Paul Cezanne
Bilge Bulut: kalemlerle ilgili yazmış olduğunuz bir yazınızda Sait
Faik’ten alıntı yapmışsınız “yazmasaydım delirecektim” diye, sizin için de
böyle bir durum geçerli imiş galiba? Siz nasıl ilk fark ettiniz yazmadan
delireceğim durumunu? Nasıl bir dürtü oldu içinizde?
Gürsel
Korat: Bunu ‘insan romancının ya
da öykücünün söz dağarcığına ne zaman sahip olur’ sorusunu sormak anlamında
kabul ediyorum. İnsanın kendini bir sürü şeyle ifade ettiği yaşlar var, oradan
bakarsak daha erken yaşlara gideriz. O zaman ben de herkes gibi yazma isteğimin
çocuklukta başlamış olduğunu söyleyebilirim. Oysa öykü anlatıcısının söz
dağarcığı öyle pek erken yaşlarda belirmez, ben buna sahip olmayı kast
ediyorum. Çok erken yaşlarda tutkuyla yazmayı istesem de yazarlıkla ilgili hal
ve hareketlerin oluşumu bende otuzlu yaşların başını buldu. Yani önce çok
okursun, sonra yazmayı öğrenirsin ondan sonra yazarsın. Yazmayı delirecek kadar
istediğim yaşlar herhalde otuzlarda başladı diyebilirim. Çünkü daha önce bir
sürü şey yazıyordum ama “İşte hep yazmak istediğim bu” dediğim bir yer geldi,
işte o zaman herhalde 28 yaşındaydım.
B: Bir insanın yazmaya başlama yaşı aslında 30’dan sonra
mı olmalı biraz daha deneyimledikten gördükten yaşadıktan sonra?
G: Steinbeck 28 yaşında ölmeli bir yazar diyor, bir
röportajında okumuştum. Buradan bakarsak benim hiç yazmamam gerekiyor. Bir
taraftan da Rüzgar Gibi Geçti yi
Margaret Mitchell 73 yaşında yazdı. Önemli romanlarını daha geç yaşlarda
verenler var. Çok erken yaşlarda yani 24 yaşında Körleşme yi yazan Elias Canetti’yi de unutmayalım. Bunun bence
eğitim ve yetişme ile ilgili bir tarafı var. Yani sözü öyle bir pişirmiş ve
söyleyebilecek güce erişmiş ki, yani öyle donanmış ki adam yirmidördünde bir
dünya klasiği yazıyor! Hem Yahudi’sin hem Alman eğitiminden geçiyorsun hem çok
kültürlü bir yerde yaşıyorsun ve bir de yazmaya yönelik bir arzun var; işte sen
o zaman Elias Canetti oluyorsun. Ama benim gibi evinde kütüphane olsa da çok
yoksul bir ailenin çocuğuysan, eğitimini zorluklarla yaptıktan ve bir de
üstelik siyasal sorumluluk duygusundan ötürü hapse girip enerjini bir sürü
yanlış şeye harcadıysan, zor bela hayata tutunduğun yerden itibaren yazmak pek
de yüksek bir yerden başlamak olmuyor. “Çok şey yaşadım, acayip şeyler yaşadım”
diyerek yazmaya başlanmaz. Yazar, kendini
edebi olarak ifade edecek. Yazmazsa delireceği nokta neyse onu bulacak. Yani
yazmak, delirmekten kurtulma garantisi vermiyor. Yaza yaza delirenler de var.
Bunlar ya çok yeteneklidirler ya da hasetten delirmişlerdir. Ortası yoktur. Ben
kendi iç eğitimimi sevdiğim yazarlardan etkilenerek ama onların dışında, onlardan
üstün ne yapabilirim sorusunu sorarak sürdürdüm. Soru bu hakikaten, böyle bir
idealle yola çıkarsın ama onların tırnağı etmez ürünler yaratmakla kalabilirsin.
Bu benim başıma 28 yaşımdayken geldi.
Ara Güler
B: Bir yazınsal görüşü olacak..
