Düşüncenin Yön Gösterici Oku
on 20 Temmuz 2016 Çarşamba
Etiketler:
Yazar ve kalemi üzerine
/
Comments: (0)
Picasso, 1946
Kalem toplumsal ilişki aracıdır:
İlkokulda sınıfın bir köşesindeki çöp kutusuna “kalem açmaya” gider, bir kaç
kafa orada toplaşır, usul usul, çocuk dilince kim bilir neler konuşurduk?
Kalem bellektir: Geçmişin bilicisi ve
tarihin kurucusu kalemdir. Kalem düşlemdir: Geleceği inşa etmek kalemden önce akla
gelmemiştir. Kalem, zamanın üstünde kaydırakla dolaşan haşarı bir çocuğa
benzer.
Kalem yalnızlıktır: Kalemi eline alanın
biraz da vay halinedir.
Bana her şeyin alışverişi zor gelir
fakat yalnızca kalem almak için, -salt bunun için- kırtasiyecilere giderim ve
bu bana neşe verir.
Ayırıcı kalemim kırmızıdır, onunla
önemli yerleri işaretler, “aman dikkat” dediğim notları alırım. Mavi ve siyah
kalemleri ise olağan notlarımı aldığımda kullanırım.
Tükenmezle sert bir zemin üstünde duran
tek sayfa kağıda yazmaya bayılırım. Zevk duyarak yazdığım tek biçim budur. Bunun
dışındaki hallerde yazmaktan değil yazdıklarımdan zevk duyarım. Sıvı mürekkepli
kalemler kaprisli görünür gözüme, ya mürekkep akıtırlar, ya el boyarlar, ya
tıkanırlar, ya kesik kesik akarlar: Zevk alarak yazmasam da defterlerim genelde
bu kalemlerin işçiliğiyle doludur.
Kalemin ucu inceldikçe yazasım çoğalır;
fakat ince uçlu kalemler akışkanlık konusunda sıkıntılıdır; kalın uçlu kalemler
ise mürekkebi bol keseden harcar ve yazıyı berbat eder. Bu nedenle dikey
kalemlikten çok yatay duran kalemlikleri severim: İçindekileri kusturmadığı
için.
Kağıtlara kıyamam, çok önemli şeyler
yazdığımı düşündüğüm zamanlarda bile kağıdın her iki yüzünü de kullanırım. Bir
yüzü yazılıp atılmış kağıtlar bana herkesi ayıplıyormuş gibi gelir.
Ne parlak kağıda ne de saman kağıda
yazmayı severim. Bunların biri gereksiz lüks, öbürü ise yorucu denecek kadar
dayanıksızdır. En iyisi parlak cinsten sarı kağıtlardır; onlar yoksa birinci
hamur beyaz kağıt yeğlenebilir.
Bunları söylüyorum ama yazdığı
kağıtları dosyalayıp biriktirenlerden değilim: defterlere yazar ve onları
biriktiririm. Doğrusu her kitap için koca bir defter dolusu not tutarak çalışırım:
Bunlar çeşit çeşit bilgiyle dolu, ilham verici defterlerdir ve kitaplığımda
mutluluk verici bir “bellek rafı”nda, yan yana dizilmişlerdir.
Bu durum beni kağıtlara kıymamış biri
yaptığı gibi yazdıklarını arşivleyebilmiş biri de yapar.
Kurşun kalemin yaşamımda yeri yoktur
fakat kontenjanı hep durur, bir gün gerekli olur diye kalemliğimde ona da bir
yer bırakılmıştır. Silgi ve kalemtıraş, kalemucu, zımba, mektup açacağı, küçük
not kağıtları, kitap bellekleri ve bant masamın kalemle arkadaşlarıdır. Çünkü
hiçbir kalem tek başına anlam taşımaz, yazdığınızı zımbalayacak, dosyalara
koyacaksınız, bazılarını bantlayıp bellek olarak bilgisiyara, dolaba asacaksınız,
bazılarını da üzerine notlar yazarak kitapların arasına sıkıştıracaksınız.
