“Unutkan Ayna vicdanla yoğrulmuştur.”




Cevat Dereli, Hasat, Resim ve Heykel Müzesi Ankara


Söyleşi: Sarkis Güreh 

1915 üzerine bir roman yazma düşüncesi nasıl ortaya çıktı?
Tahmin edebileceğiniz üzere böyle bir şey yazmanın cesaret isteyen bir yanı var. Edebi ve politik açıdan demir leblebi bir konu. Hem Türk olacaksınız, hem “biz” ve “onlar” demeyeceksiniz, alışılmış bir şey değil.  Öte yandan dünya edebiyat birikimini gözetecek, olan bitene olabildiğince nesnel yaklaşacaksınız ama bunları  insanlık sevgisiyle anlatmanız gerekecek. Aslında benim yazarlık tutumum zaten sadece Unutkan Ayna’da değil bütün kitaplarımda böyledir. Mesela Rüya Körü’nde hep dışardan anlatılan Bizans’ı içerden anlattım ve oradan Türklere baktım. Kapadokya konulu romanlarımda İç Anadolu’nun tarihsel birikimine bakarken de etnik yapılara çoğulcu bakış açısıyla yaklaştım. Yani böyle bir terbiyeyi uzun zamandır edindiğim için Unutkan Ayna’nın yazılış sürecinde önceki yazınsal yolculuğum bana yol gösterdi.
1915 üzerinde uzun zaman düşünüyor ve her düşündüğümde de üzülüp, öfkeleniyordum. Çünkü sonuçta böyle bir olay var. Adına ne derseniz deyin. İnsanların bir şekilde Tehcir ya da Soykırım olarak isimlendirdiği bu olayların siyasal boyutu romancı için estetikten uzağa düşürücü duygusal tehlikelerle dolu. Böyle bir konuyu yazarken duygulara kapılmak yahut “kanıtlama” çabasına düşmek estetikten uzaklaşma sonucunu doğurabilir çünkü. Sanatın görevi oldu/ olmadı meselesini tartışma konusu yapmak değil, olaya insan odağından bakabilmektir. Hal böyle olunca kişisel olarak bana düşen şuydu: Boynumun borcu olan bir ödevi yerine getirmek.
Tezli bir roman değil sizinki…
Doğru. Ben tezli roman sevmem. Çünkü roman mantık ve bilgi değil, duygu ve sezgi işidir. Roman, “soykırım olmuştur” ya da “olmamıştır” demez. Bunu söylerseniz siyasi bir temellendirme yapmış olursunuz. “Olayların gerçeğine birebir uymak”, “yaşanmış bir olayı dile getirmek” bir romancının sözleri değildir, bunları genellikle roman yazdığını iddia eden ideologlar söyler.  Okuyucu edebiyatı edebiyat olarak görmeli ve romandaki bir insanın kaderiyle özdeşleşerek düşünse bile nasıl bir büyük olayın yaşandığını hissetmelidir. Benim için gerçekten çok önemliydi, böyle düşündüm ve bir çözüm bulabildim. Bu sayede daha çok insana ve vicdana ulaşabileceğimden emindim.
Kitapta anlatılan hikâye ve karakterler gerçek değil. Ama yaşananlarla pek çok açıdan örtüşüyor.
Kurmacada, gerçeği anlatmaktan daha çok bir “ölçek” bulmak önemli. Raymond Kevorkyan’ın kitaplarını okurken özellikle İç Anadolu’daki nüfus dağılımı üzerinde çok düşündüm. Yozgatlı olduğum için ailemden işittiklerimle birleştirerek haritaları inceledim. Ermeni demoğrafyasında en az Ermeni nüfusun yaşadığı yerleri özellikle arıyordum. Çünkü ben Boğazlıyan ve çevresini çocukluğumdan beri dinlediğim için bilirim. Satır, tüfek ve olmadık araçlar… Yani olayların vahşet düzeyine tırmandığı yerleri anlatmak istemiyordum. Yüreğim kaldırmıyordu. Öyle yazsam Unutkan Ayna okunmaz hale gelirdi. Çünkü acıklı olayları okumak da anlatmak da zordur. Bir anlatırsın iki anlatırsın ama üçüncüde sen de bozulursun, anlatamaz hale gelirsin. Önce böyle yazdım çünkü, denedim. Oradan biliyorum. Yozgat ve çevresinde olanları anlatmayı denedim ama yazamayacağımı anlayarak bıraktım. Aradan zaman geçtikten sonra, Boğazlıyan’a yakın, atla gelinebilecek, henüz tehcire başlanmamış ve Ermeni nüfusunun az olduğu bir yer aradım. Nevşehir’i öteden beri bildiğim için o bölgenin yapısını inceledim. Bu şehre ilişkin fazla bir tehcir anısı da yok. Dolayısıyla birinin haklı bir şekilde çıkıp  olayların o şekilde yaşanmadığını söylemesini istemedim. 
Böylece Unutkan Ayna’da dönemin Türkiye’sinin küçük bir modelini kurdum. Türkleri, Ermenileri ve Rumları aydınlar ve halktan insanlar olarak iki katman halinde kurguladım. İstanbul’dan farklı olarak iç Anadolu’nun Türkofonluğunu gösterebilmek, insan tiplemesi açısından benzerliklerin altını çizmek çok önemliydi. Yani “ötekileştirdiğiniz insanlar da bizim gibi Türkçe konuşan insanlar, bu milliyetçilik de neyin nesi?” sözünü söylemeyi bu nedenle çok önemsedim.  
