Gürsel Korat
Sabahattin Ali’de iki şey dikkatimi çeker: Birincisi yazarın diline sinmiş olan süreğen hüzün; ikincisi ise ayrıntılara bakışta kendinden önceki tüm edebi geleneğimizden ayrılan gerçekçilik.
Şüphesiz onun siyasal yazılarına, oyunlarına ve İçimizdeki Şeytan adlı romanına bakanlar, bu saptamayı ilk bakışta yadırgayabilir. Ancak Sabahattin Ali’ye roman ve öyküden bakanlar onun yer yer pastoral lirizme varan hüznünü de olayları nesnel zeminde irdeleyen gözlemci bakışını da görmezden gelemeyeceklerdir.
Sabahattin Ali’nin içe dönüklüğü ve karamsarlığı ile onun zevk düşkünlüğüne varan savruk halleri nasıl yan yana gelebiliyorsa, metninde de hüznün ve gerçekçiliğin yan yana gelebilmesi bana şaşırtıcı görünmüyor. Kuyucaklı Yusuf’ta neredeyse kır romantizmi ile gerçekçiliği iç içe geçirerek göz kamaştıran yazarın, İçimizdeki Şeytan’daki tutukluğu dikkate değer. Sabahattin Ali, Kürşad’la Vençing’i dövüştüren kötü bir oyun da yazmıştır, Kağnı, Hasan Boğuldu ve Gramofon Avrat gibi eşsiz öyküler de; Maria Puder gibi o güne kadar benzeri olmayan büyük bir kadın kahraman da yaratmıştır ve neredeyse aynı konudan ezik, yenik “Köstence Güzellik Kraliçesi” Gravila’yı da.
Bir düşünce perspektifi açabildiysek, ilk önermemi yineliyorum: Sabahattin Ali’nin diline sinmiş olan süreğen hüzünle, ayrıntılara bakışta kendinden önceki tüm edebi gelenekten ayrılan gerçekçilik yan yanadır.
Politik eylemleri ve kanaatleriyle var olmuş, yazdıkları nedeniyle öldürülmüş bir yazara bakarken, değerlendirmelerimizin de politik olması çok yadırganabilir bir şey değil. Ancak ben onu, bir edebiyat değerlendirmesine konu ettiğimizde edebiyat kavramlarıyla açıklamayı daha yerinde bulurum. Bu yaklaşım edebi bir özcülük değil, politik yargıların edebiyatla ilgili açıklama biçimlerini massetmesine itirazdır. Bu nedenle sözlerimi edebi kavramların çizgisinden öteye taşırmak istemiyorum. Bu, edebiyatı politik açıdan değerlendirmeye itiraz değil, politikayı, psikanalizi ve dil yapısının analizi gibi argümanları bu yazının kapsamı dışına koymaktan ibarettir.
Edebi Teknik
Sabahattin Ali’nin diline hüznün sinmesi hep hüzünlü şeyler yazdığı anlamına gelmez; edası böyledir. Bir örnekle durumu açıklamaya başlayabilirim:
“Birdenbire niçin buralara geldiğimi düşündüm… Hiç… Sebep filan yoktu… Karar vermeden yürüyüp gelmiştim. Yolun iki tarafındaki ağaçlar rüzgârdan inliyor ve gökyüzünde bulutlar, büyük bir hızla koşup gidiyordu. İlerideki siyah ve kayalık tepeler henüz biraz aydınlıktı ve onlara sünüp geçen bulutlar sanki buralara kendilerinden birer parça bırakıyorlardı.”Kürk Mantolu Madonna, s. 37-38
Özellikle, duygulu bir anı dile getiren parçayı alıntılamadım ki sözlerim daha iyi anlaşılsın. Sabahattin Ali kendini melodramdan koruyan yüksek üsluplu bir hüzün diline sahiptir. Bu yüksek bir yazınsal karakterin göstergesidir. Çünkü birinci tekil kişinin anlatıcılığını -örnekte olduğu gibi- hüzünlü fırça vuruşlarıyla donatan yazar, üst anlatıcının dilinde, en acı olayları bile duygu tonlamalarından uzağa çekilerek yazar:
“Karşıdan doğru yeni çıkan serin bir rüzgâr üç etekli entarisini ve şalvarının paçalarını savuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden tekrar düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.
