FELSEFE İLE ROMANIN KARDEŞLİĞİ: VAROLUŞ VE ROMAN



                                    

Tuğba Çelik, Varoluş ve Roman adlı inceleme kitabıyla romanlar okuyarak dünyadaki konumunu anlamaya çalışan eleştirel okura yeni bir kapı aralar: Felsefenin kapılarını...
Roman Cervantes’in Don Kişot’uyla başlamış, aslında felsefeyle kardeş doğmuştur. Felsefe, akılcı ve ısrarcı büyük kardeş iken; büyük soruları sormaktan çekinmeyen ve onlara kesin yanıtlar vermeyen roman ise küçük kardeştir. 
Roman, aydınlanma çağındaki insanın ‘biz’den ‘ben’e dönüşme savaşımının ürünüdür. Şövalye hikayelerinde, destanlarda, masallarda boy gösteren karton kahramanlar, romanlarda özgün ben’lere evrilir.  Don Kişot, ne ailesinden, ne arkadaşlarından kimselere benzer. O yel değirmenleriyle savaşmayı göze almış,  akıl almaz, mükemmel bir roman karakteridir.
Felsefe insanın varlık nedenini binlerce yıldır araştırsa da romanın bu arayışa girişmesi beş yüz yılı ancak buluyor. Özellikle 19. Yüzyıl yazarları; Balzac, Stendhal, Çernişevski, Tolstoy, Dickens, Zola ve Hugo, toplum ve ahlak bağlamında insanın değerini ortaya koydular. Bu romancılar için toplumsal acılara karşı koymak, haksızlığa direnmek, dürüst kalmak, daima üretmek ideal insan olmanın belirtileriydi. Onların romanlarını okuyanlar ‘İnsan nasıl iyi insan olur?” sorusuna yanıt bulabilirdi.
İki dünya savaşı da, ideal insanın genetiğini değiştirdi. Büyük savaşlardan sonra 20. Yüzyıl insanı iyi ya da kötü insan olmak üzerinde düşünmeyi bir yana bırakmış, hayatta kalmaya odaklanmış; üstelik hayatta kalmanın bir anlamı olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı. Temel araştırma konusu ‘birey’ olan romanın yolu değişmişti. Yazarlar, kendinden emin karakterleri değil, aklı karışık fakat ilginç biçimde okura çok sıcak gelen karakterler yaratmaya başlamıştı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Fransa’da Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir, Kierkegaard’ın neredeyse yüz elli yıl önce ortaya koyduğu varoluşçuluk felsefesini yeniden diriltmişlerdi. Romanlarıyla, öyküleriyle ve tiyatro oyunlarıyla insanın yaşamdaki anlamını ve konumunu sorgulayan bu iki yazar çağdaşlarını derinden etkiledi. Roman, bu iki yazardan sonra “aklı karışık” karakter yaratma tercihine, yani Don Kişot’luğuna geri döndü. 20. Yüzyıl romancılığı varoluşçu felsefeden bir hayli beslendi.
Varoluş ve Roman,  adı üzerinde varoluşçuluk felsefesinden ve romandan söz eden bir eleştiri kitabıdır. Kitapta öncelikle varoluşçuluk Kierkegaard’dan Ponty’ye uzanan bir macerayla özetlenir. Yazar öz, varoluş, toplum, ben, yabancılaşma gibi kavramlara açıklık getirir. Bu kitapta, varoluşçu düşünürlerin insan neden vardır, neden yaşar, toplumla ilişkisi hangi boyuttadır, insan özgür olabilir mi sorularına verdiği yanıtları bulmak mümkündür.
Varoluş ve Roman’da özellikle Avrupa edebiyatında varoluşçu felsefeden etkilenmiş roman yazarlarından ve onların eserlerinden söz edilir. Shakespeare, Dostoyevski, Kafka, Faulkner, Joyce, Woolf, Beckett, Sartre, Beauvoir, Butor ve Kundera ele alınarak onların yapıtlarındaki varoluşçu karakterlerin nitelikleri üzerinde durulur. Tuğba Çelik, varoluşçu roman karakterlerinin belli başlı ortak özellikleri olduğundan söz eder: Bunlar “evrensel okur için kurgulanmak”, “yalnız ve umutsuz olmak” ve “özgür olmayı seçmek”tir. Tuğba Çelik’e göre, varoluşçu roman yazarları, okurlarını yaşamda gizlenmiş anlamları sorgulamaya ve yaşamayı bir ödev gibi üstlenmeye davet eder. Varoluşçu romanlar okuru felsefi bir çözümleme yapmaya yöneltir.
İçinde yaşadığımız çağda roman giderek artan bir hızla popüler hale geldi. Yüzlerce hatta binlerce roman yazarından söz eder olduk.  Pek çok köşe yazarı, çeviri ya da yerli romanların düşünsel derinliğini, okura katacağı varsıl anlam yelpazesini, özgün bakış açılarını vurgulamaktan öte, bu romanları “ilgi çekici” “sürükleyici” “fantastik” “heyecanlı” gibi söylemlerle okura sunuyor. Umutsuz ve acıklı aşklar, mafya ve derin devlet bağlantılı polisiyeler, hayalle gerçeğin birbirine girdiği fantastik maceralar günümüz romanının baş tacı edilen içerikleridir. Felsefenin romana yansıması denince akla ya bir düşünürün yaşamöyküsü gelir  ya da kısa yoldan öğütler veren kişisel gelişim anlatıları...
Tuğba Çelik’in Varoluş ve Roman adlı çalışması Türkçe edebiyatın felsefeyle barışık bir romancısını, Gürsel Korat’ı bir adım öne çıkarıyor. Bu kitapta Gürsel Korat’ın tarihsel düzlemli romanlarının ana karakterlerinin varoluşçu özellikler taşıdığını öğreniyoruz. Gürsel Korat’ın olay örgüsünü Kapadokya bölgesinde kurduğu Zaman Yeli, Güvercine Ağıt ve Kalenderiye roman üçlemesi ve konusu İstanbul’da geçen Rüya Körü adlı romanının ana karakterleri Çelik’e göre insanı varoluş sorgulamasına yönelten, sarsıcı, derinlikli ve gerçekçi karakterlerdir. Her insanın aklına gelebilecek “Ben kimim? “Neden buradayım?” sorularına Korat’ın karakterleriyle birlikte okur da yanıtlar arar.
Varoluş ve Roman’da, Korat’ın varoluşçu romana farklı bir katkı yaptığından söz ediliyor. Kitaba göre, Gürsel Korat, modern çağa ait diğer tüm varoluşçu roman yazarlarından farklı olarak insanın varoluş sorgulamasını çağlar öncesine taşıyor. Okur Korat’ın romanlarıyla “Demek insanın varoluş sorunu hep vardı “ sonucuna ulaşıyor. Gürsel Korat’ın okurları hem tarihsel dönemde geçen heyecanlı ve etkileyici bir maceraya dalıyor, hem de kendini arıyor.
Varoluş ve Roman felsefe ile kardeş doğan romanı, ayrı düştüğü kardeşine kavuşturmak isteyen yoğun ve zihin açıcı bir yapıttır. Roman felsefeye daima ihtiyaç duyacaktır; çünkü felsefe bilimin olduğu gibi sanatın da ilham kaynağıdır.