G: Evet. Bu da yazarın kendinden önceki birikimi tanımasıyla
olur. Sözü söylemek değil sözün farkına varmak, nasıl söylediğini bilmek önemli.
Ben işte o duygu oluşmadan yazılmış şeylere çok rastlıyorum. Bir kitabı birkaç
satır okuyunca bile onda yazınsal görüş olup olmadığını kavrayabilirsiniz. “İyi
yapılmış, mükemmel bir heykel kaybolsa ve yalnızca eli bulunsa” derler, o
heykelin eline bakarak yine de “Ne kadar güzel bir heykelmiş” dersiniz. Çünkü
el böyle yapıldıysa gerisini hayal etmek mümkün. Bunu düşündüren şey sanat
bilgisidir. Bir müziği, kitabı, filmi de aynı duygularla keşfeder ve tutuluruz
zaten.
B: Peki siz dünya klasiklerini okuyarak bu zevki almaya
başladım dediniz. Ruslardan mı İngilizlerden mi başladınız? Hangisini daha çok
seviyorsunuz? Size hitap eden hangi yüzyıl romanları?
G: Ruslar; Rus ve Fransız edebiyatı daha çok. İngiliz
edebiyatı daha deneyseldir, akımlar, farklılıklar hep ordan gelir. İngiliz
edebiyatı insana arayış heyecanı verir. Yazınsal deneyciliğe özendirir. O
yenilikçilikte, o yerinde duramazlıkta Anglo Saxon dünyasının maceracılığı mı
etkilidir, bilmem. Orda mesela Shakespeare’den başlayıp geldiğiniz zaman James
Joyce da var, Virginia Woolf da. Musil, Beckett, H.G.Wells... Düşünce edebiyatı
da bence ordan çıkma. George Orwell’dan tut, Huxley’den çık... Ütopya sözcüğü
bile İngiliz düşüncesinin parçası: Thomas More da oralıdır. Amerikan dünyasında
Poe ruhun karanlığında, William Faulkner çağrışımlarında ve zihinsel
sıçramalarında dolaşır. Alman edebiyatının karanlık ve mutsuz olduğunu düşünürüm.
İtalyan ve İspanyol edebiyatının iyimserliği hoşuma gider. Tolstoy’un yaşamı
açık bir bilinçle kavrayışı da. Ben hayata hem yenilikçi bir söz söylemek, hem
neşeli olmak hem de açık bir bilinçle kavramaktan yanayım. Gençliğimde George
Lukacs okurken, onun “Kafka mı Thomas Mann mı?” sorusu önünde bocalamış ve
“Küçük burjuva hezeyanına kapılmış olan Kafka’yı” reddetmiştim. Pek çoğumuz
gibi. Oysa Lukacs bize bu soruyu “Yamaçlardaki çiçekler mi yoksa suların rüyası
mı?” diye sorsaydı ikisini birden istemeyi becerebilirdim. Bunu Kristal Bahçe
adlı deneme kitabımda sitayişle yazmıştım.
B: Politik yönelime göre okunması gereken kitaplar mı
belirlendi?
G: Evet böyle bir şey vardı o yıllarda. Ben bu ayrımın
yanlışlığını neyse ki erken yaşlarda fark edip toplumcu gerçekçilik diyerek
adlandırılan o görüşü reddettim. Çünkü yazınsal tavır kişiseldir. Yazarı diğer
yazarlardan ayıran şeydir. Bu kural gereğince ben “Bu konuyu böyle anlatmak
niye bana uymaz”ı düşündüm. Demek ki yazınsal tavır yalnızca kişisel değil,
insanın kişiliği ile de ilgili bir şey. Edebi akımlarla ilgili bir tezi
savunarak o tezi kitaplara işleyip yaratıcı yazar olamazsın. Çok beğendiğin
yazarları yineleyerek de yaratıcı olamazsın. Örneğin ben Milan Kundera’yı
zevkle okuyorum ama onun gibi yazmam. Balzac’ı da. Ben kendimi daha çok Tolstoy
damarından beslenmiş, Çehov, Hemingway ve Sartre konumundan yürüyerek güçlenmiş
hissederim. Kafka gibi yazmayı asla istemem ama hayranlıkla okurum. Büyük
yazarların hiçbiri gibi yazmayı da istemem, bunlardan bir içgörüye ulaşmış
olduğumu umarım, hepsi bu. Dünyanın geçmiş bütün yazarlarını büyük ustalarım
olarak görürüm. Buna antik çağ da dahildir. Ben zaten antikiteye bayılırım. O
çağdan beri yazmanın bir tarihi var ve ben kendimi o tarihin parçası olarak
görürüm. Yaptığım şey geçmişi öğrenmek ama bir yandan da benim kalemim nasıl
kıvrımlar yaratıyor, dilim nasıl söylüyor onu ararım. Ne söylediğinden çok, nasıl
söylediğinle ilgilidir çünkü yazmak.