Kağnı taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yahık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.”
Kağnı, s.12
Sabahattin Ali ben anlatıcı dilinde nesneleri ve olayları kahramanın çevresinden tanımlayarak duyguyu çağırır, üçüncü kişinin anlatıcı dilinde ise nesneleri ve olayları diğer insanların çevresinden tanımlayarak dışlaştırır. Böylece hem hüznü hem de nesnelliği aynı metin içinde almaşık bir sıra içinde kurgular. Bu, deyim yerindeyse hüzünlü gerçekçilik’tir.
Sabahattin Ali’de hüzün, onun psişik varlığının en başat unsuru gibi görünmektedir. Yazarın karamsar, alıngan ve tedirgin bir kişilik yapısı olduğunu sürekli imleyen bir alt dil, onun metninin bir yerlerinde hep çınlar durur. Ama Sabahattin Ali’nin hüznü hiçbir yerde insanı irkiltmeyi amaçlayan bilinçli bir acı teşhirine dönüşmez.
O halde, ikinci önermem şudur: Sabahattin Ali söz düzeni bakımından duyguya davet eden bir dil kurar; bu, özdeşleşme isteyen bir dildir ama yazar anlatıcı nesnelliğiyle de bu noktadan uzağa gider. Yazar, bu tutumuyla birbiriyle bağdaşmaz gibi duran iki yapıyı metninde yan yana getirir ve o güne kadar tanınmamış bir söz düzeni kurar.
Edebi Gelenek
Sabahattin Ali’nin dışına çıktığı yapı nedir?
Çok açık: Halide Edip ve Yakup Kadri gibi zamandaş yazarlarda vücut bulan yüksek zümre halk edebiyatından kopar ve folklorik öğelerden destekler bulur. Unutulmaması gereken şey, Sabahattin Ali’nin bu yeniliği zevk çözülüşü ve popüler edebiyat taklitçiliği olarak değerlendirilebilecek hiçbir eylemle yan yana getirmeyişidir. Tam tersine seçtiği yoksulluk dilinden hiç bilinmeyen büyük bir dilsel zenginlik yolu açmıştır.
Denebilir ki edebiyatımız Sabahattin Ali’ye gelene kadar tanıdığı ve bildiği tüm gerçekçi anlatım biçimlerini gözden geçirmek durumunda kaldı. Bu açıdan bir Sabahattin Ali Öncesi, bir de sonrası vardır.
Öte yandan okuru sürüklendiği bu hüzünlü dil yapısının tarihsel sürekliliği de göz ardı edilemez. Sabahattin Ali’nin devraldığı edebi geleneğin dili akla getirilmezse, ondaki karamsar hâlenin yalnızca psişik bir kapalılıktan geldiği sanılabilir. Oysa onun şiir evreni bakımından Nazım Hikmet’e, umutla gelecek türküsü söyleyen şairlere olan uzaklığı, geleneğin söz düzenine girmeyi seçişi ve hatta duygu bakımından eskiye ait oluşu ne demek istediğimi açıklayacaktır. Yazar dili kurmak bakımından makası ileriye doğru açan Sabahattin Ali, şiir dilinde eskiyle özdeşleşmekte sakınca görmemiştir.
Üçüncü önermem şudur: S.Ali, şiir dilindeki geleneksel acıyı metinde yeni bir söze dönüştürmüş ama şiirde yenilik yapma arzusunu harcama pahasına bunu gerçekleştirmiştir.
Edebi Kuram
Sabahattin Ali’yle ilgili dördüncü önermem ise, onun Rus Gerçekçiliğinin ve bu gerçekçiliğe sinmiş lirizmin Türk dilindeki karşılığını kurmuş olduğudur.[1] Yazarın o güne kadar, Türkçede çok denenmemiş bir anlatıcılık yolunu seçtiğine şüphe yoktur. Bu, konuları “oradan” alan, “orayı yansılayan” bir taklitçilik biçiminde değil, oradaki duyarlığı Türkiye zemininde dönüştüren bir yeniliktir. Türkiye’de edebiyatı anlatım ve konu olanakları bakımından büyük bir dönüşüm sürecine sokan Sabahattin Ali’nin bu benzersiz yazıcılığıdır.
