Tarih ve Roman
on 29 Aralık 2015 Salı
Etiketler:
K-24 Yazıları 3
/
Comments: (0)
Kandilli, Adile Sultan Sarayı
Tarihsel olayların bilinmeyen yanlarını açığa çıkarmak mı, yoksa tarihsel bir zemin üzerinde, estetiğin olanakları içinde, insani hakikatle yüzleşmek mi? Roman yazarının niteliği bunlardan hangisini seçtiğine bakınca anlaşılır. Romancının bu konudaki seçimi onu ya iktidar söylemine ya da her türlü iktidardan bağımsız olmaya ihtiyaç duyan estetiğin diline götürecektir.
Konusu “geçmiş zaman” olan kurmacada sanatı öne çıkarmak ve tarih tezi öne sürmemek romancıya, estetiğe boş verip “tarih bildirisi” yazmak ise ideologa işaret eder. Şüphesiz bu iki tutum da politiktir ve birbirine taban tabana karşıttır. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyeyim, tarih zemini üzerinde insanla ve estetikle uğraşanlar özgürlükten; tez öne sürenler despotizmden yana tercihlerini kullananlardır.
Devamı K-24 Her ŞEY sekmesindedir.
http://t24.com.tr/k24/yazi/tarih-ve-roman,361
Geçmişi Anlatınca Tarihi Roman Olmaz
on 24 Aralık 2015 Perşembe
Etiketler:
Eren Başağan Tempo Zaman Yeli
/
Comments: (0)
Ayvazovski, 1887
Röportaj:
EREN BAŞAĞAN
‘Zaman Yeli’, Dimitri ve
Leon’un efsaneye dönüşen sıradışı hikâyesini anlatıyor. Aynı zamanda
Anadolu’nun da hikâyesi diyebilir miyiz buna?
Geçmişte olup biten tarihsel olayları “açıkladığını”, “çok iyi
araştırarak gerçekleri anlattığını” söyleyen yazar, pek de romancı sayılmaz.
Romancı, geçmiş dünyayı çok iyi araştırıp öğrense de, o geçmişte
yaşayan insanın yaşarken gördüklerini, dokunduklarını, sevdiklerini hayal eden
kişidir. Anlattığı insanın öyküsünü kurar, duygularını
açığa çıkarır ve geçmiş zamanı yalnızca dekor olarak kullanıp insanlığımızı, bilmediğimiz bir
yanımızı keşfeder.
O yüzden ben Ressam Dimitri’yi bütün kilise ressamlarını kendi
varlığında toplamış bir kişi olarak değil, tutkuları özlemleri olan,
sorunlarıyla ilerleyen bir “yalnız kişi” halinde gördüm. Yanında ise başka bir
yalnız kişi olmalıydı: Leon. O bir latin askeridir ve Baba İshak isyancıları
tarafından kör edilmiştir. Gözlerini (İsa’nın körü iyileştirdiği gibi) açacak
birini aramaktadır.
Yani duyu organları bakımından ikisi bir insan eden ama hikayeleri
iki insanı çok aşan kişileri yan yana kurdum.
Dimitri, Moğollar tarafından sağır edilmiştir, Kör Leon’la birlikte Kapadokya’ya
gelir. Dimitri bir kilise ressamıdır, ünü bilinmektedir. Tam resim yapacağı gün
bir aksilik olur. O aksilik sizin o
sorduğunuz Anadolu’nun hikayesini görünür kılar.
Nedir bu hikaye?
Selçuklu çağında emirler ve beyler din bakımından karışıktı, yani
Hıristiyan emirler çoktu ve Selçuklu’ya bağlıydılar. O zamanlar devletin adı da
Rum Sultanlığı’ydı. Bu zengin topluma gözünü dikmiş olan Moğollar Anadolu’ya
girmiş ve birden ortalık karışmıştı. İznik’teki Bizanslılar (O zamanlar tabii
Roma İmparatorluğu’ydu adı) ve Haçlılar bu yıkıcı gücü iyi bir şey sanıp
Anadolu’yu yalnız bırakmışlardı.
Romanımıza göre Kör Ressam, kardeşlerini öldüren, kendisini de öldü
diyerek bırakan Moğollar yüzünden yarım kalmıştır. Kulağına resim fırçaları sokularak
sağır edilen Dimitri, sanattan anlamaz Moğollardan siyasal nedenlerle değil,
işte bu kişisel olay yüzünden nefret eder. Onları siyasal olarak analiz edecek
güçten yoksundur. Fakat ressamın bu tavrı kilise tarafından onaylanmaz ve kişisel
yıkım başlar.