Unutkan Ayna, çok katmanlı, pek çok konuyu ele alan bir kitap. Aynı zamanda ezber bozan bir tarafı da var
Türk şöyledir, Ermeniler böyledir, Rum öyledir diyerek kalıpyargıları yinelerseniz karakter yerine karikatür yaratırsınız. Bütün şehvetli kadınlar Rum, bütün kötü adamlar Ermeni ve Türkler hep iyiler olacak! Böyle bir şablon gerçekçi değildir, Edebiyat da insanlık da bu noktaya çok uzaktır.
Unutkan Ayna’yı vicdanla, duyguyla ve estetikle kavranabilecek bir çizgiye çekmem ve politik bir tez öne sürmekten kaçınmam burada çok yerinde ve doğru bir davranış oldu. Bütün büyük yapıtlar böyle yazılmıştır, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı ve Kazancakis’in Zorba’sı tam da böyledir. Kanımca zaten Rumları ve Ermenileri anmadan Türk tarihinin eksiksiz yazılması olanaksızdır.
Tarih sonradan yeniden ve yeniden yazılır. Böyle bir şeye vicdanı olan herkes itiraz etmelidir. Bellekte duranı ve aslına uygun olanı düşünerek sanatı oraya bir ışık olarak tutabilir miyiz sorusunu çok düşündüm. Unutkan Ayna, temelde estetik bir yapıttır ama vicdanla yoğrulmuştur diyebilirim. 
Bu açıdan hazırlığı çok uzun süren, santim santim yazdığım bir kitap oldu Unutkan Ayna. Asıl amacım, Kitabın tek politik içeriği şudur: “Ey Türkler, burada böyle bir şey oldu, dönüp bir bakın!” 
Kitapta kadınlar ve kadın sorunu çok ön planda…
Kadın sorununu o dönemin koşulları açısından düşünerek ele aldım. 1900lerin başında sosyalizm fikri Osmanlı’yı yeni yeni etkiliyordu; feminist düşünce ise henüz billurlaşmış değildi. Osmanlı entelektüelleri özellikle sosyalizm, özgürlükler gibi konularla daha çok ilgiliydiler. Bunda da genellikle Müslüman olmayan topluluklar öncülük ediyorlardı.
Dini, milleti fark etmeden kadın sorununa nasıl bir çıkış yolu buluruz, sorusuna hep bir yanıt aradım kitapta. Ve Zabel karakteri bu konuyla ilgili olarak çok değerli bir çıkış sağladı. Kitabın sonlarına doğru “Bir dünya kurulmalı ve çocuklarımız bizim bilmediğimiz kadınlık ve erkeklik bilgisiyle yetişmeli” dediğinde bu söz sosyalizm kadın özgürlüğü tartışmaları açısından döneme ışık tuttu. Üstelik bu söz günümüz açısından da çok yaşamsal önemde bir açıklamadır bana göre.
Kitabın bir film proje olarak başlaması, kurguyu ya da hikâyeyi etkiledi mi?
Film olarak yazmaktan kurtulduğumda roman ortaya çıktı. Film olarak yazarken hikayeden bunaldım desem yeridir. Bir yönetmenle çalışıyorsunuz ve sürekli olarak onun müdahalesiyle karşılaşıyorsunuz. Roman yalnızca yazarındır ama film değil. Yönetmen hikâyeye müdahale ettikçe öykü kayboluyor. Zaten sonunda dayanamayıp “Hikâyeyi yazayım sonra senaryoya dökeriz” dedim. Çünkü yazdıklarım hiç içime sinmiyordu. 
Aileniz 1915’i nasıl anlatırdı?
Doğrusu bu kitap çocukluğumda annemin içime düşürdüğü ateşle yazıldı. Ona da annesi anlatırmış: “İğdeli’de Civan’ı dama çıkardılar. Başına tabancayı dayadılar. Kelime-i şahadet getir dediler. Biraz önce gözünün önünde annesini ve babasını vurdular. Ağlaya ağlaya annemi babamı isterim diyor. Onlar hala kelime-i şahadet demesini bekliyorlar. Baktılar diyeceği yok, kafasına sıktılar. Damdan düştü fesi de yuvarlana yuvarlana gitti…”  
Fesin yuvarlanması beni çok o kadar etkiledi ki, ben bu hikayeye fesin önünden kaçan tavuk koydum fazladan. Fes giyen Türkçe konuşan insanlar beni küçüklüğümden beri öyle etkiledi ki tarihin bildiğimizden farklı olduğunu işte ilk o zaman düşündüm. Anneannemin ağlayarak anlattığı bu hikayeyi annem de ağlayarak anlatırdı. Baktım ki ben de bunu ağlamadan anlatamayacağım, yazdım. 
Türkiye’de her ailede böyle hikâyeler vardır, kuşaktan kuşağa aktarılır. Herkesi aile içinde bunları konuşur ama dışarıya “böyle bir şey olmadı” deriz. Bu ikiyüzlülüğü ne zaman yok edeceğiz? Anneme ve vicdan sahibi büyüklerime şükran duyarak, yazdıklarımı İğdeli’deki, Boğazlıyan’daki tüm Ermenilere, evlatlık olarak büyütülmüş tüm yetimlere adıyorum. Ailemden zarar görmüş bir Ermeni varsa ondan özür dilerim. Bütün insanlığın gözü önünde. Unutkan Ayna doğrusu yalnızca Ermenilerden değil, bütün insanlıktan özür dilemek için de yazıldı. 
Faros, Temmuz 2018

