DEVLET YAZARA PARA VEREMEZ
on 19 Eylül 2014 Cuma
Etiketler:
Yazara para desteği yanlıştır
/
Comments: (0)
Nikolay Gogol (1809-1852)
Yazar birilerinden para alırsa bu ulufe
olur, yazar el etek öpmeyi öğrenir, dikkati keskinleştiren kendi başınalığı,
ahlakı yücelten borçsuzluğu unutur.
Yazar yoksul olmak zorunda değildir ama
patronaja dikkat etmek zorundadır.
Metin Celal konumunu savunmayı sürdürüyor ve
TEDA projesinden destek alanları “Siz de suça ortaksınız” diyerek pıstırmak
istiyor. Öyle anlaşılıyor ki, Metin Celal “Günahı olmayan ilk taşı atsın”
diyerek meydan okuyor. Halbuki bu, “ortada bir yanlış varsa bu yanlış onu yapan
kişiler çoğaldıkça bağışlanmak zorundadır” demekle aynıdır. Dün “Aziz Nesin de
para aldı” diyen Metin Celal onun kurumsal kimlik için (TYS) para istediğini
görmezden gelerek, ömrü boyunca doğruluk ve adalet peşinde koşmuş olan o yazarı
küçülttü, sonra da bu TEDA konusunu ortaya attı. Halbuki TEDA, yazarı doğrudan
ilgilendirmez, çevirmene ve yayıncıya destek vererek edebiyatı yurtdışına yayma
ve ülkeyi tanıtma için ayrılmış bir fondur; “şu adama para verelim ama örtülü
verelim” ulufesi değildir. Yazara devlet desteği denen şey, halkın parasını
kapalı kapılar ardında “seçilmiş” kişilere vermektir. Bu yasalara uygun
olabilir ama ahlaka aykırıdır, suç olmayabilir ama doğru değildir.
Yazarlığı “devlet desteği” kavramıyla ithalat
ihracat sektöründen öğrenilmiş kavramlarla kirletmeye gerek yok. Bırakın bunu
bütün kirlilikleriyle sağcılar yapsın, solcular da o paradan mahrum kalsın.
Devletin solcu yazarlara da para verilmesini sağlayan şefkatli ellere sahip
solcu seçicileri olmasın. Çünkü bu büyük patronajın küçük hilesidir: “Biz
herkese para veriyoruz” denecek ama “Niye para veriliyor ki?” denemeyecektir.
Bu, yazarı kasabın kedisi konumuna
indirgemektir.
Bu, yazara aşağılıksın demektir.
Halbuki yazarlar yokluğun kuyusundan su
çekenlerdir, olmayan nehirlerde yüzer, kimsesiz bir dünyada kalabalıklara
karışırlar.
Onlar bağımsız vicdan, eğilmemiş baş,
kırılmamış onur olarak yaşamalıdırlar.
Böyle yapmayanları sanatın belleği, yokluk
içinde yaşayıp ölmüş, umur bulduğunda da buna çok geç ulaşmış dünya
yazarlarının vicdanıyla yüzyüze getirmeye devam edecektir.
Wansee’nin kıyısında yoksulluk yüzünden
hastalanan ve “lütfen beni öldür” diyerek yalvaran kızkardeşine o yokluk içinde
kıvranarak bakmaya çalışan, kadın öldükten sonra da kendine kıyan Erich von
Kleist, devlet yardımı olmadan yazamayan bugünün başkanlık sarayı kapıkullarına
ibret olsun.
Dostoyevski’nin, sürgünlerde kırılan
sevincini, kumarbazlığını ve hatta kişisel ahlaktan yana zayıflıklarını bizdeki
gibi kindar şairlerin devletten aldıkları para desteğine çevirme lüksü yoktu;
bu da devlet yazara destek çıkmasın mı
diyenlere tokat olsun.
Ömrü yokluklar içinde geçen ve canına kıyan
Gogol, kimsesizliğiyle büyük Fuzuli, yazmaktan başka zenginliği olmayan Orhan
Kemal, varını yoğunu çocuklara adayan Aziz Nesin aklı başında olan herkes için
yeterli bir özgürlük karinesidir. Bu nedenle, devlet yardımı meselesini can
sıkıcı bir biçimde savunan solcular, bir gün utanacaktır; edep ve insaf gereği
olarak insan neye sırtını dayadığına dönüp bir bakar çünkü.