Kitap arasına kalem koymayı sevmem,
kitabın şeklini bozar ama bazen koyduğum da olur, kendime kızarım.
Kaleme tapınmam ben; yani “kalem de kalem”
diye övgüler yağdırmaktan hoşlanmam. Benim kalemlerim “her zaman benim olan ve
her yerde hazır duran” tanrısal özellikler içinde değildir. Evliya gibidir
benim kalemlerim, darda yetişen, işimi gören. Lüks kalemlerden hoşlanmam,
pahalı ama yazmaya yaramayan kalemlerin hiçbir zaman sahibi olmamışımdır.
Hiçbir iyi marka kalem bilmem, bazıları gözünü belerterek: “Ooo, bir kerecik
elime aldım, o nasıl bir şey!” diyerek markalı kalemleri över ya, hiç özenmem.
Çünkü ben iyi defter ve iyi kalem alıp iyi şeyler yazacağını düşünenlerden değilim.
En değerli notlarım kimsenin yüzüne bakmayacağı çizgili ince defterlerde durur,
çünkü ona denk gelmiştir önem verdiğim şeyler. Yaşam gibi yapmacıksız,
gösterişsiz yazmanın yolu yazmayı amaç edinmektir, defteri ya da kalemi değil.
Kalem diye inlemem ama basit de olsa
kalemimin “yerinde” olmasını isterim. Kimse dokunmamalıdır ona. Bazılarının “çalışma
masasına dokundurmama” nevrozu benim dünyamda kaleme yöneliktir. Benim özellikle
kızımla yaşadığım kalem kavgaları hep böyle olmuştur:
“Masamı istediğin gibi karıştır ama üç
renkten, her zaman hazırda tuttuğum kalemlerimi benden habersiz alma.”
Bu seslenişte mülkiyetçilikten çok,
tehlikeye karşı aşılanmış olma, güvende olma duygusu vardır. Kalemin her
zamanki yerinde yokluğu yazanlar için gerçek bir öfke nedenidir.
Kaleme dokunmama kuralı çocuklu evde işlemez;
bu nedenle onları sakladığım çok olmuştur. Bunun nedeni “aradığım zaman bulma”
duygusudur. Çünkü “düşünceyle çalışanlar” bilir ki, yoğun dikkat ve özen
gerektiren bu iş, o düşünceyi bozan sıradan yokluklar yüzünden darmadağın olur.
Bu nedenle bir yazarın en dikkat ettiği teknik ayrıntı kağıt ve kalemle ilgili
olanıdır.
Fakat öte yandan yaşam, yazarı kağıt ve
kalemle ilgili olarak sürekli sınar: Gerekli zamanlarda kağıt ve kalem bulamadığım
çok olmuştur benim. Karadeniz’de bilmem kim teyzenin evinde balkonda otururken,
Fethiye’de, tiril tiril tişört ve gömlekle gezerken, bir ören yerinde karanlık
bir dehlizden geçerken ya da denizde üstümde mayodan başka bir şey yokken. Kalem
elime geçtiğinde felaketi kavrayıveririm: Bütün düşüncelerim ya suya, ya karanlık
geçitlere ya da balkondaki çiçeklerin dibine çoktan dökülmüştür.
Herkes bilir ki yazar çantasında ya da
cebinde kalemsiz kağıtsız gezmez ve en olmadık yerlerde karşısına çıkan
düşünceleri yeri midir, zamanı mıdır demeden avlar. Oysa yaşamın cilvesi bu ya,
düşünce bazen kalemin olmadığı bir zamanda çıkagelir. Alaycı bir tazı gibi kendini
gösterip kaçmaya hazırlanan o düşünce, elini silahına atan kovboyu andıran
yazarın boş cebindeki kalemi aranışını kikirdeyerek izler. Birden aklına gelir
yazarın: Kalemi biraz önce postanede kaleminizi
alabilir miyim diyen biri kullanmış, postane kargaşasında da geri vermeyi
unutmuştur. “Kalem, kalem” diye inle dur artık: Çünkü bilirsin ki şu anda
aklına geleni yazmazsan bellek çok geçmeden başka bir şeyi tutup bunu unutacak
ve sen de o aklıma gelen neydi diyerek kıvranacaksın.