‘Râvi’, ‘Mitograf’, Romancı…

Gustav Klimt Tree of Life 1905-1909

(Yine Doğdu Tanyıldızı’na Bir Bakış)


                                                                                                                        Aydın Afacan


Gürsel Korat’ın Yine Doğdu Tanyıldızı[1]farklı cephelerden incelenmeye açık ilginç bir roman. XIV. yüzyıldan bir kesit sunuluyor; ama dinsel halenin yorumlanışı, insan doğasına ilişkin ögeler, eşcinsellik olgusu, erkek-egemen bakışın ve iktidar ögelerinin işlenişi ve sorgulanışı bakımından farklı zaman ve mekânlara uzanıyor. Dili, kurgusu, metinler arası ilişkilerin konumlanışı açısından üzerinde ayrı ayrı durulması gereken birtakım özelliklere sahip bir roman Yine Doğdu Tanyıldızı. Roman, kurgu ve anlatıyı, diğer bir deyişle kendi var oluşunu da sorunsal haline getirmiştir. Yazar, ‘râvi’ (anlatıcı), mitograf ve yazar olarak ‘bölünmüş’ biçimde çıkar okurun karşısına. Bu bölünmüşlük hem Doğu’dan hem Batı’dan çeşitli esintiler edinir. Girişteki atmosfer, biraz da Doğu masal geleneğindeki bazı ünlü girizgâhları çağrıştırıyor. “Râviyân-ı ahbâr ve nâkilan-ı âsâr ve muhaddisân-ı rûzigâr rivâyet ederler ki…” diye başlayan girizgâhlar, dinleyiciye, çok önemli kişilerce söylenmiş çok önemli bir anlatının eşiğinde olduğunu dolaylı olarak bildirir. Diğer yandan romanın anlatı düzeni, Paul Ricœur’ün, Aristoteles’in Poetika’sından hareketle, tragedyaya özgü paradigmalar ve ‘olayların düzenlenişi olarak mythos’ bağlamında yaptığı bazı yorumları anımsatıyor. Ama Ricœurve Bahtin’in bazı kavramlarına değinilmekle birlikte bu yazı, belirtilen kavram ve bakış açıları çerçevesinde düzenlenmiş bir yazı değildir. Bu bağlamda hayli geniş bir kuramsal birikim bulunmaktadır. Yer yer bu birikime göndermeler yapılarak, Korat’ın romanı, kurgu ve anlatı sorunsalı bağlamında incelenmiş; tragedya, anlatının evrimi ve anlatı düzeni açısından da değerlendirilmiştir.  