Mesele kimin kime para verdiği değildir:
Yazara örtülü veya açık olarak para verilmesine karşı çıkmayı yazarlığın
varoluş ilkesi olarak benimsemek ya da benimsememektir. Yazarla beleşçiyi
ayıran şey budur. İğrenç Osmanlı geleneğini de mi anımsamıyor kimse, bütün
muhalifler Abdülhamit tarafından beslendi, en köklü muhalifler bile büyük
paralar aldı: Birileri “hem muhalif olurum hem de paramı alırım” diyebilir ama
bu sanatın Sait Halim Paşası olmaya niyet etmekle birdir.
Piyasanın edebiyatı kontrol etme
biçimleriyle nasıl mücadele edeceğimizi düşünürken, büyük biraderin yazarlara
patronluk etme girişimine destek çıkan solcuları görmek, Brutus’un hançerini
parlarken görmekle aynı şey oluyor.
EDEBİYATÇIYA PARA YARDIMI OLMAZ
on 12 Eylül 2014 Cuma
Etiketler:
Yazara para yardımı yanlıştır
/
Comments: (0)
Metin Celal’in, 10 Eylül’de Cumhuriyet’teki
yazısını gördüm ve yazarın kısaltmalarından anlaşıldığı kadarıyla önemli bir
devlet para bağış kurulundaki seçicilerden biri olduğunu anladım.
Doğrusu Metin Celal’in yazarlara devlet yardımını savunan ifadelerini içime sindiremedim. Bunun sol kültürle hiçbir ilgisi yoktur. Yazarın "Aziz Nesin de para aldı" diyerek onu referans göstermesi yanıltıcı görünüyor çünkü dernek veya sendika olarak yardım almakla bireysel düzeyde devlet yardımını kabul etmek tamamen farklıdır.
Devlet ille de yardım edecekse, yaşlılığında zora
düşmüş yazarı gözetsin yahut belli ölçülere göre kitabı basılmış yazara yeşil
pasaport desteği versin, yazar evi kursun ama para vermesin.
Yazarlar, devletten destek almayı reddetmelidir. Bu dünyanın en demokratik devleti
hangisiyse orada bile düşünülmemesi gereken bir şeydir.
On beş yıl önce İsviçre’de yazarlara kanton kasasından para
verildiğini şöyle öğrenmiştim: Türk mültecilerden biri orada yazar olduğu için
Türkiye’de barınamadığını, siyasal olarak kovulduğunu kanıtlamak için
Türkiye’de fason bir yayınevine beş para etmeyecek bir şiir kitabı bastırır; bunun karşılığında dudak
uçuklatan bir para, sanırım kırk bin İsviçre Frangı kadar bir destek alır. Her
şeyde ileri olduğu ve Türkler kadar katakulli bilmediği halde İsviçre’de
edebiyatın niye nal topladığını o zaman çok iyi anlamıştım.
1934’te Sovyetler Birliği’ndeki devlet
desteğini (Sovyet Yazarlar Birliği'nin yazarlık için koyduğu ölçüleri) anımsayalım, sanatın ölümünün ilanıyla eş zamanlıydı: Muhteşem Rus
romanı o gün ölmüştü.
Halide Edip’le barışmak için -iyi
ki- bir kez verilen ve bir daha sözü bile edilmeyen CHP Roman Ödülü’nü anımsayalım;
devletle başı derde girmiş yazarın, devletle para ilişkisine girmiş yazardan
farksız olduğu hep aklımızda dursun: Örtülü ödenekten beslenmiş ahlaksız
kumarbazları unutmayalım, üstelik ahlâk abidesi olarak hâlâ başımızda tutuldukları,
ders olarak okutuldukları aklımızdan hiç çıkmasın.
Aziz Nesin TYS için destek almıştı,
dernekler, sendikalar, sinemacılar para alsın, fakat edebiyat özgürlüktür, bunu
para ilişkisiyle eşitlemek yakışık almaz. Yazar herhangi bir kitabını paraya
tahvil etmez. Yazarı devletten “yardım” adı altında para almaya alıştırmayalım;
yarın hangi despotun bunun karşılığında ne isteyeceğini kimse bilemez.
Kimin ne yazacağı para keselerinin insafının
dışında kalmalıdır; para kesesine uzaklıkla yazar özgürlüğü arasındaki ilişkiye
işaret eden Marx, kulağımızda küpe olarak dursun. Büyük Birader her yere el
atarken bundan hiç gocunmayan, piyasa ilişkilerine “gönül bağıyla” tutunan
solculuğa evet denemez: Bunun zamanı gelsin artık.
12 Eylül'den otuz dört yıl sonra artık gelsin.
12 Eylül'ün yeni sahiplerinin "yazarlara para dağıtıcısı" olmak hiç de savunulucak bir makam değildir, Metin Celal kimlerin ismini sakladığını açıklayacağına bunu açıklasın.