Haydar, romanımızın asıl kahramanı, zorla olaylara itilmiş bir karakter
olarak bu sırada sahneye çıkacaktır. Kapadokya’nın efsane yeraltı şehirlerinde
Moğollara karşı bir direniş örgütleyecek ve sonunda tek başına kalacaktır.
Bu roman bir trajediyi anlatır.
Trajedi, kahramanın yaşamla baş edemeyişinden doğar ve üstelik hiç
de suçu olmadığı halde onu suçlu gibi bir başına bırakır.
Sorunuza verdiğim bu uzun yanıtı şöyle toparlayayım:
Zaman Yeli, Anadolu’daki birkaç insanın tarih içindeki hikâyesidir.
Zaman Yeli, Anadolu’daki birkaç insanın tarih içindeki hikâyesidir.
Romanınız epey kaotik bir
dönemi, Anadolu’da Selçuklu ve Bizanslıların egemen olduğu, Moğol istilasının
yaşandığı dönemi anlatıyor. Zamanla yaşanan çözülmeyi anlatmanızın özel bir
nedeni var mı?
Roman yazarının amacı anlatacağı kişisel öyküye bir arka plan
bulmaktır. Tarihçilik roman yazarının işi değildir. Selçuklu ve Moğol çağını
anlatmamın nedeni romancılığımızda pek yazılmamış olmasıdır. Yazılsa da
tarihçilik yapar gibi yazılmıştır. Bir başka yazma nedenim de kişiseldir.
Sonuçta ben İç Anadoluluyum ve “bir yazarın doğduğu dünyanın dilini ve kültürel
atmosferini yeniden kurmak” gibi bir derdi olması gerektiğini düşünüyorum.
Kitapta döneme dair pek çok detay da var. Örneğin
kilise resminin nasıl olması gerektiğine dair kurallar, hiyerarşik göstergeler,
semboller. (Özellikle de tek başlı iki gövdeli, yılan biçiminde iki kuyruğu
olan.) Nasıl bir çalışma süreci izlediniz kitabı yazarken? Bu bilgileri hangi
kaynaklardan topladınız?
Ben tarih bildiğim için roman yazmadım, yazarken tarihle
karşılaştım. Bugünü düşünelim: Gazeteciyi yazıyorsak, onu yalnızca “yazarken”
değil, bulunduğu kurumla, toplumsal çevreyle, siyasetle ilişkileri içinde
kavrarız ve kişisel dünyasında dolanırız: “Biriyle ilişkisi var mı, mutlu mu,
mutsuz mu, bunun anlatılmaya değer yanı nedir” gibi. Bir kilise ressamını
anlattığımızda da “nasıl resim yapar, resimler niye böyle, bunu kimden
öğrenmiştir, o dönemde resim yapmak için neler yapılırdı” gibi sorular sorar ve
bunu kişisel öyküyle birleştiriririz. Ben Anadolu’nun pek çok imgesi hakkında
düşündüm, onları yeni bir biçim içinde kurup kuramayacağımı araştırdım. Çünkü
roman modern bir formdur, geçmişi olduğu gibi anlatmak tarihsel roman olamaz:
Yazar öyle bir dünya kurar ki, geçmişi sezeriz. “Hmm şu olaylar şöyle olmuş
demek ki” dedirtmek roman yazarının işi değildir. Öte yandan yine de yazardan diliyle,
toplumsal ilişkileriyle ve kişileriyle bir tarihsel atmosfer yaratmasını, bizi
o çağa inandırmasını bekleriz. Bu, ne yaşandığını bilme arzusundan nasıl
yaşandığını merak etmektir. Roman işte bu “nasıl” sorusuna verilen yanıttan
çıkar.
Ressam, şair yahut müzisyenden farkı yoktur yazarın. O bir imge, bir
sarsıcı düşünce peşinde dolaşır. Romancının bol bol okuyup o gerçeklere göre
roman yazdığını söylemesi edebi bir tutum değildir. “Çok araştırdım, çok
okudum” demek romancılığa değil, bilimsel araştırmaya uyar. Yazar elbette
okuyacaktır. Fakat amacı bilgi değil,
sanattır. Yazar aklımıza seslenen bir konuşmacı değil, duygularımıza seslenen
bir hikaye anlatıcısı olduğunu bilmek zorundadır. Maalesef Türkiye’de tarih
romancılığı çok uzun zamandır dinin, siyasetin tezlerini yinelemiş veya
tarihçilik, toplumbilimcilik hevesleri kursağında kalmış olanların oyun sahası
olmuştur. Ben tarihsel zemini doğru kurar, sonra insan hikayesi anlatmaya
bakarım. Vay ki sanattan tarih öğrenenlerin haline!