Kalemleri ödünç vermeyi sevenlerden
değilim ama kalem ödünç almaya itirazım yoktur. Buna isteyen bencillik
diyebilir; fakat ben tedbirlilik
diyorum.
Araba kullanırken aklıma gelen şeyi
yazmak istiyorum, zor oluyor. Bu nedenle önlemleri çoğaltıp birazcık “teknikleştim”:
İyi kayıt yapan telefonlar çağındayız, mikrofona söylüyorum, ne yapayım. Kayıt
cihazı çıktı, yazı yazmanın törenselliği bozuldu; ama olsun, yine de yazarlığa
yardım eden her şey iyidir, diyelim.
Öte yandan, kalabalıkta, öğrencilerimin
arasında veya kafede otururken aklıma gelenleri ses kayıt cihazına almakta
zorlanıyorum, gülünç görünmekten çekiniyorum. Sonunda şöyle bir yol buldum:
Telefonla konuşur gibi yaparak ne söyleyeceksem söylüyor ve cihazı kapatıyorum.
Gece uyurken aklıma bir şey gelir de
onu sabaha bırakırsam hiçbir şeyi anımsayamadığımı acı dolu bir iki deneme
sonrasında, üstelik çok gençken anladım. Anlamakla sorunu gidermek arasında bir
hayli uzun zaman geçiyor, uykuda aklıma bir şey gelirse, gerekçe uydurmadan
doğrulup yazmayı ancak orta yaşlı bir adam olduğumda becerebildim: Fırlıyorum
ve hemen yazının başına oturuyorum artık.
Bazen yazı yazarken bileğimin
ağrıdığını görüp şaşıyorum: Ben miyim o bitmek tükenmek bilmeyen sayfaları
yazan? Bu ağrı da ne? Yazmaktan nasır tutmuş orta parmağıma bakıyorum nasır
biraz azalmış, ellerim pamuklaşmış azıcık. Bunun nedeni bilgisayara alışmak ve
kalem belleğini unutmak elbette. Elle yazmak güç geliyor artık. Daha hızlı ve
verimli yazmanın yolu klavyeye dokunmak ve kesip biçerek, yapıştırarak daha
hızlı düşünmek.
Bu konuda romantik değilim,
bilgisayarın yarattığı nimetleri severim. Fakat şunu bilir ve inanırım ki el
yazısı her şeye rağmen yazarın iç dünyasının görünmesini sağlayan özel bir
aynadır, yazarlar çağlar ne olursa olsun el yazısıyla var olacaklardır. Bütün
insanlık görme dilini ve yazısını icat etse bile yazarın kendine özgü bir el
yazısı sistemi bulunacaktır.
Bunu şunun için söylüyorum: Düşüncenin
uzantısı el olmaksızın düşünülen şeyi kaleme “indirmek” ve somutlamak
olanaksızdır. Bu somutlanan şeyi ancak yazı dönüştürür ve yeniden düşünceye
gönderir. Yani soyuta giden yolda kalem bir levha gibi, bir ok gibi daima yön
gösterir. Yazar kanımca, “Yazmazsam delirecektim” diyerek kalemini öpen Sait
Faik’i aklından çıkarmamalı, kalemini çok sevmeli ve ona zaman zaman övgüler
yağdırmalıdır.
