Düşünüyorum da yaşam sevincini derinden hissettiğim, hoplayıp zıpladığım bir gündü. Beş yaşımdan büyük değildim. Ama kırlardaki gelinciklerden, papatyalardan başım dönecek kadar duygularım büyümüştü. Çocukların bazı şeyleri hayretle anladıkları kritik dönemeçler olur, bunu yıllar sonra kızımdan öğrenecektim, öyle bir gün yaşıyordum. Doğa her yanımı sarmıştı adeta; gün ışığının rengi koyuya dönmüş, Erciyes Dağı bütün ışıltısıyla ruhumu kaplamıştı.
Öyle sevinçliydim ki, uyku vakti geldiğinde sevinçle uyumak hakkımdı.
Fakat hoplayıp zıplamamız bitmeden ablamın ayağı burkuldu, annem de onu eve götürmek için faytona bindirdi. Babam yoktu o gün. Kahveden geldiğimizi görmüş.
“Yanlarında erkek olmaksızın faytona bindikleri için,” yani işte bu kadarcık bir “suç” yüzünden babam, annemi ve ablamı o gün akşam resmen ezdi.
Bu haksızlık aklımdan hiç çıkmadı.
Faytona binme suçuyla o zaman tanıştım. Çünkü o zamanlar yanlarında erkek olmadan faytona ya da taksiye binenlere kötü gözle bakılıyordu.
Benim kişisel dünyamda mı böyle şeyler var yoksa herkes için mi böyledir bilmem, güzel ışıltılı bir zamanın sonuna kötü şeyler eklendiğine belki de bu olay yüzünden koşullandım, güzel günler yaşarken sonundan korkar oldum.
Annemin “Çok güldük, ağlayacak mıyız yoksa” deyişi aklıma geliyor. Sanırım hepimizde en azından böyle bir kaygı var.
Belki yaşamımızda çok fazla ışıltı dolu gün oluyor ama unutuyoruz; arkasına olumsuz şeyler eklenen parlak günler aklımızda kalıyor.
Fakat şu anıyı unutmak ne mümkün! İşte ikinci unutulmaz ışıklı gün: Ağabeyimle bisiklete bindiğim bir çocukluk zamanı. O kadar çok eğleniyorduk ki küçük olduğum için ben akıl edemedim, ağabeyim de zaten bisikleti kullanıyordu, görmedi, ayağım arka tekerleğe sıkıştı. Eğer çekmesem bugün topal biri olurdum! İyi kötü kurtardım fakat topuğum fena kanıyordu. Ağabeyimin beti benzi soldu, ne yapacağını bilemedi. Çünkü babama hesap verecekti ve eğlence arasında yaşadığımız bu olay akıl alacak gibi değildi.
Ağabeyim korkudan, ben acıdan ağlıyorduk.
Babam öyle sert bir adamdı ki, korkmamak olanaksızdı.
Ağlaya ağlaya eve geldik. Babam bizi şaşırtmadı, derhal ağabeyimin üstüne yürüdü. İşte o sırada ağlayarak “Baba onun bir suçu yok!” diye bağırdığımı hiç unutmam; o günü hâlâ derinden anımsar, hıçkırığını tutan o çocuğu göğsümde hissederim.
Yok bitecek gibi değil, başka bir ışıltılı gün daha geliyor aklıma. Yaşam mutlu olmanın cezasını mutlaka kesiyor.
Gençlik yıllarım. Bir arkadaşımla okul çıkışında, bahçe duvarında paydos zilini bekliyorduk. O zaman siyasal çatışmalar vardı ya, grupla birlikte yürüyerek eve dönecektik. Tek başına yürünmezdi, “karşı taraftan” birileri çevirir, bizi dövebilirdi.
Kayısılar patır patır çiçek açmıştı, doğa güzellikten yarılıyordu. Öyle mutluydum ki yaşama sevinci üzerine sayısız şey söyleyebilirdim, Nazım’ı yeni yeni okuduğum çağdaydım, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanını, bütün o karamsar içeriğine rağmen çok seviyordum. Şiirler romanlar bana kavga mavga değil, apaçık yaşamı söylüyordu. Arkadaşımla da sanırım böyle şeyler konuşuyorduk.
Okul dağılmaya başlayınca yerimizden kalkmaya hazırlandık. Tam o sırada köşeden bir polis otosu döndü, koca bir minibüs. Okuldan tanıdığımız iki arkadaşımızı kovalıyorlardı: Çocuklar soluk soluğa geldiler, dermanları bitmiş görünüyordu, tam önümüze yıkıldılar.
Başka yere değil, tam önümüze!
Polisler bu ikisini arabaya tıkıştırırken, bizi de gördü, burada ne yaptığımızı sordular, biz bir yanıt bile veremeden ekip otosuna sürüklendik ve soluğu nezarette aldık.