Yazar bugün yaşayan insandır, geçmişi bilmek ve olduğu gibi anlatmak
gereksiz ve büyük bir iddia olur. Geçmişin bilgisi sanat bilgisinin sırtındaki
yüktür. Romancı insan davranışına gizler bilgiyi, söze sıkıştırır, yaşam
ayrıntılarında yaratır geçmişin duygusunu. “Şu şuydu, bu da bu” tavrı tarihçiye
yakışır.
Konusu gereği sanatçılara
da geniş bir parantez açıyorsunuz Zaman Yeli’nde. Mesela “Din kurallarına karşı
çıkmayı düşündüğü yoktu, sanatı kurallara bağlayarak ressamı ruhsuz bir kişiye
çevirenlere karşı koymak istiyordu yalnızca” diyorsunuz. Bunu nasıl
açabilirsiniz?
Şüphesiz bir ressam hikayesi olarak başlayan Zaman Yeli’nde
sanatçının iç düşünceleri dışa vurulmuştur. En azından bugünün okuruna o zaman
bu resimler niye yapıldı, nasıl yapıldı konusunu sezdiren bir tarafı vardır.
İşte ben orada sanatçının –modernliğe özgü- özgürlük arzusuyla, ortaçağa özgü sanatın
kuşatılmışlığı arasındaki çelişkiyi, aslında bugün görebileceğimiz bir yerden
ele aldım. Durum açıkça şuydu: Sanatın din kurallarıyla belirlendiği bir yerde,
dine karşı çıkmasanız bile, aykırı davrandığınızda sizi bekleyen şey ölümdür. Elbette Zaman Yeli’nin sanatçı olmayan
kahramanlarına da bu ölüm, özgürlük arzusu olarak esin vermiştir. Biraz gülünç,
biraz da yanlış anlaşılmış olarak.
Tempo, Kasım 2015
Bir Ödül Haberi
on 26 Kasım 2015 Perşembe
Etiketler:
Yine Doğdu Tanyıldızı'na Ödül
/
Comments: (0)
Yıldız Moran, Kapadokya 1953
Jüri, gerekçeli kararını şöyle açıklamış:
Prof. Dr. Necdet Adabağ, Prof. Dr. Mukadder Yaycıoğlu, Prof. Dr. Birsen Karaca, Turhan Günay ve Doç. Dr. Ömer Adıgüzel’den oluşan seçici kurul üyeleri tarafından, Anadolu’daki sözlü gelenekten ve çağdaş dünya edebiyatından beslenerek yereli evrensel bir dille anlatmayı başarması, romanının anlatıcısı, anlatıcının da bir yazıcısının olduğu yeni bir anlatım yolunu denenmesi, bu ikilinin anlatım ve yazdıklarıyla olguları izletmesi, dönemin atmosferini iyi anlatması, içeriği, biçimsel özellikleri ve üslubuyla felsefe, edebiyat psikolojisi, edebiyat sosyolojisi, dinler tarihi gibi disiplinler arası alanların ilgi odağı olabilmesi nedeniyle Gürsel Korat’ın Yapı Kredi Yayınları arasında yayımlanan Yine Doğdu Tan Yıldızı adlı romanına...
Bu ödülü, E. Hazım Tepeyran'dan bu yana edebiyata konu olmamış Niğde'ye ithaf ediyorum.
Kitaplarımla yıllardır Kayseri'de, Kapadokya'nın bayırlarında dolaşıyoruz. Yine Doğdu Tanyıldızı ise Niğde'de doğdu ve oralı oldu. Kapadokya'nın bu en uç noktasını içime aldım, yıllardır tutkunu olduğum coğrafyasını benim bildim ve sonraki kitabım için Nevşehir'e doğru yola çıktım.
Böylece, bu mutlu olay aracılığıyla söylemek isterim ki 2016 başlarında yayımlanacak olan yeni romanım, Nevşehir'in beşiğinde sallanacak. O şehirde attığı adımları umarım roman sanatının bize verdiği olanaklardan mutluluk duyarak -bir kez daha- hep birlikte izleriz.