B: Peki nasıl söylediğinizi çözdünüz mü her romanda
deneysel bir şeyler aramaya devam ediyor musunuz?
G: Evet deneysel bir uç yakaladım. Orada düşünsel olanaklar
var. Ama duyuları boşlamadım o yüzden ikisi de var bende.
Gustav Klimmt
B: Kurgu öncesi bilgi toplama aşamasında nasıl bir yol
izliyorsunuz? Bilgiler hep aklınızdan mı kağıda dökülüyor yoksa ?
G: Ben defterle çalışırım. Bilmediğim karakterlerin konuşmalarını yazarım önce. Henüz oluşmamış karakterler içimde konuşur. Onları daima defterime yazarım. Bunun saati, zamanı, mekanı yoktur. Bu sözler bir şekilde belirsiz birilerinin sözleri olarak birikir. İkincisi, her kitabım için bir “zaman” problemi ortaya koyarım. Her kitapta mutlaka zamanla ilgili bir aforizma ya da zamanla ilgili bir düğüm vardır. Avangart olanı teknik açıdan planlayarak yapmıyor yazar. O da coşkuya dahil. Örneğin Zaman Yeli’nde tanrı anlatıcıdan ben anlatıcıya geçmiştim. Bunu Bakhtin’in polifonik anlatı ya da diyaloji dediği şeyleri bilerek değil, öylesine yapmıştım. Kalenderiye’de de aynı şeyi yaptım ama bu kez orada edebiyatımızda hiç kullanılmadığını fark ederek, anlatıcıyı çok eski bir dil içinden konuşturdum. Yine Doğdu Tanyıldızı’nın tekniği ise “anlatıcının anlatıcısı”nı kurmakla başladı ve çok şaşırtıcı bir şey oldu, benim için de.
B: Siz onu fark etmeden mi yaptınız ilk kitabınızda?
G: Evet.
B: Müthiş. Fark etmeden yaptıysanız.
G: Evet. Zaman Yeli
öyledir. 1994. Ben Bakhtin falan okumamıştım onu yazdığımda. Belki de bilinen
biriydi de ben bilmiyordum. Zaten okusam da ne olacaktı ki, kuram okuyarak
roman yazdığını söyleyen biri olsa ben ona “bu da neyin nesi” derim.
B: Peki tüm teorisyenleri okuduktan sonra insanın kalemi
de değişmez mi?
G: Evet değişir. O yüzden ben kuramı unutmaya başladım
tekrar! Çünkü yazar kuramsal bir şeyi değil insana ait bir şeyi araştırır.
Felsefe insanın ruhuna, iç dünyasına ilişkin hakikatlerle ilgili değildir. İnsanla
ilgilidir ama insana dışsal olduğunu düşündüğümüz bilgiye ve varlığa
ilişkindir. Sanatla felsefeyi birbirine aforizmatik dil bağlar yalnızca.
İnsanın içine bilim bakar. Fakat psikolojinin insan ruhunu didiklerken
kullandığı dil de duyguların ve duyuların dışındadır. Kavramsal olmak
zorundadır. Oysa edebiyat insanın içini doğrudan deneyler. Bu yönüyle kuramı
bilse bile, insanla ilgili hakikati estetik bakışa dönüştürmek sanatçının
işidir. Edebi üründe sanat ve felsefe ayrımını yapmak zorundayız. Diğer türlü her
türlü bilgi iç içe geçer. Metin acaba felsefi metin mi sanatsal metin mi;
propoganda metni mi, siyasal metin mi? Ben bu ayrımı yapmayan sanatçının başarısız
olduğunu düşünüyorum.