Hasan Boğuldu, Gramofon Avrat gibi öykülerine bakarsak, ondaki anlatım olanaklarının görselliğe doğru evrildiği açıktır. Sabahattin Ali olanı olduğu gibi algılamaya yönelik bir nesnellik tavrının başlatıcısı olduğu bu öykülerin dilindeki öncesizlikten bellidir.
O, yeni edebiyatla eski edebiyatın nöbet değişimi yaptığı yerde durur.
Aforizmalar
Sabahattin Ali aforizmalarıyla da farklıdır. Özellikle Kürk Mantolu Madonna’da belirginleşen aforizmalar, aşk üzerine özlü sözler söyleme konusunda Balzac’tan beri varolagelen ve bizde özellikle Aşk-ı Memnu’da cisimleşen bir tutumdur. Kürk Mantolu Madonna bu noktada roman dilinde deyim yerindeyse bir yay çizerek geleneği dünya romancılığının eğilimleri yönünde büker ve Andre Maurois’nın İklimler’ini, Balzac’ın Otuz Yaşındaki Kadın’ını tarz olarak içselleştirerek akar. Yani roman belli bir yerde eylemler üzerine edilen aforizmacılığa değil, olayları üst dille değerlendirmeye başlayan romancı diline evrilir. Sabahattin Ali’nin o güne dek karşılaşılmamış bu durumu yüksek bir sezgi ve beceriyle çözüme kavuşturduğu görülür:
“Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir… Aşka girmeyen şey ise tahlildir…İçinde sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyeme… Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir… Onu dışarıdan gelen bir şey zannetmek doğru değildir…”
(Kürk Mantolu Madonna, s.109 -110)
Bu aforizmalardaki melankolik yapı geleneksel olanın tadını duyurur; ancak Kürk Mantolu Madonna’daki kadın karakterin başkalığıyla bunu yan yana getirirsek melankolik ve yenilikçi bir sentezin önünde durduğumuzu anlarız.
Geçen yıl öğrencilerime Sabahattin Ali okutarak onu değerlendirmelerini istemiştim. Bu değerlendirmeler üniversite sıralarına gelen öğrencilerin hem bizim edebi geleneğimiz hem de Sabahattin Ali’nin edebiyatı konusunda ne kadar bilgisiz bırakıldığını göstermek bakımından örnek gösterilecek kıvamdaydı. Sabahattin Ali’nin edebi geleneğimizde neyi değiştirdiği konusunda önyargısız bir bilgiye sahip tek öğrenci tanımamış, onu sevenlerin ölümü ve siyasi konumu dolayısıyla, ondan hoşlanmayanların da yine aynı nedenle farklı kanılara sahip olduğunu görmüştüm.
Sabahattin Ali yalnızca yazarlığıyla değil, yazarlığının değerlendiriliş biçimiyle de bize hüzün veriyor; ne var ki ona bakış hâlâ gerçekçi değil.
[1] Şolohov’un Durgun Don romanında Gregor ile Aksinya’nın kaçtıkları bölümle, Kuyucaklı Yusuf’taki sahne ve mezar kazma eylemleri aynıdır. Kuyucaklı daha önce yazıldığı için bundan başka anlamlar çıkarmayı değil, şunu söylemeyi uygun buluyorum: Sabahattin Ali yarattığı atmosferle ve ağır hüzün eğilimleriyle Rus edebiyatının tarzını da kendi kendine içselleştirmiş bir haldedir. Olayı konu benzerliğinin ötesine taşıyıp şöyle söylemek gerekir: Yazar tutumu ve kavrayış benzerliği, gerçekçiliğin Sabahattin Ali dolayımından Türkçe romana çok belirgin bir biçimde yerleşmesi sonucu doğurmuştur.
23 Kasım 2007 Santralistanbul, Bilgi Üniversitesi
Sabahattin Ali Sempozyumu'nda sunulan bildiri