Öykü Ödülü'nü Ateş Etme Silahsızım adlı kitabıyla kazanan Hakkı İnanç'ı da buradan kutluyorum.
Üçüncü Dünyacılık Canıma Tak Etti
on 25 Kasım 2015 Çarşamba
Etiketler:
K-24 Yazıları 1
/
Comments: (0)
Oryantalistler doğuluların hiçbir zaman batılı gibi düşünmeyeceğini öne sürerek yalnız hayali bir doğu değil, hayali bir batı da yaratmışlardı. Durum böyle olunca “Doğucu” diyebileceğimiz insan tipi doğmakta gecikmedi ve oryantalistin (“Batıcının” da diyebilirdik) tanımına uyarak batılılar gibi roman yazmadı, film çekmedi ve resim yapmadı. Bu kibir kumkuması insan tipi, “Batılı” olanla “Batıcı” olanı ayıramadı ve tam da o beyaz adamın umduğu şeyi fazlasıyla yaptı: Olayları uhrevi, iç yolculuk gerektiren, duygusal, erkeksi, masaldan ayrılmayan, ergen maceracılara benzeyen yönden kavradı; bilgileri sezgisel yoldan dile getirmekle yetinmeyip, bunu kendinin propaganda yolu olarak da benimsedi. Böylece rasyonel olanaklarla kavranacak dünya, doğuculuk tarafından yalnızca Batı’ya ait bir alan olarak dışlaştırıldı, “nesnel dil”, “karakterlere mesafe”, “bilimsel merak” yahut “dünyevi hukuk” batılının işi oldu.
Yazının devamı K24'te okunabilir. Link:
http://t24.com.tr/k24/yazi/ucuncudunyacilik,457
Adım ve Benliğim
on 3 Kasım 2015 Salı
Etiketler:
Adımla ilgili neşeli şeyler
/
Comments: (0)
Kiyoshi İkezumi, Restaurant
(...)
Okumayı
öğrendiğimde adımla çok uğraştım. Heceledim: Gür-sel. “Gür” sözcüğü en çok
ağaçları ve saçları getirirdi aklıma. Gür akan bir seli aklım almazdı. “Niye
selim ki ben” derdim, bir nesne, yıkıp geçen bir su olmak hoşuma gitmezdi. Bu
adın akıllı bir baş olmayı, yetenekli ve sezgili olmayı dile getiren, insanı
odağa alan bir yanının bulunmayışı beni hafiften incitirdi. Kemal gibi, Hakan
gibi adları olanları daha etkileyici bulurdum. Fakat çocukluğumda Şükrü ve
Şaban gibi adları olan çocukların da isimlerinden yana pek dertli olduğunu
anımsıyorum: “Şükrücük” Kayseri’de zenneler için kullanılan bir deyimdi; Şaban
da zaman içinde avanaklığın simgesi oldu. Neyse ki, benim adımın başına böyle talihsiz
şeyler gelmedi.
“Gürül
gürül akan bir sel”e benzediğim, bir fikir taşkınlığı içinde coşkuyla yazdığım
zamanlar çoktur. Bunu daha efendice söylersem, insanın adıyla kişiliği arasında
bir bağ olduğunu kendime baktığımda doğrulayan bir şeyler bulmuşumdur. İnsan
kendini adına mı benzetir yoksa bir adda kişiliği bilinçdışından kuşatan bir
yığın itki mi gizlidir, bunu bilemeyiz. Şu doğru: Adımda bir coşku gizli ve ben
bir okulda büyümüş çocuğum; dolayısıyla adımla seremonik gösteriş arasında bir
ilişki var. Adım, söylevci bir kişiliğe uygun; ya da şimdi bir yalanı uydurdum
ve onun arkasından laf oyunu yapıp duruyorum, emin değilim.
(...)
İnsan
adının yanlış anlaşılmasına bozuluyor. Bana “Gürel” “Göksel” “Yüksel” ve hatta
“Görsel” diyen bile olmuştur. Bunlar çok canımı sıkardı ama gencecik bir
adamken Ankara Ulus’ta bana “Ahmet” diyen kıza hiç kızmadım. Ziraat Bankası’nın
önündeydi, tiril tiril giyinmiş bir kız “Ahmet” diyerek bana seslendi ve
gülerek koluma girdi. Edepli bir soğuklukla kızı yanımdan uzaklaştırdım, hiç
üstelemeden ve şaşırmadan yoluna devam etti ve yolun karşısındaki bir adama
doğru gitti. Ben onu hayret ve şaşkınlıkla izliyordum: Adama bir şeyler söyledi
ve koluna girdi. İşte o anda anladım ki adımı tamamen farklı söyleyen ilk kişi,
bir sokak kadınıymış meğer.