B: Felsefeyi nasıl kullanıyorsunuz, hangi kaynaklardan
yararlanıyorsunuz? Daha önce dille çok oynadığınızı, bir terim bulmak için bile
günlerce düşündüğünüzü konuşmuştuk. Biraz daha bunları açabilir miyiz?
G:Peşinen söylemem lazım. Bir yazar felsefeyi edebiyata indirgeyemez.
Türkiye’de felsefi ve tarihi roman
denince çok tipik, unique örnekler yazdığını düşünen biri olarak söylüyorum.
Benzeri olmayan ve aslında bir yandan da metinlerarası göndermeleri çok kesin
olan. Öyle olduğu halde bunun bir felsefeden edebiyata tercüme olduğunu
düşünmüyorum. Felsefe dil olarak nötr’dür. Yani gülmez ve ağlamaz. Oysa edebiyat hem güler hem ağlar; yani tiyatro
maskları gibidir. Felsefe nötrdür. Nötr bir sanat ifadesi yoktur. Gülmeyen ve
ağlamayan bir tiyatro maskı olmaz çünkü. Felsefe bilim gibi nötrdür ama onda
bilmenin hazzı vardır. Bilgiyi söylerken neşelenmeyiz. Yani, Diyonizyak, neşeli
değilizdir. Üzülmeyiz de. Bilgiyi söylemek akılla ilgilidir; Apollon’cu,
düşünsel bir bağlam gerektirir. Oysa neşeyi, hüznü ve nötr hali edebiyatta
yaşarız. Felsefi olanı edebiyata dönüştürmek gerektiğinde onu başka bir dile
aktarmış oluyoruz aslında. Edebi metinde insanlar yalnızca düşünce söyleyen bir
Platon olmuyorlar. Edebi metinde insanlar heyecanlarıyla, üzüntüleriyle,
acıları ve neşeleriyle deviniyorlar. Elbette bilgileriyle de. İşte düşünce
söyleyen Platon’u ayna önünde taranırken, tutkuyla ağlarken, hırsla birini
azarlarken görür de, onu insani çelişkiler içinde, önermelerini de
doğruluğundan ve yanlışlığından bağımsız olarak görürsek felsefi olanı
edebiyata götürmüş oluruz.
Salvador Dali
B: Metinlerarasılık?
G: Borges’in yaptığı şey bizde daha çok, farklı metinlerin kolajlarından alınmış bir metin
oluşturmak gibi anlaşıldı. Hatta bilin bakalım benim metnimde kimler var
diyenler bile oldu. Böylece “aslında yazılmış hiçbir metin özgün değildir”
noktasına varıldı. Felsefe bunu söyleyebilir de edebiyat buna katılmak zorunda
değil. Ben sanatçı olarak benzersiz bir şey yaptığımı düşünmezsem ahlaki olarak
dayanağımı kaybederim. Kundera sanatçının özgünlüğü konusunu ahlak felsefesinin
bir parçası gibi görür ve “Bir metin insanın o güne kadar bilmediği bir
hakikati dile getirmiyorsa ahlak dışıdır” der. Bu da benim çok onayladığım bir
düşüncedir. Metinlerarasılık, Kristeva’nın bir dönem olgusu olarak saptayıp
önümüze koyduğu bir şey. Dolayısıyla metinlerarası metnin özgün olmayacağı
yargısı, her şeyin bir simülasyon olduğu düşüncesiyle birleşerek edebiyatçının
yeniyi bulma arzusunu dümura uğratmamalıdır. Hem, zaten bir yazar birçok metnin
kolajı olan bir metin kurarak felsefeyi edebiyata indirgemeyi başaramaz. Ona
basit bir kolaj denir ve üstelik okurdan sanatın heyecansallığını değil
felsefenin nötr halini talep ederek kendi kendiyle çelişir. Okurdan felsefi heyecan bekleyen sanatsal metin olmaz. Bir