Kurguya İlişkin Kurgu

Kurgu açısından göze çarpan ilk nokta, biraz da sanat ve edebiyatın diğer disiplinlerle karşılaştırılmasından kaynaklanan ‘yalan’ problemidir. Gürsel Korat, bu kuramsal tartışmayı, romanında yeniden üretmektedir. ‘Sanatçının yalanı’ adeta sorunsal haline gelir romanda. Anlatım akışı ve diyaloglar içinde geçen şu ifadeler örnek verilebilir:  “…Onu dinlemek zevkliydi. Mesud yalancılığının bilindiğini herkes kadar biliyordu. Fakat onun üstünlüğü, yalan söyleye söyleye, yalanların içine doğruları katmayı öğrenmekti. Bilir misin yalanı yalan oluşundan değil, bizi ürperten bilgileri ruhumuza işleyişinden tanırız. Yalan söylemek değil de yalan dinlemek iyi bir öğrenme yoludur”(31). Bu türden ‘yalan’ ve anlatıcıya ilişkin bu yaklaşımın eski zamanlardan çağımıza akan bir miras olduğunu anımsatmak gerekir; hatta bu yaklaşım biçimi, bazı yönleriyle köken olarak mitosa dayanır. Bu ‘tarihsel yalancıya’ ilişkin tespitler romanın çeşitli yerlerinde geçmektedir. ‘Cennetlik Gülizar Kadın’dan aktarılan şu sözler gibi: “Mesud’un gördüklerine inan hayallerine inanma; onun yalan hazinesi aklında değil, yüreğine yakın bir yerdedir” (42). Şu ifadeler de eklenebilir: “Palavracının iyisi böyledir zaten, palavracıya inanmalısın ki o zaman anlattığının yalan olduğunu anlayabilesin. Palavracıya inanasın gelmiyorsa, onun anlattığında bir doğruluk payı vardır, emin ol” (44); “Kendi yalanlarını küçümseyen Çilli Mesud’a benzeyen yalanlarıyla başkalarını zenginleştirir; başka insanlara mutluluk veren yalanlar söylemek olsa olsa erdemdir” (192).
            ‘Yalan problemi’ aslında sanatın bütünü açısından çeşitli boyutlarıyla sorunsal oluşturur. Sanatçının ‘yalan’ı, biçim, gerekçe, kaynaklar ve başka yönleriyle, Fuzuli, S. T. Coleridge, P. Sidney, F. Pessoa, M. Saler gibi adların da içinde bulunduğu birçok şair, yazar ve kuramcı tarafından çeşitli biçimlerde söz konusu edilmiştir. Bu konudaki modern yorumların bir kısmı, sanatçının bilinç dışı ile ilgilenirken bir kısmı da sanat yapıtının doğası açısından yaklaşır. John Fowles’ın şu yorumu öncekilere yakındır:
… roman az ya da çok maharetle ve ikna edici bir şekilde sunulmuş bir hipotezdir - yani yalanın yakın akrabasıdır. Romanların büyük çoğunluğunda, romancının gerçeğe bu kadar büyük bir gayretle öykünmeye çalışıyor olmasının nedeni, yalan söylemenin bilinçaltında yarattığı bu tedirginliktir ve oyunu açık etmenin -yani yalanı, olan bitenin kurgulanmışlığını metinde bütün bir açıklıkla göstermenin- çağdaş romanın oldukça belirgin bir özelliği haline gelmiş olmasının da nedeni budur”[2].
Sanatın ‘yalanı’ bilinçdışı ile karmaşık bağlara sahiptir; ne var ki, bu ‘yalanı’ büsbütün sanatçının bilinçdışı üzerinden değerlendirmek indirgemeci sonuçlar doğurmuştur. İmgelemi, kurguyu, kısaca, sanatın doğasını ‘devre dışı’ bırakan bir yaklaşım ne derece doğru sayılır? Bu sorunsal, ‘Epimenides Paradoksu’ndan Picasso’nun ünlü ‘Sanat, hakikati bildiren bir yalandır’ sözüne, birçok açıdan daha geniş bir çerçevede ele alınabilir; gerçeğin konumu, ‘kurgunun bilişsel imkânları’, ‘uydurma’(making up) ile ‘yapma’ (making) konusunda Lamarque ve Olsen’ın[3]değindiği boyutları da irdelenebilir;  ama belirtilen tartışmalar bu yazının sınırlarını aşacaktır. Burada Yine Doğdu Tan Yıldızıromanında söz konusu edildiği için, sorunun başka bir yönüne değinmekte yarar var: ‘Yalan problemi’ konusunda diğer bir cephe, okurun sanat eseri karşısındaki tavrına ilişkindir. Örneğin Christopher Caudwell bu durumu ‘mantık dışı kabul’ olarak adlandırırken; Michael Saler, ‘ironik hayal gücü’; Italo Calvino ise ‘edebiyat metnine özgü, okumanın içindeki inanırlık’ olarak adlandırır.  Calvino, bunun ‘adeta parantez içindeki bir inanırlık olup’, okur cephesinde Coleridge’in ‘inançsızlığın askıya alınması’  (suspension of disbelief) olarak tanımladığı tutuma karşılık geldiğini belirtir ve ekler: “‘İnançsızlığın askıya alınması’, her tür yazınsal yaratının başarı koşuludur –yapıt açıkça fantastik ve inanılmaz anlatılar sınıfına giriyor olsa da”[4]. Korat’ın romanından yapılan benzer aktarmalarla birlikte şu sözler, hem bu kuramsal tespitleri hem de bir bütün olarak sanat tarihindeki benzer yaklaşımları özetler niteliktedir: “Sanat en büyük hiledir. Ona yaklaşanın gözünü bağlar. Sanatı olmayanın yapacağı tek şey, bu hileye bile isteye razı olmaktır” (89). Ayrıca sanat ve ‘yarar’ ilişkisiyle birlikte sanatçıya duyulan hayranlığa ilişkin konuşmalar da sanat tarihinde kolaylıkla yankı bulacak türdendir: “Mesud’un palavraları belki bizim işimize yaramaz ama iyi cinstendir” (43);  “Yani en zengin hayale sahip olan, en yalancı dimağlı kişi en büyük sanat üstadıdır” (70). 