Edebiyatın Aracı da Amacı da İnsandır
on 3 Temmuz 2016 Pazar
Etiketler:
Express Dergisi'nin Unutkan Ayna Röportajı
/
Comments: (0)
Gürsel Korat’ın
son romanı “Unutkan Ayna” Nisan ayında (YKY) yayımlandı. Bu romanda 1915 yılı
Haziran ayının on günü anlatılıyor. Yozgat ve Kayseri’de başlayan kırım,
çoğunlukla Rumların yaşadığı Kapadokya bölgesine yaklaşırken Nevşehir’deki
Ermenilerin bu olayı bekleyişi kitabın konusu. Romanda duyu organlarını çağıran
bir dil, heyecanlı bir akış ve sürpriz açılımlar var. Romanın finali ise
beklenmedik bir biçimde gelişiyor ve şoke edici. Bu romanı dolayısıyla yazarla
bir şöyleşi yaptık.
-Neden 1915? Yazar olarak sizi Unutkan Ayna’yı
oluşturmaya iten nedir?
Ermeni kırımını
anlatmak Türkler için bir vicdan ve ahlâk borcudur. Fakat olayları estetik
düzeye çıkaramadığınız, onları sanatın gücüyle dile getiremediğiniz sürece de
politik bir yüktür. Yalnızca topluma değil yazara da yüktür. Yüreği bütün
insanlık için çarpan bir yazarın kendi toplumundaki “ötekilere” yapılanları
görmemesi insanca bir davranış olmaz.
-Ermenilerin başına gelen şey, sizce nedir?
Siyasi, dini ve
etnik olarak haritamızdan silinmişlerdir.
Nedeni?
Ülkemizi
1830’lardan beri bölünme ve parçalanma korkusu yönetiyor. Bu, şüphesiz boş bir
korku değil. Osmanlı kırk ambar gibiydi, bölünmeye devam ettikçe devlet
öfkelendi. Dağılmayı önlemek için baskı rejimi kurmayı seçti. Padişah gibi
düşünenler başımıza gelen her kötülüğün Tanzimat’tı, Islahat’tı, Kanun-i
Esasi’ydi, Meclis’ti, bunlardan çıktığını düşündüğü için anayasayı 1876’da rafa
kaldırıp meclisi kapattı. O zulüm düzenini 1908’de yıkanlar, meclisi açtı, “eşitlik,
kardeşlik özgürlük” diyerek iktidara geldi ama çok kısa sürede azınlıkların
özerklik isteklerini bölücülük sayarak kendi meclisine darbe yaptı. Sonrası
trajedidir: Sevr’e gelindiğinde bölünmeyi önlemek isteyenlerin elinde Karadeniz’in bir iki limanından başka
şehir kalmamıştı.
-Şimdi de yine özerklik konusu, yine aynı olaylar. Tarih
tekerrür mü ediyor?
Konumuz edebiyat.
Fakat oturduk siyaset tarihi konuşuyoruz. Bunun nedeni sözün yaşadığı temsil
krizidir. Bu, “siyasetin ve sanatın sözü krizde” demektir. 1911’de de öyleydi.
Ülke yangın yerine dönmüştü çoktan, fakat sanatın sözü artık Servet-i Fünun’da
değil millî edebiyatta çınlıyordu: Turan
romanları yazılmaya başlanmış, kahramanlık destanları ortalığı kaplamıştı. Bunlar
dönemin siyasetinin yansımasından ibaretti: İttihat ve Terakki kendi meclisine
darbe yapmış, farklı düşünceleri yasaklamıştı. Demek ki aslında tarih tekerrür
etmiyor, sorunu “şu şekilde” çözmeye yönelmiş olan akıl hep aynı çözüme
yöneliyor. Bu bir temsil krizidir. Neredeyse yüz elli yıldır söz toplumun bütün
katmanlarında aynı ve tek şeyi söylüyor: Monistik bakış, şiddet ve kahramanlık
edebiyatı. Yüz elli yıldır özerklik diyene bölücüsün diyorlar. Özgürlüklerin
önü hep bölünme travmasıyla kesiliyor. 1914’te Ermeni milletvekillerine ve
aydınlarına “meclis falan yok yürüyün” dediler, trajedi Osmanlı’nın yıkımına
kadar vardı. Bugün de aynı akıl aynı planı işletmeye çalışıyor. 1984
distopyasını yaşıyor gibiyiz artık. İroni ve açmazlarıyla hem de: Barış diyeni
hapse atıyorlar, katillere hoşgörü konferansı verdiriyorlar.