İSTEMEM, EKSİK OLSUN
on 3 Eylül 2014 Çarşamba
Etiketler:
Yazar Şehir Ev
/
Comments: (0)
Kayseri, 1900
Floransa’da Dante’nin evine gitmiştim, yedi yüz yaşında bir
evdi. Kimsesiz bir yapıyı andırsa da ziyaretçisi çoktu. Fakat yine de Goethe’nin
evi Dante’nin eviyle kıyaslandığında gösterişli, hareketli ve hali keyfi
yerinde bir müze sayılırdı: Frankfurt’taki bu evin bir köşesi kitapçı olmuştu,
poster de dahil her türlü Goethe ürünü satılıyordu. Ev nereden baksanız üç yüz
yaşındaydı.
Doğrusu Eiffel’e yakın bir yerlerde, Passy’de olsa da bu iki
eve göre pek gösterişsiz kalan Balzac’ın evindeki ıssızlık yürek burkucuydu. Ne
var ki Paris iki yüz elli yıla tanıklık eden bu eve hürmet göstermişti, “Neye
yarar boş ev” dememiş, hiçbir apartmanın o binanın ufkunu kapatmasına izin
vermemişti.
Yazarlıkta umduğunu bulamamış, öldükten sonra kıymete binmiş
Joyce ve Kafka’nın evlerinden ve şehirlerinden söz etmeye gerek yok: Onların
evi edebiyatın çekimine kapılanların anlasa da anlamasa da hac yeridir. Unutmayalım
ki böylesi ziyaretler korunmuş şehirlerde gerçekleşir; yazarın mülkü olmasa
bile bir ara oturduğu evin önüne plaket çakmak için, öncelikle o şehrin
yıkılmamış olması gerekir. Oysa benim ülkemde –İstanbul’da da- ne ev ne de
şehir yerinde durur. Ben doğduğu şehirler tanınmaz hale gelen bir ülkenin
yazarı olduğumu bilerek konuşurum. “Evime dokunmasınlar” diyerek gözyaşı
dökecek halim yok, çünkü doğduğum hastane, büyüdüğüm ev, içinde dolaştığım
sokak, gittiğim okullar, kısaca şehrim çoktan evreni terk etmiştir.
Bir yazarın gelecekte de yaşayabilmesinin mekan bilgisiyle
yan yana durduğu varsayımını uzun zamandır düşünüyorum. Ülkemizin “mekanı
tahrip etme hızının” yazarları köksüz bitkiler gibi boşlukta bırakacağından
endişe ederek ayağımı sıkıca toprağa bastığım ve bu nedenle Kapadokya’yı öne
çıkaran romanlar yazdığım söylense hiç itirazım olmaz.
Bir şehir ya savaşlar-isyanlar ya da deprem-yangın gibi
afetler yüzünden yeni baştan imar edilir. Oysa benim yaşadığım şehirde bunlar olmadı;
ülkemizin değişmez ve tek “inşaat partisi”nin çıkarına uygun olarak benim
yaşadığım şehrin bütün eski mahalleleri yıkıldı, birkaç Selçuklu ve Osmanlı
yapısı dışında yakın tarihe ait hiçbir
yapıt bırakılmadı. Mahalleler, kiliseler ve hatta camiler ortadan kalktı. Söylediğim
zaman gözlerimi yaşartan bir cümleyle yeniden ifade edersem, “Doğduğum şehrin
sokakları zihnimde yaşıyor ama onlar gerçekte yoklar.” Mahalleleri, çıkmaz
sokakları ve tepeleriyle o güzelim mimari doku hayal oldu gitti. Şimdi Kayseri’de
tanıdık görünen şey yalnızca dağlardır; onlar da olmasa, bu şehirde büyüdüğüme
başta benim inanasım olmaz.
Cabrera Infante “mimarinin donmuş müzik olduğu” aforizmasına
katkıda bulunarak “O halde müzik de eriyen mimaridir” demişti. Bu analojiden
söz edip de “Ya bizim ülkemizdeki mimariyle müziğin ilişkisi nedir?” demeden
geçmeyelim. Kanımca ülkemizdeki çağdaş mimari “eriyen müzik” gibi yumuşak
benzetmelerle tanımlanamaz, o ses olsa olsa demir çubuklarla parçalanan, insafsızca
kırılıp dökülen müzik aletlerinin sesidir. Türkiye’de mimarlığı tanımlayacak müzik sesi arayanlar iş makinalarının
homurtusundan, vinçlerin gıcırtısından ve yeşil alan katleden hızarların sesinden
yükselen kakofoniye baksınlar.