Kaan Mercan Ateş, Sözcükler
Kasım-Aralık 2013

GÜDÜMLÜ EDEBİYATIN YENİ ÖZELLİKLERİ



Güdümlü edebiyat yalnızca “siyasal bağlanma”yla tanımlanmamalıdır. “Pazarlama”, “söz iktidarı” gibi kavramlar da bağlanmayı açıklar. Üstelik çağımız bilinçdışı ile iktidar ilişkisinin kurulduğu bir çağdır.
Ülkemizde yirmi birinci yüzyıl, romanın, kullanım değeri düşük, değişim değeri öne çıkmış bir mala dönüşmesiyle başladı: Roman “raf ömrü” hesaplanan bir nesne oldu. Onun raftaki ömrünü belirleyen de büyük kitap marketlerinin “şu mallar daha iyi gidiyor” diyerek hazırladığı sipariş formundaki taleplerdi. Çünkü marketler tüketici davranışını hesap ederek “mal” satmaktaydılar.
Bu “piyasa güdümlülüğü”ne koşut olarak yeni söz iktidarı da doğdu. Bu iktidar edebi dilin yatağını kendi beğenisine göre değiştirmeye başladı ve “iyi metin” olarak da nereden bakılırsa başka türlü kavranacak, öyküsü karışık, romana özgü metinsel merkezi bulunmayan, hikayesinden çok çağrışımı önemsenen “anlatı”ları işaret etti. Böylece edebi eylemin ürün ve praksis odaklı tarihselliğine karşı çıkılmış; okur (tüketici) odaklı bir duruş seçilmiş oldu. Yeni paradigma, edebiyatın bütün geçmiş referanslarının dışına çıktı: Romanın genel olarak ne anlattığı (öyküsü), metnin anlamı ve duyuların bütünlüğü reddedildi. Geriye yalnızca algılayıcıya (okura) bırakılan, adına “metnin hakikati” denen fakat edebi etkiyi tek başına açıklamayan belirsizlik kaldı.
Güdümlü yazarlığın “piyasanın isteklerine göre yazmak, siyasaya boyun eğmek veya sanatsal olmayan tekniklerle yazmak” biçiminde tanımlanması gerekir. Yazar bunları reddederken hem yalnızdır hem de bu onurlu yalnızlığı seçmek zorundadır.
Yazar insanlık durumunu kendi varlığında sınamıştır ve bu sınama her insanın tanıdığı ama farkına varmadığı, görür görmez de “evet ben bunları düşünürüm, yaparım, böyleyim” dediği hallerin sezilmesiyle mümkün olmuştur. Yazar bağlı olduğu siyasi-ideolojik konuma da, onun insanına da, başka insanlara baktığı kadar dışarıdan bakar. O yüzden siyasa ve piyasa karşısında tekildir. Yazar, duyular, sezgiler ve estetik buluşlar bakımından herkesi ilgilendiren bir algılama kavşağında durur, “bunu ben de düşünürüm” diyerek herkesin altına imza atacağı, çoğul ve genel bir bakışla eyler.
Elbette özgürlük tek başına yazarlığın garantisi değildir. Fakat bu hal, yazarlığın güdümleyici odaklara karşı özgürlük başkaldırısıyla başladığı gerçeğini değiştirmez: Yazar edebiyatın özerkliğini kavradıkça yazar olur.