-Temsil krizi kavramını açalım mı, bundan neyi
anlıyorsunuz?
Sözün çoğulluğunu
yitirmesini anlıyorum. Siyasetçi sözünün düşmanlar icat etmesi, sanat dilinin
de çoğul bakışını yitirmesi. Sanatçının biz’i, ötekiler’i var. Böyle bir
edebiyat olmaz. Muhafazakâr sanat bildirileri yayımlanıyor, kimsenin gıkı
çıkmıyor. Sanat siyasal tezlerin doğrulanma sahasına dönüşmüş, çoğulcu
niteliğini, bilim insanına özgü nesnellik savını yitirmiş.
-Siz de siyaset yapmıyor musunuz romanınızda? Yazar
siyaset dışı mı?
Asla. Ben romanda
siyasi tez öne sürmem. Çünkü kanımca romanın amacı da aracı da insandır. Ben asla
siyasi tezlerin hangisinin doğru olduğunu kanıtlamak için roman yazmadım. Unutkan
Ayna’da da öyle, siyaseten oluşmuş bir dönemi önce apaçık çizdim, geri plana
koydum ve insanları bu atmosfer içinde anlattım. Ben yazarın siyasi düşünce
taşımasına değil, yazarın sanatta siyasi temsile soyunmasına karşıyım. Sanatçı
siyaseti veya dini temsil ettiği zaman herkes bilir ki o kafasındaki doğruları
birilerine söyletmektedir. Günümüzün monolojik romanları zaten bunu yapıyor. Ya
Yavuz’u övüyor, ya Allah’ı. Sanat kimseyi övemez artık. Savaş ve Barış’ın,
Nana’nın, Dorian Gray’in, 1984’ün yazıldığı bir dünyada sanatın birilerini
övmesi bir alçalmadır. Sanat kendi içinde bir amaca sahiptir, bu amaç insanın
insan tarafından keşfidir; bu keşif Kundera’nın söylediği gibi insan hakkında
bilinmeyen bir hakikatin ortaya çıkarılmasıyla uğraşmaktır. Bunu yaparken sanat
siyaset de dahil her türlü konuyu
seçebilir. “Sanatçının düşüncesi sanat eserinde gizlenmelidir” diyen Engels’ten
yanayım ben. Çünkü sanatın hamuru, güzellik ve hazla yoğrulur; halbuki siyasete
elini atan herkes ilkeler, önermeler, programlar önünde olduğunu bilir.
Siyasette sanatın hamuruna aykırı şeyler durur. Neyi nasıl ele alacağını
bilmeden sanata olduğu gibi dalan siyaset, züccaciye dükkanına dalan fil etkisi
uyandıracaktır.
-Romanı ve öyküyü “geçmişin edebi temelde yeniden düzenlenmesi”
olarak da kabul edebilir miyiz?
Kurmaca zaten
bütünüyle hayalidir, bir defaya özgü olarak o sanat yapıtında derli toplu
olarak geçmiş düzenlenmiştir diyebiliriz. Öte yandan tersine ütopyalar
yazdığımız zaman da geçmişi yeniden düzenleriz. Hatta ütopyalarla, geçmişi “gelecekte
düzeltmiş” ve düzenlemiş oluruz.