(...)
Belli
bir yaşta çocukların adlarını tersten okuma macerası başlar; doğrusu onun
tadını çıkaracak bir adım yoktu: Les-rüg. İnsanın adı Efe olsa tersten de efe
olur; Memet olsa “temem” diyerek şakasını yaparsın fakat “Lesrüg” herhangi bir
eğlencenin konusu olamıyordu.
(...)
Yunanlılar için G harfi kâbus gibidir, yıllar önce
gazetecilik yaparken Yunanistan’da fotoğrafçı arkadaşım Gökhan Tan’la bir
köydeydik. Köylüler bizi çok sevdiler ama adımızı zor söylüyorlardı: Nedeni
G’nin başta oluşuydu. Bu nedenle Gökhan’a kısaca “Han”, bana da “Sel” dediler.
Almanlar Gürzıl, İngilizce konuşanlar Görsıl İtalyanlar için Gurtsell gibi
dönüşümler geçiriyordu adım. Bunlar beni eğlendiriyordu ama Türk olduğu halde
bana Görsel diyenleri hiç affedemedim. Çocukluğum
Kayseri’de geçtiği için oranın şivesi içinde büyüdüm. Benim için okuyup
öğrendikçe bunları dillendirmekle ilgili hançere sorunları oldu: Bazı ifadeleri
söylerken hep utandım: Kayseri’ye ihanet etmek zordur: Bir kere oraya “Gayseri”
denir, “K” olmaz. Yerel söyleyişte “r” sesi baskın değildir, “ü” harfi de
genellikle söylenmez. “Gürsel” yoktur Kayseri’de “Gursel” vardır. Kayserili
“Şukrü” deyişinden belli olur, “Tütün” yine “tütün”dür ama “kürtün” derken ilk
ü’nün üstündeki noktalar gider ve ona “kurtün” denir. “Köylü” derken “koolü”,
“küçük” derken “guççük” denmelidir. Bu nedenle benim adımın taşradan Ankara’ya
gelmesi biraz zor oldu ama sevindiriciydi, çünkü ölçünlü Türkçede adımın
seslenişi kulağıma şarkı gibi tatlı geliyordu. Artık “Gursel” diyen yoktu bana,
film yıldızı gibiydim, “Gürsel” diyorlardı ama ben adımı içimden niye yalan
söyleyeyim “Gursel” olarak tanıyor ve kabul ediyordum. Bunu unutmam yıllarımı
aldı, çünkü çocukluğun perçini çok kolay çıkmaz.
Tam buna
alışmıştım ki internette mail adresi alırken tekrar “gursel” oldum, bu kez de
“gurselkorat@” derken utanmaya başladım, insan utanır mı böyle şeylerden, evet
utanır.
Anlaşılacağı üzere adıma zaman zaman
yabancılaştım: Cezaevi anonsunu dinlemek iyidir; insan adını orada sever ama
arandığını bildiren gazete haberinde ya da “görüldüğü takdirde karakola ihbar
edilecektir” şeklindeki radyo anonsunda adını işitirsen içinden ben o değilim
diye bağırmak geçer.
(...)
Karacoğlan
“Adın neyidi unuttum, sorulmayı sorulmayı” der ya, ister sorulsun ister
sorulmasın, adımız zamanla kimliğimiz olmayı da aşıp benliğimizin bir parçası
haline geliyor. Yalnızca kod adı taşıyan devrimciler, işkencede adlarını
saklamak gibi bir travma yaşamışsa kendi adlarıyla suçluluk bağı içinde
olurlar. Yine de adını sevmeyen insana pek az rastlanır. Çünkü ad söylendikçe
kişinin tarihindeki pek çok yere iz düşürerek ruha yerleşir. Böylece zavallı
ben, hayvan bedeninde akıl taşıyan bir canlı olarak, ölümlü olduğumu unutup
yüksek benliğimi ve sonsuz yaşayacağını sandığım adımı hayal ederim. Oysa
benliğim o ad olmadan da vardır, bunu fark etmem bile. Ben oluşumun bir gün
sonu geldiğinde, yani öldüğümde fiziki varlığım yok olur; adım yalnızca ad
olarak kalır. Ne tuhaf! Öldükten sonra anımsanmak, benliğimiz yok olduğu halde
pek çok insanda da aynısına rastlanan bir adla mümkündür.