Gözaltına alınan dört kişiden birinin babası okul müdürüydü, öbürü doktor çocuğuydu, üçüncüsü ise ikinci şube müdürünün oğluydu, dolayısıyla ihale benim sırtıma kaldı. Gariban ve kimsesiz bir adamın oğlu olarak, orada bulunan bıçağın sorumlusu yapıldım, polisler bıçağın benim olduğunu tutanağa yazmışlar. Sorgu morgu, mahkemeye çıkardılar. Kovalanan o iki çocuk ve benimle duvarda oturan arkadaşım mahkemede yoktu. Hakim benim “bıçaklayıcı” biri olacağıma kanaat getirmiş olmalı ki, tutuklanmama karar verdi. Aynı günün akşamında “kapı altında” tıraş edildim ve adli suçluların fink attığı, on sekiz yaşındaki bir çocuk için korkunç bir yer olan “tecrit koğuşu”na konuldum.
O gün işlemediğim bir suçtan ötürü cezaevindeydim ve gördüğüm şey inanılmazdı.
Kırpık kıllardan ötürü rahatsız olan ensemi kaşıya kaşıya avluya bakıyordum ve birilerinin voltasını kesiyordum. Böyle bir şey için bile insanı şişleyeceklerini bilmişordum henüz; bu nedenle biri hemen beni kenara çekti ve bunu bir daha yaparsam ne olacağını parmağını göğsüme bastıra bastıra anlattı.
Hemen koğuşa döndüm, o zaman hapse girenlere yataklarını ailesi getirirdi, yatağım gelmişti, almaya gittim. Aman allah, bu ne bela bir şeydi, battaniye, yatak, pijama, şu bu.
Günler geçmek bilmeyecekti ama neyse ki solcular yanlarına aldırdı beni. Burası tek tek hücrelerden oluşmuş, kendi içinde iki katlı, müşahade bölümü denen bir yerdi. Gündüzleri kapısı açık olur, geceleri saat on birde kilitlenir ve sabah yedide açılırdı.
Hücreme girdim, yatağımı ranzaya serdim, kitaplarımı rafa dizdim, her yeri sildim ovdum, kendime bir yaşam alanı kurdum.
Cezaevinde bulunmak koyuyordu bana. Dışarıdaki yaşam gürül gürüldü, bulutlar kümelenmişti, yaşam her yerden çılgınlar gibi fışkırmaktaydı.
Düşünüyorum da şaşıyorum fazlasıyla; doğaya bakıp mutlu olabilen halim beni çok sevindiriyor, halen öyleyim ama o zamanlar bunu yeni yeni deneyliyordum.
Olacak şey mi şu, cezaevine girişimin onbeşinci günü olsa gerekti, kocaman bir isyana tanık oldum!
İsyan deyip geçmeyelim, korkunçtu. Gecenin bir yarısı bağrışmalarla doğruldum. Büyük bir patırtı. Silah sesleri işittim sonra. Hücrede yalnız olduğum için bir şey anlayamadım. Meğer demir kapılar mahkumların deyişiyle tek tek “patlatılır” ve isyan büyürmüş o sıra.
Az sonra “halkımız” kapılara dayandı, bizim müşahade bölümünün kapı kilidini de “patlattılar” ve “Kahrolsun faşizm” diyerek içeri doluştular. Fakat bize gelmeden önce, halk kılığında dolaşan bu lumpenler reviri bastıkları için optalidon ve “sarı kız”dedikleri diazem gibi bir hapı, şunu bunu, ne varsa çalmış, zehir gibi bir çayla kafa yapmak üzere, bizi de kendilerine suç ortağı yapma garantisiyle yola koyulmuşlardı.
Öldürdükleri bir kabadayıyı sürükleyerek getirdiler, kapının önüne attılar.
Aslında bu isyan iki çıkar grubunun çatışmasıydı ve haklı hiçbir tarafı yoktu. Yanımıza gelir gelmez de hücrelere daldılar ve kurşun boruları sökerek demirden sopalar yaptılar.
Alt katı su bastı.
İnsanlar ayak bileklerine kadar suyun içinde dolaşıyordu ama kimse bu çakal grubuna ne yapıyorsunuz demiyordu, solcular lumpenlere teslim olmuştu. “Kahrolsun faşizm” sözü bizimkilerin aklının tutulmasına yetmişti. Halkımızın önderlerinin peşinden geldiğini düşünerek göneniyorlardı.
Ben kısa sürede boş gevezelikle ve şiddetle dolu bu tevatürden yoruldum ve üst katta bulunan hücreme girdim, gözlerden uzakta durdum.
Derken elektrikler kesildi.
Gardiyanlar rehin alındığı için yönetim yavaştan alıyordu, pazarlıklar yapıldı ve üçüncü gün her şey bitti; isyan sona erdi.
Yönetim rahatlamıştı, herkesi avlulara topluyor, sırayla koğuşları arıyor, zulaları “patlatıyor”du. Bu yerinde bir şeydi, çünkü isyan süresince gözümün önünde gazocağı ayaklarından yapılma şişler, demirden yapılmış gülleler, kurşun borulardan oluşturulma sopalar biçimlenmişti. Bunların birilerinin elinde olduğunu bilerek yaşamak bile ürperticiydi.