Sözden Yazıya…
            
Mitolojik düşünmenin egemenliği, ‘logos’un ortaya çıkışı ile sarsılmış ve ‘mit yıkımı’ ile söz artık farklı alanlarda farklı nitelikler kazanmış; sözlü kültürün aktarılmasını sağlayan sözel belleğin yerini giderek yazılı kayda bırakması sözün konumunda önemli değişmelere yol açmıştır. Yine Doğdu Tanyıldızı’nda, belleğin söz ve yazıdaki konumları açısından düşünülecek noktalar da var. ‘Anlatıcı Mesud’ hakkında şu sözler söylenir: “Mesud, yüzlerce insanın her türlü aldı verdisini aklında tutan defteri kebire benzer bir akılla gezer ve bir palavra değildir. Mesud’un belleğinin gücünü herkes bilir ve o belleğe güvenir” (42). 
            Anlatıcının ‘derinliğine hayret eden’(115) yazıcı diğer yandan da onu aşmanın yollarını keşfeder. Romanda, sözel anlatının yazıya dönüşümü ve sözün yazı karşısındaki konumu, abartısız bir tonda ama okuru etkileyen ifadelerle verilir: “Mihri öncelikle anlatıcının günlük yaşamdaki sesiyle yazıdaki sesinin farklı çıktığını kavradı, davranışlarının kesinlik kazandığını gördü, yazıcı dilinin insan dilinden güçlü olduğunu sezdi”(121). Bu, yazılı anlatının sözel anlatı karşısındaki ‘zaferinin’ de ifadesi sayılır.  Anlatının düzenlenişi, ifade olanakları ve kurgunun işleyişi bağlamında da kayıt niteliği, aktarım süreçleri ve belleğin rolü bakımından da temelli bir dönüşüm söz konusudur. 
            Edebiyatın Yaratılışı adlı çalışmasında ‘doğaçlamaya dayalı yaratım kültüründen bir örnekleştirme kültürüne geçiş’ olarak değerlendirdiği yazı kültürünü, yozlaşma ve ‘kültürel entropi’ olarak niteleyen Florence Dupont, yazının ‘soğuk kültür’üne karşı ayin şiirinin ‘sıcak kültür’ünü savunur. ‘Edebiyatın yaratılışından’ önce şiirin ‘okunan’ değil ‘yaşanan’ bir şey olduğunu savunan Dupont, ısrarlı biçimde ‘şölen’e vurgu yapar[5]. Ne var ki, sözel kültürün ‘sıcaklığı’ konusundaki haklı tespitleri, Dupont’un yazı kültürüne yönelik yaklaşımını tarih karşısında doğru kılmıyor. Ong’un bu konuda söyledikleri, daha gerçekçi bir yaklaşımı sergiler: “Yazı yardımıyla insan bilincinin yazısız özgeçmişini yeniden inşa edip koruyabiliriz; ancak bu yeniden inşanın kusursuz olmasını beklemeyelim (geçmişi bütünüyle zihnimizde yaratabilmek için yaşadığımız andan tamamen sıyrılıp kopamayız)”[6]. Benzer bir durum romanda şu ifadelerle geçmektedir: “Okuyucu, anlatıcının ne halde olduğunu aklına bile getirmiyordu; o yalnızca okuduğu şeye bakıyordu. Mihri bunu anlar anlamaz işi o kadar ileri götürdü ki, yazdığı kâğıttan okuyucunun yüzüne baktığını bile düşünür oldu” (121). Anlatıcının, ‘yazıcı’ya, dinleyicinin de ‘okur’a dönüşümü söz konusudur artık.