Bana Adını Söyle, 24 Yazar Adını Anlatıyor (Ortak Kitap)’tan kısaltılarak alınmıştır.
YKY Hazırlayan Filiz Özdem İstanbul 2014
RÜYA KÖRÜ, YENİDEN
on 22 Eylül 2015 Salı
Etiketler:
Rüya Körü'nün YKY baskısı
/
Comments: (0)
Rüya Körü basıldı geldi. Sevinçle elime
aldım yeniden.
Roman önümüzdeki günlerde Yapı Kredi
Yayınları’nda, yeni kapağıyla raflara çıkacak.
Ben Rüya Körü’nü, hep Türklerden Bizans’a
bakmanın tersini yapmak, yani Bizans’tan Türklere bakmak için yazdığımı
sanırken işin bildiğimden öte yanları olduğunu okurlardan öğrendim. Doğrusu her
yazarın okurunun yorumlarından ötürü zihninin açıldığı durumlar çoktur.
Örneğin Rüya Körü’nün” fantastik roman”
başlığı altında da değerlendirilebileceğini hiç düşünmüş değildim ama Sevin
Okyay’ın, İstanbul’daki bir toplantıda romanımdan böyle söz etmesi, Fabisad’da bu kitabımın özel bir ilgiyle sevildiğini anlatması yüzünden “olabilir”
dedim, “evet mümkündür bu.”
Çünkü bu roman geçmiş ve gelecek kavramlarının
felsefi ağırlığını asla olmayacak bir şeye (yani rüyalarda geleceğin veya
geçmişin bir kısmını görmeye) yükleyerek yumuşak bir iç sesle fantastik oluvermişti.
Bu, benim roman dünyama ait bir özel deneme olarak not edilebilirdi: Çünkü
anlatıcılıkta çağrışımdan çok duyulara yöneldiğim için fantastik yapı
yazdıklarıma giremez bir şey gibi duruyordu. Üstelik Rüya Körü’nde anlatılan
tarih, tarihçilerin –beni çok mutlu eden övgülerle- belirttikleri üzere çok
kesin bir dille ve duyusal şaşmazlıkla betimlemiş ve bu kesinliğin üstüne
fantastik yapı oturtulmuştu.
İşte bu yapılan şeyden ötürü Rüya Körü’nü
ben yazmasam, bu kitabın uyandırdığı derin şaşkınlığı daha rahat
tanımlayabilirdim.
Bazen göz gezdirip aforizmalarıma takılıyor
ve mutlu oluyorum. Doğrusu bazen “bu sözleri o sırada düşünüp yazmış mıyım”
diyerek şaştığım çok olur, Rüya körü de bunların başında geliyor.
Toplum Kendi Barışını Yapacak Güçtedir
on 9 Ağustos 2015 Pazar
/
Comments: (0)
Toplumların yaşamında silah, Çehov’un
öykü-olay tanımını akla getirir: Öykünün başında duvara silahı astıysan,
sonunda patlaması gerekir.
Devlet Reyhanlı’da sünni eksenli bir çizgiyi
seçtiğini ilan ettiğinde ve Nusra’yı özgürlük savaşçısı saydığında bu silahı
göstermişti: O gün bugündür bu silahın bütün toplumu etkileyeceğini birazcık
aklı olan herkes gördü.
12 Eylül sokak savaşlarından geçtiğim, okul
işgalleri ve çatışmaları gördüğüm, bütün bu saçmalıkların 12 Eylül’de Mamak
bedelini ödediğim halde, yaşamımda hiç tanık olmadığım kadar büyük bir
bölünmeyi izliyorum. Aklım başımdan gidiyor. Kitlesel akılsızlık olan faşizmin
böylesine kışkırtıldığı başka bir dönem bilmiyorum.
Ben ve benim gibiler başkalarının görmediği
şeyi gören roman kahramanlarına benziyoruz, küçücük bir azınlığız ve dudak
uçuklatan nicelikte büyük bir kitleyi ellerinde palalarla, üzerlerinde
bombalarla, bellerinde silahlarla dolaşırken görüyoruz.