Çocukluk, ana
kucağı ve dil diyebilirim. Hep bunu söyledim, yinelemekten de zevk alırım. Bir
başka neden de periferisi çok az bir edebiyat bizimki. Yaşar Kemal ve Orhan
Kemal olmasa Çukurova, Kemal Tahir olmasa Çankırı, Mavi Anadolu hareketi olmasa
Ege kıyıları pek az söylenecekti. Edebiyatımızın ağırlıkla İstanbul ekseninde
durması hem bölgesel hem de dilsel bakımdan bana aşırı göründü hep.
-Romanlarınızda ve öykülerinizde Anadolu’nun değil de
Kapadokya’nın yani Kayseri, Nevşehir, Yozgat ve Niğde’nin şehir olarak fazlaca
yer kapladığını düşünürsek yazdıklarınızı bir ucuyla geride bıraktığınız
dünyayla ve çocukluğunla ilişki kurma biçimi olarak da anlayabilir miyiz?
Ayrıca bu ilişkiden bugüne dönük neleri çıkarmalıyız?
Yazar olarak
merkezin dışında durmayı ve unutulan zamanın diline odaklanmayı seçtim.
Şüphesiz, ana kucağının diliyle düşünmemin yazdıklarıma etkisi büyük oluyor.
Belleğim kendi akışında giderken bile Anadolu’ya özgü bir tınlayışla konuşur
oldu. Yazdıklarım merkezden uzağa yöneldikçe sanırım bir merkezkaç hızıyla
içimdeki dilsel odağın da dışarı çekildiğini görüyor ve bundan yeni dil
olanaklarına ulaşıyorum.
Bu yönelişten
çıkardığım bireysel sonuç bu. Toplumsal sonuçlar varsa, onu bilemem.
-Tehcir ve kırımdan uzun zaman sonra yaşanmış olan
bir çocukluktan bakınca başta Kayseri olmak üzere Yozgat, Nevşehir’de, Niğde’de
ne vardı ya da size ne kalmıştı?
Annemden Ermeni
kıyımına ilişkin hikayeler dinledim. Ona da annesi anlatmış. Giderek benim
memleketin, yani anne baba bakımından Yozgatlı olmamın sonuçları ortaya çıktı:
Bizimkiler Çandırlıdır, bölgenin en büyük Türk
ve Sünni yerleşimi. Çevremiz ise neredeyse Ermenilerle çevrili:
Boğazlıyan, Terzili, Çokradan, İğdeli, Uzunlu, Felahiye. Felahiye’ye o zamanlar
Urumdiğin diyorlar. Yukarıda Akdağmeni, Rum. İnsan böyle bir çevrenin bıraktığı
izlerle büyürse, bilincine eski zamanın izleri sızıyor. Mekandan bile. Zaten
ayrıca ömrümün ilk yirmi yılını geçirdiğim Kayseri’de Ermeni kilisesinin önemli
bir cemaati vardı, maşatlığın yanındaki tarlada top oynardık. İleride Battal
Gazi kayalığı. Bu tarafta Melikşah türbesi, ortada Roma’dan kalma kale. Dış
kale surlarında saklambaç oynayan son nesildenim ben.
Büyüdükçe
Ermenilerin ortadan kaybolduğunu hissetmedim bile. Farkında olmadığım dinsel,
cinsel, etnik ve kültürel baskıyı büyüdükçe ve solcu oldukça anlamaya başladım.
Beni etkisi altına alan sihir, “yazmak” oldu. Bu geçmişi içimde duya duya yaşayıp
da, -Sait Faik’in dediği gibi-yazmazsam delirirdim.
-Romanın geçmişi hem mekânsal hem de insani temelde idealleştirme
bir tehlikesi yok mu?
Olabilir de,
yazar bunu hesap edemiyorsa, yazmasın. Hesap ettiği halde idealleştirmek de
mümkün oluyorsa, yazar buna ne yapsın?
- Kapadokya şehirlerinin ve etrafının dünyasını yazıyorsunuz.
Bu aynı zamanda Kapadokya’da geçmişte birlikte yaşama kültürünü anlatma gibi
tavırdan besleniyor olabilir mi?
