varsa, o ben olmak istemem.