Bu, aklımızın büyüklüğünden geliyor
olabilir -hiç de aklımızı küçük görmek niyetinde değilim- ama doğruya doğru; vicdanımız
aklımızdan büyük olmasa o korkunç gerçeği algılayamazdık.
Bir diktatörlük hevesi için toplumun ateşe
atılması, yeryüzünde ilk kez görülen bir olay değildir. Elbette bütün bunlar
şöyle ya da böyle yaşanır ve toplum durulur. Geriye baktığımızda göreceğimiz
şey ölüm dolu şehirler ve dağlarsa, bunun sorumluluğunun kimde olduğu
bilinecektir. Adaletsizlik değiştirilemeyecek ve bedeli ödenemeyecek kadar
büyük bir suçtur. Neden-sonuç ilişkileri açık seçik belli olan romanlardan
farklı olarak yaşam, nedenine sonucuna bakmaksızın bu olayların sorumlularını
lanetleyecektir.
Antik Yunan’dan beri kitlelerin ve
insanlığın lanetinden ağır bir ceza olmamıştır.
Yaşadığımız kan siyaseti çoğunluğun hiçbir
şekilde işine yaramaz; bir çılgınlıktır, mahalle kabadayılığıdır, akıl ve
izandan nasibini almamıştır.
AKP bütün yaptıklarının nedeni olarak
başkalarını suçlayan bir Dostoyevski kahramanına benziyor: Şizofrenliğin ilk
büyük romanı Öteki’nin kahramanı memur Goladkin gibi sorumsuz, seviyesiz ve
gülünç bir halde yaşıyor ve kendini başka bir şey sanıyor.
MHP, evlatlarını öldürerek kocasından
intikam alan çılgın Medea gibi nevri dönmüş, elinde satırla yol kesen canilere
destek veriyor.
CHP’nin belki tamamı değil ama bünyesindeki
pek çok kişi, koalisyon görüşmeleriyle oyalanıp iki büyük partinin “istkrarını”
tesis etmeye çalışırken Körleşme’nin Prof. Kien’i gibi kafasındaki dünyada
yaşıyor.
PKK, üç Arap’ı katleden, bir yandan da annesinin
ölümüne üzülmeyen Mersault gibi kendi kafasındaki yabancılık dünyasına
gömülmüş.
Bu hikayenin trajik kahramanı HDP’dir;
trajik kahraman hiç de işlemediği bir suçla toplum dışına sürülür ve bilinir ki
aslında asıl suçlular onun dışındaki herkestir. HDP olsa olsa tanrılara
başkaldıran ama onların gücünde olmadığı için küçük düşürülmeye dayanamayan, bu
yüzden de canına kıyan Aeas’a benziyor. Mezara gömülmesi bile çok görülen Aeas.
Toplumların korku romanına benzemesi
yöneticilerin suçudur. Eğer rahat bırakılırsa her toplum kendi Savaş ve
Barış’ını yazacak güçtedir. Savaşa karşı koyan kadınları yazan Aristophanes’ten
bu yana, insanlık için Lysistrata’ya benzer öyküler kurmak çocuk oyuncağıdır.
Zor olan ölüm seviciliğidir, yaşamı sevmek
değil.
Ölüm isteyenler her türlü kötülüğün
kaynağını sihirli aynalarına bakarlarsa göreceklerdir
Birgün, Pazar, 9 Ağustos 2015
EDEBİYAT VE PEDAGOJİ
on 11 Temmuz 2015 Cumartesi
Etiketler:
Eğitim ve Edebiyat ayrımı
/
Comments: (0)
Sorbonne'un avlusunda Victor Hugo, Paris
Edebiyatın özerkliğini ve
başka temsil biçimleriyle karıştırılmaması gerektiğini hep savundum. Edebiyat
kendi başına bir alandır, dini, felsefeyi, bilimi veya politikayı konu alabilir
ama onlarla aynı şeyi yapamaz.
Pedagoji ve edebiyat da birbirinden
farklıdır. Bir yazının edebi değeri, eğitsel değeriyle ölçülmez. Edebi değer, eğitsel değer gizlendikçe yükselir.
Bir eğitimci, edebiyatla eğitimin farkını bilmek zorundadır. Ayrım yapılmazsa,
bunun edebiyatla siyaseti aynı saymaktan farkı kalmaz.
Eğitimci edebi metni
öğretendir, edebi metnin tarafı değil.