Çocukluğumdan
seçebildiğim ilk şarkının izlerini hayal meyal anımsıyorum. Sonra İstanbul’da
içtiğim bir gazozun. Okuduğum ilk yazının ve gördüğüm ilk resmin hepsi örtük.
Bunların tadını rengini ya da dokusunu ömrümce aradığım gibi, benden önceki
dünyanın bilgisini aramayı da sürdürüyorum. Belki de izini bulamadığım o şeyler
yüzünden izini bulduğumu düşündüğüm daha eski şeyleri yeniden yaratıyorumdur.
Bir de çocukların oyuncaklarını kurcalarken kırması kendilerine yönelik
meraktandır, ben sürekli kırıyorum çocukluğumu.
Geçmişi
anlattıkça öğreniyorum. Tuhaf ama gerçek bu. Öğrendiğim her şey bende daha
büyük bir arayışa yol açıyor. Yazar öğrendiklerini anlatmaktan çok, sezgilerini
öğreniyor ve bunu kovalıyor. Neyi seziyorum, insanların bilme biçimlerini,
duruşlarını oturuşlarını. Yaşam durumlarını. Dillerini. Bundan insana
varıyorum. Genel olarak bütün insanlara. Hepimize. Çünkü yazdıklarımı bugünün
ve yarının insanı okuyacak, ölüler değil.
Birlikte yaşama
kültürünü bilmek çok önemli şimdi. Tam da reddedildiği yerde. Bunu anlamak önce
iyi gelse de anlatmak çok ağır geliyor bana. Ne kadar sefil ve acımasız bir
dünyada yaşadığımızı görüp bununla yüzleşmek çok ağır. Melih Cevdet’in bir şiiri
var ya hani, son dizesinde biz gelecekteki özgür insanın ceddiyiz diyor ya, onu
çok düşünüyorum bugünlerde.
- Kapadokya’nın özgünlüğü çok ilgi çekici. Kapadokya
ve Dersim gibi bölgelerin tarihi herkesin ilgisini çekebilecek özgünlükler
barındırıyor. Romanlarınız bir yanıyla hep bu özgünlükle hep ilgili oldu. Oluşturulmaya
çalışılan Anadolu imgesinin dışında bir şey değil mi bu?
Resmi tarih,
sürekli olarak güncellenen ve hakikati örten tarihtir. Romancının meraklarından
biri bu tarihi kurcalamaktır ama “doğru tarihi yazmak” romancının işi olamaz. “Resmi
tarihin dışındaki gerçekler şöyleydi” demek romancının işi değildir, resmi
tarihin dışında kalan bir sahne kurmak ve olayları orada anlatmak yeterlidir.
Bu zaten başlı başına farklılık içerecektir. Öte yandan edebiyatta özgünlük,
farklı bir imgeye yerleşmekten çok, farklı bir imge yaratmakla mümkündür. Yazar
mekanı ve yaşamı yeniden yaratır; bu yönüyle geçmişi yeniden anlatan tarihten
çok daha karmaşık ve derin bir şeydir. Tez öne süren romancılığı bu yüzden
basit bulurum. “Öyle bir şey yaz ki romanından tez çıkarsınlar” derim ben. Bir
de şunu düşünürüm, “Ayrılık da aşka dahildir” demiş ya şair, ben de “Bir roman
yalnız söyledikleriyle değil söylemedikleriyle de romandır” derim.
-Unutkan Ayna’da Türkçe konuşan ve yazan Hıristiyanlar
çok açık ve çarpıcı biçimde, yazılarıyla hem de gösterilmiş. Bunlar birer
tarihsel önerme olarak düşünülemez mi?
Düşünülemeyeceği
kanısındayım. Ben bunları çıkıp “şu şudur” diye öğretsem haklı olurdunuz. Ama o
yazılar gibi çok sayıda yazı zaten var, romanımda yalnızca sözünü edip geçtim.