Anlatının Serüveninden…
            
Kurgunun sözden yazıya doğru akan seyri, edebiyat tarihinden romana yansıyan izlerde de ortaya çıkıyor. Söz ve yazı arasındaki gerilim, anlatıcı ve yazıcı arasındaki ‘diyalog’larda çeşitli biçimlerde verilir. ‘Kör ozan’, kör râvi (rivayet eden, anlatan), bir bakıma çarpıtılarak ‘yazıcı’ya dönüşür: Şeyh Nizamüddin’in karşısında ayakta bekleyen Zembilli İshak’ın aklından geçenler aktarıldıktan sonra şu ifadeler gelir: “İshak’ın bunları düşündüğünü o badem gibi gözlere sinmiş ışıktan anlıyoruz kör yazıcı. Hem zaten meraklanmana gerek yok, zamanla kendisi de bu düşünceleri açıktan söyleyecek…” (84). Anlatıcının yazıcıya yönelik ‘sataşması’ içinde dikkati çeken ‘kör yazıcı’, Homeros gibi anlatıcılara ilişkin çağrışımlar da taşımaktadır. 
            Anlatının söz ve yazı açısından niteliği de söz konusu olur kimi yerde; ‘Çilli Mesud’un ağzından verilen şu sözlerdeki gibi: “Nerde görülmüş anlatan kişinin yazabildiği? Aklı karışır insanın”(115). ‘Yazıcı’ Mihri ise şunları düşünmektedir: “… Mesud’un derinliğine hayret ediyordum. Onun sözlerini temize çekerken hep bunu nasıl başardığını anlamaya çalıştım. Sonunda bir şey buldum: Bunu denemek için  ‘Mihri’ dedim kendi kendime, ‘söyleneni yazarsan, anlatıcının gölgesi olursun. Söyleneni yazma, söyle ve yaz. Okuyan, senin sözünü kendi üstüne alsın.’”(115). Bu düşünceler, topluluk anlatıcısından zamanımızın yazarına; ‘râviyân-ı ahbâr’ veya ‘nâkilan-ı âsâr’dan toplumun ‘birey’ yazarlarına doğru bir akışın ifadesi sayılır. Aktarmak yerine ‘kendi sözünü söyleyip yazmak’! Mihri’nin bu düşüncelerinin, yazma sürecinin bazı yönlerine ilişkin vurgular da taşıdığı açık: “İnsan öğrenerek söylemiyor, söylerken öğreniyor. ‘Söyle ve yaz’ dedikten sonra gözümün önü ışıdı; o sırada hiçbir kutsal kitabın ‘ben’ diyerek konuşmadığı aklımdan geçiyordu”(115). Haber ve hikâye aktaran ‘râvi’nin yerini kurgu ustası romancının aldığı anlatıcı (narrative) yazının sancıları belirecektir artık; tabii, ‘sözün yeniden keşfi’ de: “Bunu anladı ve Mihri, anlatılanı değil, kendi sözünü yazmaya başladı. Gizlice. Sözü keşfetmek için…”(116).