Edebi metin her yeniden
üretilişinde yeni anlamlar edinen, duygulara göre biçimlenen bir şeydir. Oysa eğitim
bir bilimdir, neyin ne zaman öğrenileceği, nasıl öğrenileceği, gelişim yaşlarına
göre alımlamanın ne olacağı gibi konuları gözetir. Eğitim, metnin kişinin
gelişim basamaklarına göre nasıl kavranacağını inceler. Bu açıdan duygulara
değil akla göre düzenlenmiştir.
Kızım, benim romanlarımı
ve öykülerimi okumak için sabırsızlandıkça ona “Dur, henüz yaşın gelmedi”
dememin nedeni eğitseldir; “Artık okuyabilirsin” dememin nedeni de.
Okul edebiyata eğitimden
bakar, bu nedenle hiçbir aklı başında edebiyatçının bir eğitim malzemesi olarak
okunmayı istemeyeceğini düşünmüşümdür; çünkü akılla tanımlanan, yan yatırılan,
ters çevrilen bir sanatsal metin kadavraya benzetilmiş olur. Okul böyle yaparak
edebi metnin değerini akılla göstermek derdindedir. Bunu kısmen başardığı için,
iyi okullardan edebiyat sevgisi çıkar.
Edebiyatta
ahlaki sınırlama yoktur, oysa eğitim –ister bilimsel ölçütlerle deyin, ister
yönetsel kurallarla- edebi ürünü ahlâki açıdan da ele alır. Ahlâk da neymiş
diyerek diklenmek bir başkaldırı olabilir, hatta bu başkaldırı edebi bakımdan bir
değer taşır. Fakat eğitbilimsel ölçülere göre yapılandırılmış bir kurumda edebiyat,
-nezaketen söylenmiş sözler dışında- eğitimin yerine konmaz. Okullar edebi
olanla olmayanı seçme işlevi edinmemişlerdir, kendi kurumsal kimliğine uygun
olanı seçmekle yetinirler.
Kurum
ölçü ve düzendir, edebiyat ölçü ve düzen tanımaz. Bu nedenle kurumsal yapılar
tarafından edebi ürünün hep kuşkuyla karşılandığı ve denetlendiği görülür. Edebiyatın
tarihi buna karşı çıkmanın seçkin örnekleriyle doludur. Edebi ürünün baskılanması ve denetlenmesi bu yüzden faşizm sayılır.
Fakat kurumlar bazı edebi metinlerle bağdaşmayıp uzak durdukları için
eleştirilemezler.
Bir
kurum çok beğendiğimiz bir metni “Beni temsil etmiyor” diyerek geri
çevirdiğinde takınılması gereken tavır, o kurumu metne ikna etmek olamaz. Çünkü
kabul etmeyecektir. Adı üstünde, bir kurum,
edebiyatın her türlü kurumsallıktan uzak, kişisel ve öznel dünyasını belirsiz
bulacak ve oraya zorlandıkça tekinsiz bir durumda kaldığını düşünecektir.
Okulda
sınırlama vardır, o yüzden okula karşı çıkmak zevkli bir şeydir. Oysa
edebiyatta sınırlama yoktur. Bu nedenle edebiyat ve bir ilkeler dizisi içeren kurum
olarak okul, birbiriyle bağdaşamaz. Dikkat edilmesi gereken şey, kurumun edebiyata baskı yapıp
yapmadığıdır. Yalnızca eğitimciler değil her kim olursa olsun, bir kişi, edebi
metin yüzünden başına bela alırsa onu savunmak zorundayız; fakat bir eğitimci pedagojik
alanla edebi alanı birbirine karıştırmışsa, yahut edebiyata yaslanarak
pedagojik alanı ıskalamışsa onu savunmak zorlaşır. Eğitimci, metnin yaratıcısı
ya da savunucusu değil, taşıyıcısıdır.
Edebi
metin manifesto sayılmamalıdır. Kurmaca yapıt, duyguların ve düşüncelerin
artistik yoldan insan deneyimine sunulma eylemidir. Bunu bilmemek, siyasetçi
olmakla edebi metinde siyaset yapmak arasındaki farkı görmemek kadar vahim
sonuçlar yaratır.
Bu farkı
göremeyenlerin eğitimci olması ise çok hazindir.
Aujourd'hui la Turquie'de Fransızca yayımlanmıştır. 125. Sayı Agustos 2015 Sayfa 4