metni okuyup da duygularımız bir bakıma soğuduktan sonra, bu metinde ne var
diyerek düşünürken felsefi çıkarım yapabiliriz. Oysa sanat yapıtı karşısında,
sıcağı sıcağına “evet şu şu göndermeler var” diyemeyiz. Sanat yapıtı önünde
böyle davranmak olmaz. Bir edebi metin ya da sanatsal yaşantı, henüz süreç
halindeyken anında izleyicisine felsefi sonuçlar vermez. Vermemelidir. Birçok
şeyi o anda sezebiliriz ama önce sanatsal yaşantı oluşmalı, sonradan felsefi
çıkarımlara ulaşılmalıdır. Şüphesiz sanatsal yaşantı anında felsefi ipuçları
görünmez değil; fakat amaç felsefi sonuçlara ulaşmak olmadığı için, sanatsal
yaşantının ayrıksı yanını buradan kavramamız gerekir. Düşünce edebiyatında bile
durum aynıdır. 1984’ü okurken biz
Winston ile Julia’nın aşkını, Julia’nın onu ele verip vermeyeceğini düşünerek
meraklanırız. Acaba oyuncakçı dükkanındaki adam ihbarcı mıdır, hele o korkunç
yaratık O’Brien ne yapacaktır? Büyük Birader görünecek midir? Bu soruların o koskoca
karanlık toplumsal öngörülerle, felsefi umutsuzlukla hiç ilgisi yoktur. O
dünya, oradaki yasaklar, o acılar sahicidir. O metin bağlamında sahicidir. Ben
doğrudan doğruya felsefi metinmiş gibi okunan edebiyatı, felsefenin edebiyattaki
hükümranlığı olarak görüyorum. Bu konunun daha açık bir dille üzerine gideyim:
Bilgi biçimlerini ayrıştırmayı aydınlanma felsefesinden öğrendik. Alanların
ayrıştırılmasını Kant öğretmiştir. Din, bilim, felsefe, etik ve estetik bugün
birbirinden ayrıysa hele hele sanatın özerkliğinden söz edebiliyorsak bunun
atası Aydınlanma’dır. Eskiden retoriğin içinde siyaset, felsefenin içinde bilim,
sanatın içinde din veya büyü vardı. Kant sanatın kendinde bir oyuna dönüşmesi,
kendisi için bir amaç taşıması gerektiği konusunda ciddi bir uyanış sağladı;
sanatın diğer alanların etkisinden kurtulma çabasının değeri bundan sonra anlaşıldı.
Nasıl ki dinin siyasete, siyasetin sanata müdahelesi kabul edilemezse, felsefenin
de sanata müdahelesi de kabul edilemez. Sanatın konusu herşey olabilir. Siyaset,
felsefe, din ya da bilim; sanat herşeyi konu edebilir ama onların amacını
gerçekleştirmek için değil.. Dolayısıyla ben de “felsefe için” bir roman yazmam.
Benim sanat yapıtımdan felsefî çıkarım yapmak okurun görevidir. Yani
metinlerarasılık öncelikle onun için geçerlidir. Çünkü bir metin bazen yazarın
niyetini aşarak okurun niyetinde yeniden kurgulanır; Eco’nun bu şahane
sınıflamasından anlayacağımız üzere yazar hiç kast etmediği bağlamların, okurun
zihninde kurulabileceğinin farkındadır. Burada püf noktası, yeniden
anımsatayım, metnin salt felsefe için yazılmış gibi olmamasıdır. Sanat
yaşantısı olmayan, kupkuru konuşan bir metin Platon’un metnidir. Çok değerli
olması başka bir şeydir ama şüphesiz ki o metin edebiyata ait değildir.