Bölgedeki örneklerden hareketle kendim birtakım kitabeler yazdım. Eco’nun
“örnek okur”u bunun peşine düşsün, mutlaka bir şeyler bulur. Bundan yola çıkarak
da varsın tez yazsın. Bu, romanı bağlamaz.
-“Unutkan Ayna” insanın iyicilliği ile kötücüllüğünü
devletin de dâhil olduğu ve 1915’te geçmiş bir çatışmayı, kırımı eksen alarak
söz konusu ederken daha çok iyicil olanı göstermeye çalışıyorsunuz. Buysa bir
yanıyla hem geçmişi hem de bugünü insani temelde değerlendirmek anlamına da
geliyor diyebilir miyiz?
Yineliyorum: Edebiyatın
aracı da amacı da insandır: Bu nedenle zaten başka bir amaç düşünemiyorum.
- “Unutkan Ayna”yı insanın iyicilliğinin
belirginleştirdiği aşkı da kendine dâhil etmiş bir zaman değerlendirmesi olarak
anlayabilir miyiz?
Bir yazarın asıl
muradı aşkı yazmak değil aşık olunacak insanı yazmak olmalıdır. Unutulmaz bir
aşk kişisi yarattın mı, bambaşka bir yazar olursun bana göre. Şadiye gibi bir
kadın yazdım ya, ne isterim! Bir de âşık olan kişiyi yazmak önemli elbet.
Muharrem de o kişidir işte. Muharrem, çok özel bir karakterdir, o benzersiz
kişiliğiyle hep akıllarda kalacaktır.
- Nevşehir’in özel bir önemi var mı?
2003 yılında
Nevşehir’de bir hat ustası görmüştüm. Çok yaşlıydı, çocukken Rum Okulu’na bir
evrak götürdüğünü anlatıyordu, “Okula girdim” dedi, “Müdür bir kağıt gönderdi
de kime vereceğimi bilmiyordum, baktım bir salonda küçük kızlar var. Bir demire
tutunmuşlar, ayaklarını hop havaya
kaldırıp hop indiriyorlar..”
Nevşehir’de bale
yaptıran, piyano çaldıran Rum Okulu’ndan günümüze.. Bilinmesini istedim belki. Biraz
da bütün Kaapdokya’yı avuçlarımda tuttuğumun ifadesi bu. Öte yandan içine
girdiğim mağarada ne konuşulduğunu düşledim ve bunun bilinmesi de hoşuma gitti.
Kapadokya’daki öteki yaşam biçimlerini kavrayabilme mutluluğunu yaymak çok hoş
bir şey. Çünkü geçmiş bana kırmakla kalmayıp tuzbuz etttiğimiz naif bir oyuncak
gibi görünüyor. Yurdumuzun Türkçe konuşan, başka bir dil bilmeyen
Hıristiyanlarını salt başka dinden oldukları için kovan bu tarihe esefle
bakmaktan başka bir şey yapamayız artık. Ölüp gitmiş babamıza kızmamız durumu
değiştirmez ama kızgınlık ölene kadar içimizde kalır.
-“Unutkan Ayna” ulusçulukların tarihte ve bugünde
kırım ve katliamlarla kendini gerçekleştirmesi karşısında Kirkor’la Memet’in
dostluğunu ve başka “insaniyetleri” birlikte yaşamanın örneği olarak öne
çıkarmasıyla geçmişi bugün karşısında birlikte yaşamanın alanı olarak
gösterirken bir bugün eleştirisi de yapmış oluyor diyebilir miyiz?
Doğrudan bugünün
eleştirisi olmasa da derinden ve köklü olarak geçmişten bugüne gelen, kocaman
bir dalga gibi kıyılarımıza çarpan bir eleştiri olduğuna şüphem yok. Eğer öyle
değilse de gönlüm öyle olmasını istiyor.
Söyleşi: HALİM ŞAFAK