Olay Örgüsü ve Trajik Vurgu
            
Korat’ın romanında, düş, düşün yorumu ve yıkıma gidiş gibi noktalarda trajik ögelerden esinlenilmiştir. Başka bir deyişle, romanın kökensel olarak dayandığı türlerden biri olan tragedya ile bağı yeniden üretilmiştir. Tragedyaya özgü,  çaresiz bir yıkıma doğru sürüklenen gidişatın ‘korku ve kokuşmuşluk’ vb. üzerinden bir ‘sonuca’ varması (exitu est foetida et horribilis) durumu da izlenmektedir. Diğer yandan ‘düşün yorumu’, anlatı düzeni içinde okura bırakılmış bir bakıma. Bu ‘klasik anlamda’ tragedyadan faklı bir durumdur. 
Anlatı düzeni birçok bakımdan önem taşır: İster Aristotelesçi ‘eylemin temsili’ veya çağdaş anlatının Propp tarzı işlev ve eylem kesitlerine dayalı düzeni bağlamında bakılsın; ister olay örgüsünün ‘zenginleştirilmiş karakterler’ üzerinden geliştirilmesi bakımından değerlendirilsin; bu düzen, yazarın kurduğu anlatı evreninin başarısı açısından önemlidir. Evet, kiminde, yüklenen işlev açısından bakılır. Örneğin Ricœur’ün belirttiği gibi, “Aristoteles eylemi kişiye göre öne almakla eylemin mimetik statüsünü düzenlemiş olur”[7]Yine Doğdu Tanyıldızı’nda bu tarz bir ‘mimetik statü’ söz konusu değildir. Ayrıca, Aristotelesçi ‘eylemin temsili’, Yunan filozofun ileri sürdüğü bağlamda ‘katharsis’ kavramıyla birlikte temellenir. ‘Katharsis’, elbette modern sanat yapıtları için de söz konusu edilebilir,  ama farklı bağlamda; tragedya ile romanın yapı ve ‘işlev’ açısından farklı yerlerde konumlandıkları unutulmamalıdır. Drama ortamındaki ‘eylem’ (dromenon) ile modern yapıta ilişkin okuma edimi birbirinden farklı şeylerdir. Ancak bu hususlar,  romanın olay örgüsünde tragedyaya ilişkin yankılar bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor.
            Tragedyada ‘felaket’ düş, düşün yorumu veya kehanetle bildirilir; olacaklar, ‘kader’ tarafından garanti edilmiştir adeta. Yine Doğdu Tanyıldızı’nda da ‘felaket’ baştan bildirilir. Orada da düş vardır; ‘hamur kıvamındaki altın burgu’ örülürken, örgünün ‘saçlar gibi çözülmesi’ başlarda bildirilir, sona doğru yeniden anımsatılır (10; 177). Roman karakterlerince dillendirilen trajik ifadeler ilginçtir: “Şeyh geç kaldı, çünkü felakete yol açacak kişi daima doğru yere, doğru zamana veya gerçeği söylemeye geç kalır” (52). Ricceur’ün, Franck Kermode’un İlyadahakkındaki bir yorumundan hareketle aktardığı gibi; “Karakter, ancak bir olayörgüsü üreterek anlam kazanabilir”[8]. Ayrıca, romanın anlatı düzeni ve olay örgüsündeki trajik ögeler, Giorgio Agamben’in,ilginçbir yorumunu anımsatır niteliktedir. “Antik dünyanın insanı, ne sefalet duygusunu bilir ne de son kertede insanın talihsizliğinden tüm azameti söküp alan şansı” diyen Agamben, neşenin acı bir yanılsamaya dönüşmesi halinde trajiğin devreye girip, sefalet ihtimalini bertaraf etmek için müdahale ettiğini[9]ileri sürer. Yine Doğdu Tanyıldızı’nın tragedyaya hem yaklaştığı hem de uzaklaştığı yerler de bu noktalar üzerindedir. Sonuçta, karakter ve olay örgüsü açısından, trajik ögelerin romana belirgin biçimde eşlik ettiği açıktır.