Edebiyat işte bunun farkına vararak çalışmayı gerektiren bir iş. Felsefi
okumalarda başka bir dil içinde kavradığım o metni, ben bunu nasıl edebi dile
dönüştüreceğim diye sormam gerekiyor. Bu şey gibi oluyor, bütün koşulları
belirlemişsin, deney yaptım diyorsun. Bütün değişkenler senin kontrolün
altındayken yaptığın şeye deney denebilir mi? Sanat yapıtı koşulları belli bir başka bilgi
ışığında ortaya çıkarılmaz. Eylemlere özgü duygu ve heyecanlar, amaçlar,
takıntılar vardır. Bütün bunların estetik yoldan bildirilmesi diye bir şey
vardır. Bir de söylediğin şey başka insanlara güzel gelecek mi bakalım? İşte
bunlar ne felsefeyle, ne dinle, ne siyasetle ölçülebilir. Ölçecek tek şey sanat
bilgisidir. Dolayısıyla ben “sanat ve felsefe” dendiğinde bunların özerk
alanlar olarak değerlendirilmesi gerektiğini anımsatıyor, içinde daha çok
düşüncenin gezdiği düşünce edebiyatı olarak anılan bir alanın da bu bilgi
ışığında tanımlanması gerektiğini düşünüyorum. Distopya veya ütopya bizde pek
başarılı olamamıştır.
B: Harol Bloom’un bahsettiği “anxiety of influence” yani
sizden önce gelen bir yazardan etkilenme endişesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
G: Biçimsel olarak birilerinin bulduğu çözümleri bulmak yanlış
olur. Oğuz Atay’ı seversin ama onun gibi yazmazsın. Bu benim temel ilkemdir.
Ben edebiyatçının coğrafyadan beslenebileceğini Yaşar Kemal’den öğrendim ama
Yaşar Kemal gibi yazmadım. Yazınsal olarak beslendiğim kim varsa ondan farklı
yazdığımı çok rahat söyleyebilirim. Bu neden? İzin vermediğim için. Çünkü yazınsal
tutum ele geçirir. Yazmak başkalarının yazdığı gibi yazmaktan hoşlanmakla
başlar ama yazar bunu reddetmekle yazar olur. Kendi olmak budur aslında.
Sayısız etkiyle biçimlenip kendine özgü bir form bulmak sanatçının işidir.
G: Felsefi
metinlerin güm diye içine düştüğü ve uzun uzun tanımlandığı metinler örneğin. Kemal
Tahir romancılığını anımsayalım. Onunki siyasetin sanat içerisinde konuşulduğu
uzun monaloglardır. Bu roman tarzından siyasi çıkarımlar yapıp
toplumbiçimlerini tanımlayanlar oldu. Bir roman siyasetbilim yerine geçiyorsa
yazık o toplumbilime. Bir roman felsefenin sorunlarını çözüyorsa yazık o
düşünüre. Felsefeyi felsefe olarak konuşan yapıt kötüdür, o kadar. Sartre
Bulantı’da felsefi düşünüşü kişilerin eylemleri ve duyguları üzerinden gördü.
Felsefe anlatmaz o kitap, felsefidir. Demek ki edebiyatta felsefilik olur.
Bilim de, din de siyaset de olur. Ama onlar edebiyatın konusu olarak vardırlar.
Onlar sanatın kürsüsüne çıkıp da kendi “doğrularını” söylerse işte orada
edebiyat yoktur. Sartre en politik en felsefi sanatsal yapıtlar yazmış biri
olarak tam da söylediğimi yapar. Bulantı’da bir “Otodidakt” vardır mesela. Adam kendi kendini yetiştirmiştir ama kupkuru bilgiyle
kişiliği ezilmiştir. Biz onu anlarız. Herkese söven bir adama dönüşmüştür. Adam
elinin kıllarını düşünür ve o kıllara bakarak tiksinti duyar. Bütün bunların
hepsi başkalarında da vardır; Sartre “varoluşmak” dediği şeyi ve duygusunu böyle
tarif eder. Bunu felsefi metinde yapabilir miydi? Hayır. Felsefi metinde
duyular yoktur. Duyu organları yoktur. Tad, ses, dokunmak yoktur. Kavram
vardır. Edebiyat ve felsefenin birbirine geçişleri çok kolay iki alan
olabilmesi için edebi türlerin tamamen kavramlardan oluşması gerekirdi. Bu
olamaz. Çünkü edebiyat duyulardan, hazlardan oluşur. Düşüncelerden de oluşur.