Bizim bölüme geldiklerinde uzun bir arama tarama yaptılar. Avluda bekleşiyorduk, hava yine olağanüstü güzeldi; benim herhangi bir suçum olmadığı için rahattım ve arkadaşlarla gülüp eğleniyordum.
Avluya bir gardiyan çıktı ve benim hücrenin numarasını söyledi.
İlk çağrılan ben olmuştum!
Oysa nasıl da mutluydum. İsyanı lanetlemiştim, dışarıda annemin babamın ömründen ömür alan bu olay yüzünden günlerce kıvranmıştım. Babam, üç gün boyunca cezaaevi önünde haber beklemiş, bana ulaşamamıştı. Her şey tam da bitti derken bu da neyin nesiydi?
İçeri girdim, gardiyan önümde ben arkada yürüdük.
Baktım benim hücrenin önünde takım elbiseli gravatlı iki üç bürokrat duruyor; hallerinden tavırlarından anladım, bunlar savcı, cezaevi müdürü gibi kişilerdi. Meğer gözlüklü temiz yüzlü, bıyıksız adam da Cezaevleri Genel Müdürü’ymüş, gardiyanlar asıl onun için hazıroldaymış.
Ben gelince, hepsi birden baktılar.
Cezaevleri Genel Müdürü Veli Devecioğlu, beni görünce gülümseyerek elini omzuma koydu, başıyla odamı gösterdi: “Bu oda senin mi evladım?”
Baktım odama. Battaniyem serdiğim gibi duruyor. Kitaplarım, bir iki fotoğraf, defterim, sabun, yapma çiçekler.
Odam aranmamış.
“Bu odanın sahibini merak ettim” dedi Veli Bey, “Aferin. Çok güzel. Odası böyle olan birinin suçla bir işi olamaz diyordum arkadaşlara. Temiz yüzlü bir çocuksun. Teşekkür ederim evladım. Bu odayı aramayacağız.”
Odayı aramak şöyle oluyordu: Yataklar paramparça ediliyor, yorgan sökülüyor, odada ne varsa çiğneniyordu.
İşlemediğim suçtan yargılanmayı beklediğim sırada işlemediğim başka bir suçtan ayvayı yemek üzereydim ki, kurtuldum.
Fakat yıllar sonra askerde iki arkadaşımın, askeri isyana teşvik etmek suçundan 28 yıl cezaya çarptırıldıkları gün, ben sanıkların tanık gösterdiği askerlerden biri olarak mahkeme salonundaydım.
Avukatları ise Veli Devecioğlu’ydu! Yıllar önce, cezaevinde hücremin kapısında dikilen Veli Bey, emekli olmuş da avukatlık yaparmış meğer.
Asker giysileri içinde, en az on yıl sonra tanınacak halde değildim.
Tanıklık ettim, hiçbir etkisi olmadı. Az kalsın tanıklık etmek suçundan kodesi boylayacaktım. Fakat nedense, şaşılacak bir şey, bana bir şey olmadı.
Isparta’da gül mevsimiydi. İnanılmaz güzeldi ortalık.
Askerliği güç bela tamamladık.
Aylar sonra cezaevinde boş yere yatan bu iki kişinin cezasını askeri yargıtay bozduğu için, Genelkurmay’da açılan davada tanık olarak yeniden dinlendim. Verdiğim ifade çok işe yaramış olmalı ki Veli Bey, beni bürosuna çağırdı, konuştuk. Özel yaşamlarımızdan söz ettik, geçmişimizden. Kayseri’den.
Fakat ben, Veli Devecioğlu’na işlemediğim suçtan ötürü cezaevinde yatan o çocuk olduğumu söyleyemedim.
O gün “aferin” denen çocukla övünmek istemedim. Utandım bundan.
Bütün bunları soğuk ve güzel bir Kasım gündüz vaktinde yazıyorum. “Güzel bir gün” demek istemiyorum, ki kötü bir şey olmasın.
Yalnızca şunu düşünüyorum şimdi: Keşke kır gezisinde ablamın ayağının burkulduğu o gün babam anneme kızmasaydı. Keşke ayağımın tekerleğe sıkıştığı için ağabeyimi kovalayacağına “Durun çocuklar, korkmayın” dese, bizi teselli etseydi. Keşke bahçe duvarında otururken bizi gözaltına alan polisler yüzümüze gülse, düşmanca bir tutanak hazırlayıp beni içeri atmasalardı.
Bir suçla boş yere suçlanmışken, omzunda güven veren bir elin yumuşaklığını hisseden insanlardan olabilmenin mutluluğu çok büyük.
Ne mutlu, suçlu görünümü altındaki insanı yumuşacık tutabilen ellere.
Alt Zine, Kış 2018
Alt Zine, Kış 2018