Metin ve Karnaval…
            
Metinde farklı söylemlerin buluşması veya ‘çok dillilik’, Bahtin’in ‘karnavalesk’ kavramı için önemli bir dayanak oluşturur. Öyle ki, Bahtin’in romanın ayırt edici özellikleri olarak belirlediği üç temel özellikten ilki; “Romanda gerçekleştirilen çokdilli (multi-languaged) bilinçlilik ile bağlantılı biçemsel üçboyutluluk”tur[10]. Diyalog biçimleri, anlatım/öyküleme (narration) biçimleri, betimlemeler, aforizmalar, şiirsel ünlemler, felsefi iddialar, mizah, trajik ögeler, çeşitli müdahaleler, romanı, gerçekten de Bahtin’in tanımladığı biçimde ‘karnavalesk’ kılmıştır. Ayrıca ‘çok-dilli’ anlatım, kahramanların bulunduğu konum, ruh halleri ile yaşam deneyim ve birikimlerinin de, romandaki zaman ve mekân örgüsü (kronotope) içinde, ‘kendilerine özgü’ bir dille temsil edilmesi anlamına da gelir. Bu dil, yine Bahtin’den esinlenerek söylenirse, ‘karakteristik ve diyalojik ilişkilerin parçaları’ ve ‘yazınsal dilin çeşitlemeleri’nden[11]oluşmaktadır. 
‘Karnavalesk’ özellikler Yine Doğdu Tanyıldızı’nda da belirgindir. Karnavalesk öge, “Bir de toplumsal dikkati eksiktir erkeğin, kadın bu duyarlılıkla pişmiştir ve kendini kapıp koyvermez.”(36) gibi genellemelerden  “Her insan sevmeyi annesinden öğrenir, babasında dener”(60) gibi iddialara, psikolojik, felsefi nitelikte ifadelere, şiirsel hava taşıyan çağrışımlara elverişli bir atmosfer yaratır. Okur, verilen her insanlık durumunun ‘kendine özgü hava’ taşıdığı bir ‘çok dillilik’ karşısındadır: Esnaf ocakları, şeyh, ‘baba nefreti’ (31-32), oğulla sorunlar (33-34); ‘kötülük’ retoriği (33, 59, 93…); ‘erkekliğe dönüş’: kabalık, sertlik, nobranlık (124-130)… ‘Yıldızlar ve altın’ (100); Tasavvuf, Hürremilik, Hurufilik, Melâmilik, Bâtınilik (102-115); İshak’ın din, şiir ve ‘yalan’ı buluşturan sözleri (99); ‘bilgeliğiyle nefret uyandıran’ Fazıla’nın linç edilerek katledilmiş filozof Hypatia’ya benzerliği (164) ve onun Merih, Nahid, tanyıldızına ilişkin kayıtları tuttuğu defterle ‘yıkım’  bildiren ‘trajik düş’ arasındaki bağlantı (167-168) ve benzeri metinler arası ilişkiler ‘karnavalesk’ atmosferi daha bir canlı kılmaktadır. 
            Sonuç yerine, başka açıdan da ele alınabilecek bir noktaya değinmekte yarar var: Romanın anlatım akışı, ‘anlatıcı’, ‘yazıcı’ ve ‘romancı’ ekseninde verilmekle birlikte,  ‘Tanyıldızı’nın lanetli ‘tılsımı’nı taşıyan kişi Fazıla’dır. O, ‘nefret uyandıran’ bilgeliğiyle yalnızca filozof Hypatia’yı değil; kendi ölümünü bile önceden gören Kassandra’yı da çağrıştırmaktadır. Önemli bir fark var elbette: Mitosta, Kassandra’nın hepsi ‘gerçekleşen’ kehanetlerine kimse inanmıyordu; romandaki Fazıla’nın kehanetlerinin ise kimse farkında bile değildi, öyle ki, kendinden bile saklanmış kehanetlerdi. Ayrıca kitapta hep övülen ‘yalan’ bir yandan da ‘yazıcı’ tarafından lanetlenmiş gibidir. Yine mecazın toprağından giderek, ‘anlatıcının’ (belleğin) çaresiz, ‘yazıcının’ (yazının) ‘sakar’ bir katil olduğu da söylenemez mi? ‘Tanyıldızı’nın, unutma ve anımsama, ölüm ve bellek arasında kurduğu ilinti bir rastlantı mıdır?

Notos Sayı 62 Ocak 2017


[1]Gürsel Korat, Yine Doğdu Tanyıldızı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014. Bu kitaptan yapılan aktarmaların sayfa numaraları metin içinde verilmiştir.
[2]John Fowles, Zaman Tüneli: Denemeler ve Notlar. Çeviren: Süha Sertabiboğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004; s. 55.
[3]Peter Lamarque, Stein Haugom Olsen, Truth, Fiction and Literature: A Philosophical Perspective. Clarendon Press, Oxford, 1994; s. 220-221.  
[4]Italo Calvino, Yeni Bir Sayfa. Çeviren: Kemal Atakay, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2008; 359–360.
[5]Florence Dupont, Edebiyatın Yaratılışı: Yunan Sarhoşluğundan Latin Kitabına. Çeviren: Necmettin Sevil, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001; s. 19–206.  
[6]Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi. Çeviren: Sema Postacıoğlu Banon, 3. basım, İstanbul:  Metis Yayınları, 2003; s. 28.
[7]Paul Ricceur, Zaman ve Anlatı-1: Zaman - Olayörgüsü - Üçlü Mimesis. Çevirenler: Mehmet Rifat- Sema Rifat, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007; s. 83.
[8]agy. s.82. 
[9]Giorgio Agamben, Nesir Fikri. Çeviren: Fırat Genç, İstanbul: Metis Yayınları, 2009: s. 83.
[10]Mihail Bahtin, Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme yazılar. Çeviren: Cem Soydemir, İkinci basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014; s.165.
[11]Mikhail Mikhailovich Bakhtin,  The Dialogic Imagination-Four EssaysTranslated by Caryl Emerson and Michael Holquist, Austin: University of Texas Press, 1981; s. 47.