Bunların bileşiminden yürür, bir üst dilde insan ruhunda yeniden oluşur.
İnsanın iç görüsü işin içine karışır, metin orada bir başka şey olarak da
oluşur. Ama felsefe çağrışıma kapalıdır. Kavramsal olarak tanınmak ve doğru
bilinmek ister. Sadece felsefe değil, siyaset, din, etik, bilim ve ideoloji de sanatın
esnekliğini taşımaz. Sanat en çok bu yüzden kendi için bir amaçtır. Bunları felsefi
düşünüşün sanattaki varlığını seven biri olarak söylüyorum. Derin bir edebiyat
yapmaya çalışanlar o yolda ilerlemek zorundadır çünkü. Felsefeden ilhamlar almalıdır.
Bu ilhamları kendi söylemez. Örneğin Tuğba Çelik Varoluş ve Roman adlı çok önemli incelemesini yazıncaya kadar ben
kendi romancılığımın varoluşçu olduğuna dair bir düşünceye sahip değildim.
Hiçbir zaman da böyle bir şeyi dile getirmediğim gibi, hâlâ da gerçekten
varoluşçu bir edebiyatçı olunabilir mi bunu düşünüyorum. Sartre varoluşçu
filozoftu ama varoluşçu edebiyatçı mıydı? Bu bende hep çelişki yaratmıştır.
Çünkü bana göre edebiyattaki varoluşçuluk edebiyattan değil, felsefeden
tanımlanabilen bir şeydir. Fakat yine de kavram olarak seviyorum, varoluşçu
edebiyat ifadesini.
B:Hangi felsefi akıma kendinizi daha yakın görüyorsunuz?
G: Derrida ile yapısökümünün farkına vardım. Foucault ve
Lacan’la cinsiyetin yapılanışına ilişkin düşüncelerim çok değişti. Fakat
özellikle felsefenin dilbilimle ilgili bir yoldan ilerleyişi beni çok yordu.
Dilbilim çok rahat edebildiğim bir alan değil. Oysa Althusser’in sadece
zihnimin değil ruhumun uyanmasında da çok katkıları olmuştur. Bütün Frankfurt
okulu okumalarım beni tekrar ayaklarımın üzerine oturttu dersem abartı olmaz.
Postmodern dünyanın gelişimine ilişkin okumalarım da metinlerarasılık, kolaj ve
bireyin kayboluşu sorununda yoğunlaştı. Bütün bunlar olurken metinlerim geçmişe
doğru ilerliyordu. Tarihsel romanlar yazmaya başlamıştım. Bunlar bana şunu
öğretmekteydi: Aslında edebi metnin
açıkladığı gerçeklikler yoktur, biz geçmişi ve hatta şimdiyi “yapılandırılmış”
zihinler içinden tanıyoruz. Öncü ve yenilikçi davranış söylemleri dışlayıp
yenisini kurarak mümkün olabilir. Romanın söylemini ve anlatıcı kipini hep
temel konu haline getirmemin nedeni budur. Yani romanların içine değil de
romancının düşünce yapısına yerleşen felsefi düşünce ile uğraştım. Kuramsal
sözüm varsa romanlarımın dışında söyledim. Hipertext, Kristeva için bir
kavramsal açıklamadır ama ben onüçüncü yüzyılda yazılmış bir itirafnamenin
yüzyıllar içindeki seyrini anlattım ve bunu çeşitli yolları aşarak insan
ruhunda sınayarak gösterdim. Kalenderiye
bu anlamda hipertext’in kavram olarak değil eylem olarak billurlaşmış
biçimidir. Ha Umberto Eco’yu da unutmayalım bu arada. Bir yazar için gerçek bir
yol göstericidir. Felsefi roman yazarı olarak değil de, yazarın konumunu
tartışan bir yazar olarak.