Bu ülkedeki mimari patronaj itham edici ve suçlayıcıdır,
geçmişten nefret eder: “Eski olan her şeyi yok edin!” diyen apartmanların
generali, gecekonduların ve ormanların silahsız çocuklarına saldırıp daimi ve
kesin zaferler kazanır. Bu ülkede büyüyen ve genleşen tek müzik sesi, yok
edilen ormanların ve göllerin çığlık çığlığa haykırışıdır; hiçbir eski şey
yerinde kalamamış, toplum histeri halinde yüksek binaları dolduran yeni bir
canlı türüne dönüşmüştür.
Rant generallerine teslim olmuşuz, bu anlaşılıyor. Bu demde
artık “Doğduğum şehir yok oldu” demeyen bir nesle aşina değiliz. İnsanlarımız
doğup büyüdükleri şehrin zihinlerinde kalan şehirle eşleşmediğini ürpererek
hissediyor. Her insan doğduğu yere yabancılaşmıştır, üstelik yaşadığı yerde de
sürekli yıkım olduğundan kendi habitatına da alışamaz hale düşmüştür.
Geçmişin yapıtları yoktur artık, geçmişin özlenişi vardır.
Bizim ülkemizde şehirler için yapılan şey “hayali bir geçmişin yeniden inşa
edilmesi için geçmişi yıkmak”tan ibarettir.
Paris’in göbeğinde Jardin du Tuliers, kocaman bir parktır.
Bu parkı yirmi dakikalık sıkı bir yürüyüşle geçtikten sonra Concord Meydanı’nın
bitişiğinde bir parka daha girilir. Bu park Champs Elysee’ye doğru devasa
kaldırımlarla birlikte ilerler. Oralara kimsenin aklına yüksek bir otel yapmak
gelmemiştir, kimse o parklara bir AVM yapmaz, 1850’de neyse o haldedir. Aynı
şey savaş yıkımı yaşamış Frankfurt gibi bir “finans şehri” için de geçerlidir.
Röemer bölgesi titizlikle korunur. Berlin, Roma, Floransa veya Madrid; nereye
giderseniz gidin o şehirlerde geçmiş yeniye kurban edilmemiştir.
Oysa benim anne kucağında durduğum ilk yer, koşup oyun
oynadığım, düşüp dizimi yaraladığım, okullarına gittiğim, düğünlerini gördüğüm,
mevlitlerini dinlediğim, bayramlarını bildiğim o şehir bütün geçmişini satır satır
silmiştir. Peki ama neden? Buna neden gerek duyulmuştur?
Osmanlı’nın çöküşüyle yeni bir anlam ve içerik verilen
“fetih” sözcüğü bu yıkımın anahtarıdır. 1915’te katledilen Ermenilerin
mallarını, evlerini ve toprağını yağmalayacak, kilise bırakmayacaksın. İz bile
kalmayacak. 1924’te müdabelede giden veya savaştan kaçan Rumların mallarını
yağmalayacaksın, kilise bırakmayacaksın. İz bile kalmayacak. Hızını alamayıp
bunu Dersim’de Zazalara, Maraş’ta Çorum’da Türk alevilerine kadar
vardıracaksın. Taksim’i, Çamlıca Tepesi’ni, Boğaz’daki ormanları, Atatürk Orman
Çiftliği’ni hep ve yeniden fethedeceksin. Bir yandan çapul ve yağmadan pay alacak,
bir yandan da hayatı savunanlara çapulcu diyecek, alıştığın haram lokma
düzeninin kolaylıklarını yücelteceksin.
İşte bütün şehirlerimizin insana kendi evinde yabancılık
çektiren yıkımlarının nedeni budur.
Bir de o şehri yıkanlar oturup “geçmiş şöyle güzeldi, o
zamanlar şöyle iyiydi” diyerek ağıtlar yakmıyor mu, insan onların yerine
utanıyor. Ya ne yaptıklarını bilmiyorlar ya da bildikleri halde yapmıyorlar.
Kayseri’ye güzellemeler yazmaktan yoruldum. Orayı gönül
rahatlığıyla herkesten fazla sevdiğimi söyleyebilirim, çünkü her bir taşı için
çok uğraştım, üstelik hiçbir şeyi kurtaramadım. Ağlamak bana, eğlenmek
başkalarına düştü.
İstemem, eksik olsun. Hem ne kaldı ki anlatacak: Bugünler
tarih oluncaya kadar anlatılmasın artık o şehir.
İstanbul Art News, Eylül 2014 No 1