Varoluşumuz


Gürsel Korat

Tüm evrenin varoluşunu kendi hayatımızın varoluşu süresinde deneylediğimiz şeylerle açıklıyoruz. Sanki evren bizim kayrayışımız kadar bir sürede var olmuş ve yalnızca o kadarmış gibi. Bu yanılgı, kendi düşüncemiz, duygumuz ve aklımızla sınırlı bir açıklamayı evrene genellemektir.

İnsan sonsuz varlığı kendi varoluşu içinde bulabilir, ancak sonsuzluk insan varlığıyla ölçülemez. Bu, saçma.

Yeme, içme ve sindirim süreciyle düşünme ve estetize etme eylemi birbirinden ayrı; ancak düşünmenin hayvansı beden etkinlikleri olmadan üreyememesi gülünç ve hatta saçma.

Hiç yokken doğada varlık bulup yine hiç olmak saçma,

Bir bedenden dünyayı algılamak, onun istekleri ve duyguları içinden "saf aklı" ve her şeyin boşluğunu görmek dâhice olabilir ama sonuçta saçma,

Bu kadar kapsayıcı, bu kadar dünyevi bir aklın, hiç beklemeden, ummadan dünyaya gelmesi kadar, zorunlu olarak ve genellikle hiç ummadığı zamanda yok olması, bir bedenle birlikte çürümeye bırakılması çok saçma.

Evrende herhangi bir zamana "uyanmış" ve ondan aldıklarını hiçliğe taşımaktan başka bir şey yapamayacak ve bildiklerini hiç bilmeyecek olan varlıklarız. Bu, saçma. Bu nedenle pek çok insanın tanrısı vardır. "Zihin varken düşünen" zihnin zamansızlığını fark eden Descartes aklımızı çeler ama, zihin yokken, hiçlik varken onun kendini bileceği söylenemez. "Düşünüyorum o halde varım" sözü bu nedenle cok saçma.

Hiçlikte düşüneceğimizi, hiç olup yeniden var olacağımızı düşünmek saçma.

Hep yaşayacakmış gibi, hep sonsuz bir hayat varmış gibi, çocuk kayıtsızlığıyla, günün dertlerine boğularak yaşamak mutluluk verir ve çok saçmadır.

Varoluşu kurcalamak insanı derinleştirir, gündelik yaşamın dışına çıkarır ama sonuçta bunlar neye yarayacaktır, saçma.

İlginç olan şudur: İnsan neyse öyle yaşar, başka türlü olamaz ve durumunu da hiç saçma bulmaz.

Yazarın İnsani Varlığı ve Edebi Kimliği


Gürsel Korat

Yazarlar, yarattıkları kişileri sever, sevmelidir. Okurun nefretle karşıladığı kahramanları bile bir yazar sevgiyle yaratmış olabilir. Çünkü bir yazar o nefret edilesi kişiliği yazarken tüm insanlığı deneylemektedir; bunu sevgisiz başaramaz.


Yazar, kahramanını yargılayan kişi değildir çünkü; onu koşulları içinde oluşturan kişidir.


Bu bakımdan, bir yazar birbiriyle hiç bağdaşmayan felsefi duruşlarla bağdaşık görünür. Örneğin ben, kendime baktığımda Platon'u çok sevmekte, Pisagor'u dahiyane bir kişi olarak bulmakta, Kant'ı akıl kategorilerini ayırdığı için çok önemsemekte, Yuhanna'yı coşkusundan ve yaratıcılığından ötürü "kendimin" saymakta, Celâleddin Rumî'yi yükseklerden inebilme gücünden ötürü sevgiyle benimsemekte olduğumu görüyorum. Benim için Haydarî dervişin cezbesi, kendi mutluluk sarhoşluğumla eştir. Ama bu sarhoşluğu ve cezbeyi ne bir şamanınkinden ne de kilise korosunda ilahi söyleyen bir diyakosunkinden üstün bulurum. Ben kendi aklım ve eylemimde bütün bunlardan ayrıyımdır; varoluşumu açıklarken Sartre, tarihe ve topluma bakarken Marx, zamana bakarken Herakleitos gibi düşünürüm.


Yazar kendi varoluşunu tanımlarken akli bir bütünlük kurar. Ancak bu varoluş, o bütünlükle çelişen mantık bağlarına da ihtiyaç duyar. Bunu yazarın insan varlığıyla edebi varlığını ayırmak için yazıyorum: Günlük yaşamımda felsefi materyalist ve bilimsel çerçevede ilerleyen ben, duygusal dünyamda zaman zaman beliren metafiziği yadırgamam. Hatta içinde yaşadığım kültürel iklimin simgeleri dinsel bile olsalar iyi icra edildikleri takdirde çok ilgimi çeker. Benim için bir camide mevlit ve gazel dinlemekle kilisede ilahi dinlemek arasında hiçbir fark yoktur. İyi icra edilen bir ezan sesiyle yerime mıhlandığım çok olmuştur. Belki de bütün bunları edebi varoluş biçimimle algıladığım için böyledir, bilemem. Ama şunun çok açık farkındayım: Bunları gizli bir din arzusuyla yaşadığım için değil, insanlığa ait olan ama bana ait olmayan bu durumları, bir zaman içselleştirdiğim için yadırgayamam.


Çünkü yazar, karşı çıktğı halleri edebi varoluşu yoluyla besleyen kişidir. Karşı çıktığı şeyleri kişisel varlığıyla karıştırmadığı ölçüde de yazardır.